Gündem Analiz – Muhammed Eyüp / 2023 Ekim / 131. Sayı
“Andolsun ki sizi hem biraz korku ve açlıkla hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele! Öyle ki onlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman ancak ‘Biz şüphesiz Allah’a aitiz ve yine O’na döneceğiz.’ derler. (Bakara, 155-156)
İslam aleminin müstesna coğrafyalarından olan Libya’da eylül ayında yaşanan sel afeti şüphesiz tüm Müslümanları büyük bir üzüntüye uğrattı. Ülkenin doğusundaki Derne şehrini etkileyen sellerde 11 binin üzerinde Müslüman hayatını kaybetti. Binlerce kişinin kaybolduğu seller sebebiyle can verenlerin sayısının 20 bini bulmasından hatta geçmesinden endişe ediliyor.
Derne şehri geçmişten bugüne kafir işgalcilere ve zalim tağutlara karşı mücahid, murabıt ve sebatkar bir şehir olageldi. Sel afetinin böyle bir şehirde yaşanmış olması Müslümanların hüzün ve elemini bir kat daha artırdı.
“Ebu Hureyre radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Şehidler beş sınıftır: Taundan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğularak ölen, yıkıntı altında kalarak ölen ve Allah yolunda ölenlerdir.” (Müttefekun aleyh)
Bu vesileyle Libya’daki afette can veren kardeşlerimize Allah azze ve celle’den rahmet diliyor, onları hükmen şehidler zümresine ilhak etmesini niyaz ediyoruz. Yaralanan kardeşlerimize şifa diliyor, Allah azze ve celle’nin geride kalanlara sabır yağdırmasını temenni ediyoruz.
Bunun ardından, Libya’da yaşanan afetin düşündürdüklerine ilişkin bazı noktalardan söz etmek istiyorum.
Afetin Düşündürdükleri
Öncelikle görmemiz gerekir ki insanların başına gelen her afet, onlar için ya bir öğüt ve rahmet yahut bir azap vesilesidir. Kul neye müstahaksa ve Allah azze ve celle’ye karşı zannı neyse karşılaştığı durum da bu minvalde anlam kazanır.
İbn Ebi Dünya, Enes bin Malik radiyallahu anh’ın şöyle söylediğini rivayet eder:
“Yanımda bir başka adam daha olduğu halde Ayşe radiyallahu anha’yı görmeye gittim. O adam, Ayşe radiyallahu anha‘ya şöyle sordu:
– Ey mü’minlerin annesi! Bize depremden bahset.
Ayşe radiyallahu anha ise şöyle söyledi:
– İnsanlar zinaya izin verdiklerinde, içki içildiğinde, müzik aletleri çalındığında Allah subhanehu ve teala yeryüzüne şöyle emir verir: Onları sars, olur ki vazgeçer ve tevbe ederler. Yapmazlarsa başlarına yık.
Adam sordu:
– Ey mü’minlerin annesi! Bu onlar için bir azap mıdır?
Ayşe radıyallahu anha şöyle cevap verdi:
– Mü’minler için öğüt ve rahmet, kafirler için ise eziyet, azap ve gazaptır.
Enes bin Malik dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından beri beni bunun kadar mutlu eden bir hadis işitmemiştim.”
Libya’daki afetler de tıpkı bu şekilde, Allah’a iman edenler için bir öğüt ve rahmet vesilesiyken, O’na isyan edip meydan okuyanlar için bir azaptır.
Bildiğimiz üzere mazlum Libya halkı uzun süredir çeşitli tağuti idarecilerin ve zalimlerin tasallutu altındadır ki bunların sonuncusu, ülkenin doğusunda kontrolü elinde tutan Halife Hafter isimli savaş ağasıdır. Hafter bu bölgeyi küresel küfür düzeninin de desteğiyle kontrolü altına almıştır. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden verilen maddi destekle bir orduya çevirdiği paralı askerleri Müslümanlara karşı zulmetmek üzere kullanmıştır. Bölgedeki İslami yapılara saldırmış, onları katletmiş, işkenceler uygulamış, kadınların namusuna el uzatmıştır. Müslümanların kontrolü altındaki Derne de yaklaşık 5 yıl süren kuşatmanın ardından Hafter’in zalim güçlerinin eline geçen şehirlerden biridir.
Hafter, tıpkı zalim tağut Muammer Kaddafi gibi, Müslüman Libya halkına zulmetmiş, onlara her türlü işkence ve tasallutu reva görmüştür. Kaddafi’nin zindanlarında binlerce mücahid Müslüman katledildiği gibi Hafter’in zindanlarında da aynı şeyler yaşanmıştır.
Hafter, tıpkı dünyadaki diğer tağut kardeşleri gibi, sadece kendi çıkarlarını ve istikbalini düşünmüş, zor kullanarak kontrol altına aldığı bölgelerde yaşayanlar için hiçbir gerçekçi yatırım yapmamıştır. Dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip olan bu mazlum ülkenin halkı neden hala yoksulluk içerisinde yaşamaktadır? Neden hala dış yardıma muhtaçtır? Neden hala seller, afetler burada binlerce Müslümanın canını almaktadır? Oysa Libya yoksul bir ülke olamayacağı gibi Derne de bakımsızlık yüzünden patlayan bir barajın haritadan sileceği kadar yoksul bir şehir olamaz.
Bu noktada şu hususun farkında olmak gerekir. Şüphesiz kaza ve kader Allah azze ve celle’dendir, bir kimsenin eceli geldiğinde bu bir an dahi ertelenmez. Fakat Allah azze ve celle tüm bunları vasıtalara, vesilelere bağlı kılmıştır. Bir kimsenin hiçbir tedbir almadan, hatta sorumluluklarını ihmal ederek ölümlere, kayıplara yol açması ve daha sonra Allah’ın kaderinin arkasına saklanması çirkin bir davranıştır.
Ömer radıyallahu anh bir Şam yolculuğu sırasında, şehirde veba hastalığı olduğunu öğrendiğinde gitmekten vazgeçmiştir. Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahu anh ise ona şöyle sormuştur:
“- Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?”
Ömer radıyallahu anh ise ona şöyle yanıt vermiştir:
“- Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vadiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allah’ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan yine Allah’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?” (Buhari, Tıb, 30)
Özetle, afete karşı tedbirler alınmaması Allah’ın kaderi olduğu gibi, tedbirler alınması da yine O’nun kaderidir. Kader, zalimlerin sığınacağı bir kale değildir.
Esasen, hepsinden ötede, biz Müslümanların bu İslam beldelerini sadece bu gibi afetler yaşandığında hatırlıyor olmamamız gerekir. İslam beldelerini zalim tağutların insafına bırakıp ardından bu gibi afetlerde Müslümanları hatırlamayı ve onlara yardım etmeyi “vazifemizi yerine getirmek” sayamayız. Bilakis bizim vazifemiz zulmü, küfrü, tuğyanı, Müslümanlara tasallut eden zalim hainleri yeryüzünde barındırmamaktır. Müslümanları bunların tasallutundan kurtarmaktır. Zira bu zalimler yeryüzünde egemen olduklarında Müslümanların ne dünyasını ne de ahiretini düşünürler. Müslümanların fevc fevc can vermesi yahut topluca Allah’ın dinini terk etmeleri bunların umurlarında olmaz.
Bizler, Müslümanların akıbetlerini bu zalimlerin ellerine terk edemeyiz. Zalimlerin insafına terk ettiğimiz Müslümanların başına afetler geldiğinde onlara kısıtlı yardımlarda bulunmuş olmayı “sorumluluğumuzu yerine getirme” olarak değerlendiremeyiz. Bu tarz bir yaklaşımı bir İslami hareket usulü haline getiremeyiz. İslami hareketin usulü Müslümanları kafirlerin insafına terk edip daha sonra onlara ölmeyecek kadar yardımda bulunmak değildir.
Bunu yapmak kimin işine yarar düşünmek gerekir. Müslümanları sömürüp, onların en temel ihtiyaçlarını dahi ihmal eden ve büyük mağduriyetler oluşturan zalimleri devirmek için plan ve program yapmayı terk etmiş haldeyiz. Bunun yerine, bu zalimlerin oluşturduğu mağduriyetleri telafi ediyoruz. Bu durum, zulme uğrayan ve sömürülenlerin tepkisinin azaltılmasına yol açıyor, onların kıyam edecek kadar öfkelenmesine mâni oluyor. Zalimler Müslümanları sömürüp onları mağdur ederken bizler zulmü önlemek yerine zulmün sonuçlarını makyajlıyoruz.
Bu şu anlama gelmemeli: Elbette Müslümanları açlıktan, hastalıktan ölüme terk edecek, afetler karşısında onları yalnız bırakacak değiliz. Ancak kendimizi hiçbir siyasi programı olmayan ve tüm yaklaşımı mağduriyet gidermekten ibaret olan kimseler düzeyine indirgeyemeyiz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem İslam’ın hareket metodunu ortaya koymuştur. Bizim “çağa uygun” ve “makul” yeni hareket tarzları üretmemize İslam’ın ihtiyacı yoktur. Bilakis bizler İslam’ın kendi hareket metodunu anlayarak kendimizi ıslah etmeye muhtacız.
Şayet bunu yapmazsak ne Müslümanların mağduriyeti sona erecek ne de bizler kendimizi kurtarabileceğiz.