Kavramlar – Mahmut Varhan / 2024 Mayıs / 138. Sayı
İnsanı yaratan, Kur’an’ı inzal buyuran ve insana bilmediği şeyleri öğreten Rahman sıfatının sahibi Allah’a hamd eder; O’nun kitabının ilk muhatabı, söz, fiil ve takrirleri ile kitabı ilk tefsir eden Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e, kitap ve sünnetin neşrinde onun yardımcıları olan ehli beytine, ashabına ve kıyamete kadar onlara tabi olan mü’minlere salat ve selam ederiz.
İmdi; bu makalede ta’lim ve terbiye kavramlarının hakikati ve ayrılmaz bir bütün oldukları üzerinde durmaya çalışacağız. Zira terbiyeden mahrum olan bir ilim, ıslahtan/faydadan daha fazla ifsada/zarara yol açacağı muhakkaktır. Yine ilimsiz bir terbiyenin, temelleri çürük bir bina gibi yıkılmaya/bozulmaya mahkûm olacağı da muhakkaktır. Bundan dolayıdır ki İslam alimleri ta’lim ve terbiyenin ayrılmaz bir bütün olduğunu ve ancak birlikte icra edilmeleri halinde tatlı meyvelerini vereceğini beyan etmek için ta’lim ve terbiye konusunda pek çok kitap yazmışlardır. Bu makalemizin de denizden bir katre misali bu konuda faydalı olmasını Yüce Mevla’dan niyaz eder ve O’nun tevfikine itimad ederek deriz ki:
Ta’lim ve Terbiyenin Hakikati:
Ta’lim; hoca ile talebe, öğretmen ile öğrenci arasında cereyan eden zihinsel bir faaliyet olup, belirli konulardaki bilginin muallimin zihninden öğrencinin zihnine intikal etmesidir. Terbiye ise; bu bilginin dünya ve ahirette faydalı olacak şekilde nasıl kullanılacağının, öğretilen ilimle nasıl amel edileceğinin mürebbi/eğitici tarafından öğrenciye gösterilmesi ve öğrencinin bu hususta eğitilmesidir. Buna göre ta’lim/öğretim teknikleri, terbiye/eğitim vasıtalarından farklıdır. Şayet muallim/öğretmen, terbiye almadığı için eğitim vasıtalarından habersiz ise, öğrettiği ilim mücerred bir zihni faaliyet olup dünya ve ahirette faydası pek az olur. İşte günümüzde eğitim-öğretim müesseseleri denilen kurumların en temel sorunu da buradan kaynaklanmaktadır. Zira bu kurumlarda zihinlerine pek çok bilgi doldurulan öğrencilere, bu bilgiyi dünya ve ahirette faydalı olacak şekilde nasıl kullanacakları hususunda eğitim verilmediği için zihinleri adeta bir çöplüğe dönüşmekte ve öğrendikleri bilgileri hem kendilerine ve hem de çevrelerine zarar verecek şekilde kullanmaktadırlar. Bu söylediğimiz husus fenni ilimleri öğreten kurumlar için geçerli olduğu gibi, dini ilimleri öğreten kurumlar için de geçerlidir. Diğer taraftan sahih ilmi kaynaklardan ve doğru bir ta’limden mahrum kalarak icra edilecek bir terbiye de insanı ıslah etmek yerine onu çeşitli hurafe ve bidatlere bulaştıracak ve terbiye, gayesinin tam aksi sonuçlar vererek insanların bozulmasına sebep olacaktır. Adeta “kaş yapayım derken, gözü çıkarmak” deyiminde olduğu gibi ıslahtan daha çok ifsad meydana gelecektir. Nitekim terbiyeyi en büyük gaye edinen pek çok tarikatın, gerçek bir ta’limden mahrum olmaları sebebiyle vardıkları netice bundan ibarettir.
Nitekim terbiye mesleğinin önderlerinden olan Cüneyd-i Bağdadi rahimehullah şöyle demektir: “Bizim şu ilmimiz (tasavvuf yolumuz) Kur’an ve Sünnet ile kayıtlıdır. Dolayısıyla Kur’an’ı ezberlemeyen, hadis yazmayan ve dinde fıkıh sahibi olmayan kimselere bu yolda uyulmaz.”[1] Yine tasavvuf/terbiye mesleğinin öncüleri şöyle demişlerdir. “Önce muhaddis-fakih ol, sonra da sûfî ol; sakın önce sûfî olup sonra muhaddis-fakih olmayasın.” Bu ifadeler açık bir şekilde göstermektedir ki, ilim temelinden mahrum olan bir terbiye başarısız olup, bazen de ifsadı ıslahından fazla olur. İşte bu anlamda şöyle de denilmiştir: “Edepten mahrum olan ilim, odunu tükenen ateş gibidir. İlimden mahrum olan edep/terbiye ise, ruhsuz beden gibidir.”
Peygamberlerin Vazifeleri:
İnsanlık aleminin en büyük muallimleri ve mürebbileri olan Peygamberlerin temel vazifesi ta’lim ve terbiyedir. Bütün peygamberler, ümmetlerine ilahî hakikatleri öğretmek ve bu hakikatler muvacehesinde ümmetlerini eğitmekle muvazzaftırlar. Allah’ın vahiy yoluyla kendilerine bildirdiği ilmi, ümmetlerine ta’lim ettikleri gibi; bu ilmin ışığında yine Allah’ın tevfiki ile kendilerine iman edenleri terbiye etmiş, onların ruhlarını arındırıp yüceltmiş, nefislerini şirk ve masiyetten temizleyip tezkiye etmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem yirmi üç sene gibi kısa bir sürede öyle bir ümmet yetiştirmeye muvaffak edilmiştir ki, mucize olarak tek başına bu ta’lim ve terbiye yeterlidir. Zira o asırda yeryüzü milletleri arasında en cahil kabul edilen vahşi Arap kavminden yeryüzünün en büyük alimlerini yetiştirmiştir. Bu alim nesil yeryüzündeki bütün milletlerin muallimi olmuştur. Aynı şekilde şirk, küfür ve masiyet bataklığına gırtlaklarına kadar batmış bulunan Arap toplumundan öyle salih bir nesil yetiştirmiştir ki, kıyamete kadar zühd, vera, ubudiyyet, salih amel ve takva yolunun öncüleri olmuşlardır.
Rabbimiz celle celaluhu Kur’an-ı Kerim’de Peygamberlerin bu mukaddes vazifelerini pek çok yerde ifade buyurmuştur. Hz. İbrahim aleyhisselam’ın zürriyetinden bir peygamber gönderilmesi hakkında ki şu duasını bize aktarmıştır:
“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 129) İşte bu mübarek dua, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bi’seti ile kabul edilmiştir. O da ayette belirtilen vazifelerini hakkıyla yerine getirmiştir. Hz. Peygamberin bu mübarek vazifelerle muvazzaf olarak gönderilmesi, ona iman eden ümmeti için çok büyük bir ilahi lütuftur. İşte Allah azze ve celle bu büyük nimetini bizlere hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara ayetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Al-i İmran, 164) Bu ve benzeri ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere peygamberlerin temelde üç vazifesi bulunmaktadır:
Tilavet; Allah’ın vahiy yoluyla kendilerine bildirdiği kitabı/ilmi insanlara ulaştırıp tebliğ etmek. Bu vazifenin gereği olarak Allah tarafından kullara ulaştırılmak üzere peygamberlere vahyedilen her bilgiyi, onlar da muhakkak insanlara ulaştırıp bildirmişlerdir.
Kitabı ve Hikmeti ta’lim etmek; Peygamberler, Allah’ın ayetlerini insanlara ulaştırmakla birlikte bu ayetlerden ne kastedildiğini ve bu ayetlerin nasıl tatbik edileceğini de ümmetlerine ta’lim etmişlerdir. Ayetleri tilavet etmek/okumak vazifesi, kitabı ve hikmeti/sünneti ta’lim etmek vazifesinden farklıdır. Bu ikinci vazife, birinci vazifeyi tamamlamaktadır.
Allah’ın ayetlerini okuyan, Kitabı ve Sünneti ta’lim eden peygamberin, üçüncü bir vazifesi daha vardır. O da iman edenleri tezkiye/terbiye etmektir. Bu vazife de ta’lim vazifesini tekmil edip tamamlamaktadır. Zira bu vazifenin hakkıyla icra edilmesi neticesinde nefisleri temizlenmiş, kalpleri arınmış ve ruhları yücelmiş örnek bir nesil yetişmiştir. İşte bu nesil, kıyamete kadar gelecek bütün nesillerin ulaşmak için çabalamakla yükümlü tutulacakları ideal bir nesildir.
Peygamberlerin metodunda ta’lim ve terbiye birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Onlar sadece ta’lim/öğretim ile yetinmedikleri gibi, sadece terbiye/eğitim ile de iktifa etmemişlerdir. Ayrılmaz bir bütün olan bu iki vazifeyi birlikte icra etmişlerdir. Nitekim Ebu Abdurrahman es- Sülemi şöyle demiştir: “Osman b. Affan ve Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anhuma gibi bize Kur’an okutan sahabiler şöyle derlerdi: Ashab-ı Kiram radıyallahu anhum, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den on ayet öğrendikleri zaman, bu ayetlerdeki ilim ve ameli öğrenmeden başka ayetlere geçmezlerdi. Bundan dolayı şöyle derlerdi: “Biz Kur’an’ı, ilmi ve ameli birlikte öğrendik.”[2] İşte bu hadiste beyan edilen hususlar, ayet-i kerimelerde geçen tilavet, ta’lim ve terbiye vazifelerinin icra edilmesidir.
Diğer taraftan Peygamber Efendimiz, terbiye/tezkiye ve amelden mahrum olan ilmin faydasız olduğunu ve gerçekte ilim sayılamayacağını bize bildirmiştir. Nitekim Ebu Derdâ radıyallahu anhu şöyle anlatıyor: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraberdik. Mübârek gözlerini semâya dikip: “Şu anlar, ilmin insanlardan çekilip alındığı anlardır. Öyle ki insanlar ondan hiçbir şeye kâdir olamazlar! buyurdu. Bunun üzerine Ziyâd bin Lebîd el-Ensârî radıyallahu anhu araya girip:” Bizler Kur’ân’ı okuyup dururken ilim bizlerden nasıl alınır? Vallahi biz onu hem okuyacağız hem de hanımlarımıza ve çocuklarımıza okutacağız!” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de:” Allâh iyiliğini versin ey Ziyad, ben de seni Medine’nin fakihlerinden sayardım. Bak işte Tevrat ve İncil, Yahudilerin ve Nasrânîlerin elinde, onlara ne faydası oluyor? (Onları okuyorlar ancak muktezasıyla amel etmiyorlar) buyurdu.”
Râvî Cübeyr sözlerine şöyle devam eder: “Bir müddet sonra Ubâde bin Sâmit radıyallahu anhu’ya rastladım: “Kardeşin Ebu Derda ne söyledi, işittin mi?” dedim ve ona Ebu Derdâ’nın yukarıda söylediklerini haber verdim. Bana: “Ebu Derda doğru söylemiş, dilersen kaldırılacak olan ilk ilmin ne olduğunu sana haber vereyim: Huşû… Büyük bir câmiye girip huşû üzere olan tek bir şahıs bile göremeyeceğin günler yakındır!” dedi.[3]
Haricileri zemmeden hadisler de bu gerçeği ifade etmektedir. Zira hadislerde beyan edildiği üzere hariciler Kur’an okur ve zahiren bazı amelleri yerine getirmekte titiz davranırlar. Ancak bilginin peşinde koşan ve zahirî birtakım amelleri yapmakta aşırıya giden bu taife, nebevî terbiyeden mahrum kalmıştır. Nefisleri temizlenmemiş, ruhları arınmamış ve kalpleri tezkiyeye mazhar olmamış bu taife öğrendikleri zahirî ilmi sahabe-i kiram’ı tekfir etmek için kullanmışlardır. Bu da terbiyeden/tezkiyeden mahrum olan ilmin, kuru bir ağaç gibi faydasız olduğunu ve genelde de hem sahibine hem de topluma zararlı olacağını göstermektedir.
Faydalı İlim ve Faydasız İlim:
Bilinmelidir ki özü itibariyle şerefli olan ilim, insanların onu nasıl kullanacağı açısından iki kısma ayrılmaktadır.
Birincisi; Peygamberlerin ve rabbani alimlerin ilmidir. Bu ilim, onların kalplerini haşyet ile doldurur ve bedenlerini salih amellerle süsler. Nitekim Allah Teâlâ, “Kulları arasında Allah’tan hakkıyla ancak alimler korkar.” (Fâtır:28) buyurmaktadır. Yine diğer bir ayette, “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, ahiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse, inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer, 9) buyurmaktadır. Rasûlullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de “Hiç şüphe yok ki sizin aranızda Allah’ı en iyi bilen ve O’ndan en fazla korkan benim.”[4] buyurmaktadır.
İkincisi; İblisin, Belamların, Yahudi haham ve Hristiyan rahiplerin ilmidir ki, bu ilimleri sebebiyle ucub ve hased hastalığına yakalanmış, batılda inad etmiş, şirk ve küfür mesleklerine taassup göstermiş ve kibirlerine mağlup olmuşlardır. Bu ilimleri hem onların sapmasına ve hem de büyük kalabalıkları saptırmalarına sebep olmuştur. Bu ilim amelsiz ve terbiyeden yoksun bir ilimdir. Bu ilmin en büyük zararı, sahibinin kalbini katılaştırması ve ahireti unutarak dünya hayatına taparcasına sarılmasını yol açmasıdır. Kur’an-ı Kerim’de pek çok yerde ehli kitap alimlerinin, Allah’ın ayetlerini az ve değersiz dünya metaına değiştikleri ve değersiz dünya karşılığında ayetleri gizledikleri bizlere haber verilmiştir.
İşte faydalı ilmin önemi ve faydasız ilmin zararından dolayıdır ki, peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Yüce Mevla’dan kendisine faydalı ilim bahşetmesini ve faydasız ilimden kendisini korumasını niyaz etmiştir.
Ümmü Seleme radiyallâhu anha’dan nakledildiğine göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kılıp selam verdikten sonra şöyle dua ederdi: “Ey Allah’ım! Senden faydalı ilim, güzel (helal) rızık ve makbul amel dilerim.”[5]
Zeyd b. Erkam radıyallahu anhu’nun rivayet ettiği hadiste Rasûlullah Efendimiz şöyle dua etmiştir: “Allah’ım! Nefsime takva nasip et ve onu her türlü günahtan temizle; onu en iyi temizleyecek sensin. Ona yardım edip eğitecek sadece sensin. Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, kabul olunmayan duadan, doymayan nefisten sana sığınırım.”[6]
Birinci hadiste faydalı ilmin bazı meyveleri de belirtilmiştir. Zira faydalı ilim sahibi rızkının helal olmasına hassasiyet gösterir. Helal rızıktan beslenen kimsenin amelleri salih ve makbul olur. Bu da faydalı ilmin, edep ve terbiye meyvelerini verdiğini göstermektedir. İkinci hadiste ise faydasız ilmin acı meyveleri ve kötü sonuçları arz edilmiştir. Zira edep ve terbiyeden yoksun faydasız ilim, sahibini ucub ve hased hastalığına maruz bırakarak kalbini katılaştırıp öldürür. Artık böyle bir kimsenin nefsani arzularına ve heveslerine dur demesi mümkün olmaz. Nefsi ve hevası azdıkça azar ve en değerli fazilet olan ilmi dahi dünyevi çıkarlarına vasıta yapar. Kulluktan o kadar uzaklaşır ve rahmet dergahında sesi o kadar yabancılaşır ki, hiçbir duasına icabet edilmez.
İbni Receb el- Hanbeli faydalı ilmi şöyle tarif etmektedir: Faydalı ilim, iki şeye delalet etmektedir:
Allah’ın zâtını, O’na yaraşan esma-i hüsnâ’yı, yüce sıfatlarını ve hikmetli fiillerini bilmektir. Bu ilim Allah’ı yüceltmeyi, O’nu ta’zim etmeyi, O’ndan korkmayı, O’na karşı kalbin heybetle dolmasını, O’na muhabbet beslemeyi, O’na umut bağlamayı, O’na tevekkül etmeyi, takdirine rıza göstermeyi ve imtihan için takdir buyurduğu belalara sabretmeyi meyve veren ilimdir.
Allah’ın sevip razı olduğu ve kerih görüp öfkelendiği inanç, söz ve gizli-açık amelleri bilmektir. Bu ilim sahibi Allah’ın sevip razı olduğu şeyleri yapmaya gayret gösterecek, O’nun kerih görüp kızdığı şeylerden de şiddetle sakınacaktır.
İşte sahibine bu faydaları sağlayan ilim, yararlı ilimdir. (Bu faydaları elde etmeye vesile olmayan ilim de faydasız ilimdir.[7]
Alimlerin ve Terbiye Konusundaki Hassasiyetleri:
İslam alimleri edepsiz ilmin zararlarını ve terbiye ile süslenmiş ilmin faydalarını çok iyi bildikleri içindir ki, ilim tahsil etmekle birlikte edep ve terbiye konusunda da titizlik göstermişlerdir. İslam tarihi boyunca gerçek anlamda bir ta’lim – terbiye (eğitim-öğretim) birlikteliği sağlamışlardır. Bu iki temel esası ayıranları şiddetle eleştirmişlerdir.
Abdullah b. Mübarek şöyle demiştir: “Ben edebi otuz yıl talep ettim; ilmi ise yirmi yıl talep ettim. Zaten alimler ilimden önce edebi talep edip öğrenirlerdi.”[8]
İmam Malik dedi ki: Muhammed b. Sirin şöyle demiştir: Öncekiler ilim öğrendikleri gibi edep ve terbiyeyi de öğrenmekteydiler.”[9]
İmam İbni Kayyım şöyle demiştir: “İlim talebesinin edep ve terbiyesi, onun saadet ve başarısının alametidir. Edepsizliği de bahtsız ve mahrum oluşunun alametidir.”
Meşhur eğitimci İmam Zernûci şöyle demiştir: “İlim talebesinin çirkin huylardan ve kötü ahlaktan sakınması gerekir. Zira kötü ahlak ve çirkin huylar manevi köpekler mesafesindedir. Köpeklerin içinde bulunduğu eve melekler girmediği gibi; Allah’a karşı masiyetin ve edepsizliğin içinde bulunduğu kalbe de ilim girmez.”
İbni Salah şöyle demektedir: “Hadis ilmi, şerefli ve pek yüce bir ilim olup,en güzel ahlaka ve erdemli davranışlara münasiptir. Çirkin huylarla ve kötü ahlakla asla bir araya gelmez. Bu ilim ahiret ilimlerinden olup, dünya ilimlerinden değildir. Hadis okutmayı veya hadis alanında ders vermeyi isteyen kimsenin, öncelikle niyetini tashih edip ihlaslı olması, kalbini dünyevi gayelerden ve kirlerinden arındırması ve riyaset sevgisinin belasından ve ahmaklığından sakınması gerekir.”[10]
Ta’lim ve Terbiyeyi Ayıranların Çıkmazı:
Tarih boyunca terbiyeye gerekli ehemmiyeti vermeyip ta’limle meşgul olanlar olduğu gibi, ilme gerekli önemi göstermeyip edep ve terbiyeye yönelenler de olmuştur. Eğitimi ihmal ederek sadece öğretmekle meşgul olanların kalpleri katılaşmış ve takvadan nasipsiz hale gelmişlerdir. Bu tip insanların en bariz örneği gazaba uğrayan Yahudilerdir. Zira onlar kitap bilgisine sahip olmakla birlikte Allah korkusunu ve ahireti unutmuş, elde ettikleri ilmi dünyevi çıkarlarını devşirmek için kullanmışlardır. İlim gibi şerefli bir mertebeyi, dünya gibi değersiz bir metaa değişmek insanın maruz kalabileceği en büyük zillet ve en süfli felakettir. Yahudi tahakkümü altında bulunan ve Yahudi şirketleri tarafından yönlendirilen modern dünyanın en büyük hastalığı da işte budur! Fenni ilimler olsun, dini ilimler olsun bilimsel ve ilmi faaliyetlerin icra edildiği müesseselerin çoğunluğu dünyevi amaçlar gütmekte ve diğer insanlara tahakküm etmenin yollarını araştırmaktadırlar. İnsanlığın eşiğine geldiği büyük felaketin sebebi işte burada yatmaktadır. Diğer taraftan bazı insanlar da ilmi ihmal ederek ve sahih ilmi kaynakları görmezden gelerek zühd ve ibadet yolunu tercih etmişlerdir. Bu tip insanlarında en bariz örneği hrıstiyan rahipleridir.
İşte Sufyan b. Uyeyne rahimehullah Müslümanlardan bu iki sınıfa işaret ederek şöyle demiştir: Alimlerimizden bozulanlar, Yahudilere çekmiştir. Abidlerimizden bozulanlar da Hristiyanlara çekmişleridir.”[11]
Hz. Ali radıyallahu anhu da şöyle demiştir: “İslâm konusunda belimi büken şu iki tip insandan başkası değildir. Fâcir âlim ile bid‘atçı nâsik (abid). Fâcir âlime gelince, insanlar kendisinde gördükleri günahlar sebebiyle ilminden uzaklaşırlar. Bid‘atçı nâsik/abid kimseye ise, kendisinde gördükleri ibadet sebebiyle insanlar rağbet gösterirler.”[12] Böylece insanlar bu cahil kimseleri rehber edinir ve onların fetvalarına itimad ederek sapıtırlar. Nitekim Abdullah b. Amr’ın rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurduğunu işittim demiştir: “Şüphesiz Allah, ilmi insanlardan çekip almakla değil, alimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle kaldıracaktır. Nihayet hiçbir alim bırakmayınca insanlar kendilerine cahil birtakım kimseleri öncüler edinirler. Bunlara (soru) sorulur, onlar da ilimsiz fetva verirler de hem kendileri saparlar hem halkı saptırırlar.”[13]
İlimsiz bir şekilde insanlara öncülük eden bu cahil kimseler saptıkları gibi insanları da saptırırlar. Bu cehaletleri hem kendileri hem de insanlar için büyük bir felaket olur. Aynı şekilde edepsiz ve terbiyeden yoksun ilim sahipleri de saptıkları gibi insanları da saptırırlar. Zira bu tip kimselerin kalpleri katılaşır ve sahip oldukları ilmi dünyevi çıkarlarını devşirmek için kullanırlar. Bu kimselerin sebep oldukları felaketin dehşetinden dolayı Allah Teala Kitab-ı Mübinin’de en çirkin temsilleri bunlar için vermiştir. Bu tip insanların öncüleri olan Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini inkâr eden topluluğun hali ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Cuma, 5) Yine bu tip eblehlerin örneği olan Belam hakkında şöyle buyurmuştur: “Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat. Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (Araf, 175-176)
Sapıklıkta insanlara öncülük edenler bu iki tip insandır. Bunların bir de üçüncü tipi vardır ki, onlarda makam ve mevkilerini, iktidar ve servetlerini adeta putlaştırmış olan yöneticilerdir. İşte bu üç sınıf bütün insanlığın aleyhine ittifak etmişlerdir. Her halde şeytan üçgeni dedikleri bu olmalıdır. Allah’tan korkmayan ve şeriatı tatbik etmeyen dünyaperest yöneticiler, ilim gibi şerefli bir makamı dünya gibi değersiz bir metaa satan sefil saray hocaları ve ilimden mahrum olan koyun postuna bürünmüş kurt kalpli müteşeyyihlar… İşte basiret ve feraset sahibi olan Abdullah b. Mübarek rahimehullah bu şer ittifakına karşı insanlığı uyararak şöyle demektedir:
“Dini bozanlar ancak şu üç sınıftır: Zalim yöneticiler, çıkarcı alimler ve çıkarcı abidler. Bunlar nefislerini satarak zarara uğramış, alışverişlerinde kar etmemişlerdir. Hiç şüphe yok ki bütün bunlar bir leşten beslenmektedirler ki, akıl sahibi onun kokuşmuşluğunu görüp anlar.”
Hülâsa:
Allah azze ve celle’nin razı olduğu, Kur’an ve Sünnette bize beyan buyurduğu metod ta’lim ve terbiyenin birlikte icra edilmesidir. Bunu hakkıyla icra eden Rasul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem mucizevi bir nesil yetiştirerek ideal seviyede muvaffak olmuştur. Ondan sonra ashab-ı kiram aynı yöntemle tabiin neslini yetiştirerek hem ilmi hem de ameli sahada İslam’ın korunmasına hizmet etmişlerdir. Tabiin de aynı vazifeyi sürdürerek dört mezheb imamı ve onların izinden giden binlerce fakihin yetişmesine zemin hazırlamışlardır. Aynı şekilde bu hizmetler neticesinde tebe-i tabiin ve ondan sonraki dönemlerde sayılamayacak kadar fakih, muhaddis, müfessir, zahid/abidlerden oluşan rabbani şahsiyetler yetişmiştir. Böylece Allah’ın dini nesilden nesile aktarılarak semadan indiği günkü gibi taze bir şekilde bizlere ulaşmıştır. Bu mübarek kervan bizim zamanımıza doğru geldikçe sürekli azalarak gelmiş olsa da hâlen devam etmektedir. Bundan dolayı Allah’a ne kadar hamd etsek azdır. Ancak bununla birlikte İslam tarihi boyunca Yahudiler gibi ifrata/aşırılığa kaçarak ilmi dünyevileştiren ve dünyevi çıkarları devşirme aracı haline getiren takvadan nasipsiz tipler de olmuştur. Aynı şekilde Hristiyan rahipleri gibi tefritte bulunarak ilimden nasipsiz kuru bir ibadet davası güden cahil âbidler de olagelmiştir. Bu iki sınıf vasat yolu terk ederek hem sapmış hem de diğer insanların pek çoğunu saptırmışlardır. Günümüzde toplumlar üzerinde din adına tahakkümde bulunan bu iki sınıf da İslam aleminin her tarafına yayılmış ve zalim yöneticilerin de desteğini alarak virüs gibi toplumları zehirlemektedirler. Allah Teala bu üç sınıfın da şerrinden ümmet-i Muhammedî muhafaza buyursun!
[1]. Hilyetu’l – Evliya;1/274.
[2]. Ahmed; 23482, İbn-i Cerir, 1/36 Ahmed Şakir sahih olduğunu söylemiştir.
[3]. Tirmizi, İlim, 2653; Dârimî, Mukaddime, 29. Sahih bir hadistir.
[4]. Buhari, İman,20.
[5]. İbn-i Mace, 925, Ahmed, 26700. Hasen hadistir.
[6]. Müslim, Zikir,73.
[7]. Fadlu İlmi’s -Selef, 7
[8]. İbni Cezeri, Ğayetu’n -Nihaye, 1/446.
[9]. Hatib-i Bağdadi, el Cami’, 1/79.
[10]. İbni Salah, Ulûmu’l – Hadis, 213.
[11]. İbni Kesir Tefsiri,4/278.
[12]. Münavi, Feyzu’l – Kadir, 6/525.
[13]. Muttefekun Aleyh.