Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2020 Ocak / 86. Sayı
Hamd; “Müminler Allah’a tevekkül etsinler (güvenip dayansınlar!)” (İbrahim, 11) buyurarak Allah azze ve celle’ye iman ettiklerini söyleyen ve bu iman iddialarında samimi olanların sadece Allah’a tevekkül etmesini ve başkalarına itimad etmemeleri gerektiğini emreden Allah’a,
Salât ve Selâm; “Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Nitekim kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde akşam dolu kursaklarla dönerler”[1] buyurarak gereği gibi tevekkül etmenin nasıl olacağını ve tevekkülü gerçek manada anlamanın önemine değinen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e,
Allahu Teâlâ’nın lütuf ve ihsanı, affı ve keremi, sonsuz ikramı ise tevekkülün hakikatini anlayıp söz ve fiilleriyle hayatına dâhil eden ve bu inancını “Hasbunallahu ve ni’mel vekîl” sözleriyle de taçlandıran mümin ve müminatın üzerine olsun.
Tevekkül sözlükte: “Güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek” anlamlarına gelir. Terim olarak ise: “Hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan sonra Allah azze ve celle’ye dayanıp güvenmek ve işin sonrasını Allah azze ve celle’nin takdirine bırakmak” demektir. Bizi hayra götürecek sebeplere sarılıp çalışmak, Allah azze ve celle’nin bizim yardımcımız olduğunu unutmamak ve neticeyi Allah azze ve celle’ye bırakmak ve sonuçta meydana gelen kazaya da rıza göstermektir. Yani bu sonucun bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inanmaktır.
Tevekkül, bâki olana yönelik olmalıdır. Tevekkül ancak bu takdirde bir anlam ifade eder. Fânilere güvenenler ise eninde-sonunda büyük bir pişmanlık yaşarlar. Nitekim Allahu Teâlâ: “Ölümsüz ve daima diri olan Allah’a güvenip dayan. Onu hamd ile tesbih et!..” (Furkan, 58) buyurmuştur. Doğru sebebe yapışan doğru netice alır. Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. “Bir işe karar verdiğin zaman, Allah’a tevekkül et, Ona güven!” (Âl-i İmran, 159) ayet-i kerîmesi, tevekkül ile beraber azmederek çalışmanın önemini de göstermektedir.
Örneğin; bir çiftçi öncelikle, tarlasını zamanında sürecek, toprağı ekime elverişli hale getirecek, ardından doğru tohumu atacak, tarlasını sulayacak; mahsulüne zararlı olabilecek otlardan arındırmak için çapalayacak, zarar verme ihtimali olan böcek ve haşerelere karşı gereken ilâcı atacak, gerekirse ekim öncesi ve bitkinin büyüme evresinde gübresini de verecek, elinden gelen bütün gayreti gösterdikten sonra da iyi ürün vermesi için Allah azze ve celle’ye güvenip sonucu O’ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan “kısmetimizde ne var ise o olur” deyip tarlayı ekmeden mahsulün yetişmesini beklemek tevekkülü (elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra gerisini Allah azze ve celle’ye havale etmeyi) hazır yiyicilik olarak anlamaktan kaynaklanır. Bu durum İslam’ın tevekkül anlayışıyla bağdaşmaz.
Hangi şartta olursa olsun Allahu Teâlâ’ya devamlı bir güven içinde olmak ve rızık verici olarak sadece Allah azze ve celle’yi bilmek ve bu bilinçle hareket etmek, Allah azze ve celle’ye gereği gibi tevekkül etmek anlamına gelmektedir.
Çalışmak, çabalamak, tedbir almak gibi davranışlar her ne kadar rızkın zahiri sebepleri olsa da gerçek sebebi değildir. Rızkı veren yalnızca Allah azze ve celle’dir. Bazen rızık, bakımını üstlendiğimiz evlatlarımız veya eşimiz veya bir yetim ve bir fakire yardım etme vesilesiyle ve daha nice kendimiz haricindeki benzer sebeplerle Allahu Teâlâ tarafından bizlere takdir edilebilir. Allah azze ve celle kendisine güvenen kulunu mahrum bırakmaz, onu değişik şekillerde rızıklandırır. Tevekkülün karşılığı, sebepler dünyasında herhangi bir yolla, herhangi bir şekilde mutlaka görülür.
“Güçsüz ve zayıflarınız sebebiyle rızıklandırılıyor ve destekleniyorsunuz” hadisi şerifi de bu anlattıklarımızı desteklemektedir. İlahi yardım ve tecellinin birçok yolu vardır. “Allah, akla hayale gelmeyen yer ve yönlerden kullarını rızıklandırır.”
Aileden birinin Allah azze ve celle’nin dinini öğrenmeye kendini adaması sebebiyle diğer tüm fertler rızıklandırılabilir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in devrinde, yanına gelip ilim tahsil eden ve diğeri de çalışıp rızık teminiyle meşgul olan iki kardeş arasında geçen kıssada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in cevabı pek manidardır.
Çalışan kardeşin, diğerini yani ilim tahsiliyle meşgul olanı şikâyeti üzerine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Nereden biliyorsun! Belki de onun vesilesiyle rızıklandırılıyorsundur!”[2] demesi, rızkı kendinden bilmeyip gerçek rızık verenin Allah azze ve celle olduğu bilincine sahip olmanın önemine ve bu uğurdaki gayretlerin ancak bu inanç ile bir anlam kazanacağına işaret eder. Rızkı, çalışma ve gayrete bağlamak, sebebi yaratıcı yerine koymak gibi büyük bir yanlışa götürür. Çünkü ayette de beyan buyurulduğu gibi: “Yeryüzündeki bütün canlıların rızkını ancak Allah verir.” (Hud, 6)
“Cennete girecek bir kısım insanlar vardır ki, onların kalpleri kuş kalbi gibi (rakîk ve güven içinde)dir.”[3] hadisi cennete girecek birtakım insanların kuş kalpli olmasından maksadın, “Allah’a güvenen ve tevekkül edenler” olduğunu söylemişlerdir. Konunun başında zikrettiğimiz hadisi şerif, kuşların erken saatlerde yuvalarından çıkarak rızıklarını aramalarını; çalışma ve rızık aramanın tevekküle ters düşmediğini, bilakis, sabahları boş kursakla, endişesiz bir şekilde rızık aramaya çıkan kuşların rahatlığı ve teslimiyeti içinde, yersiz endişelere ve düşüncelere kapılmadan nasip aramanın önemini ve boş oturmamayı, tevekkülün gereği saymaktadır. İşin doğrusu da budur. Zira kuşlar her sabah, her türlü endişeden uzak olarak tam bir tevekkül içinde yeni güne başlarlar ve bütün korkaklıklarına, çekingenliklerine rağmen karınlarını doyururlar. Allah Teâlâ onlara da günlük rızıklarını verir. Nitekim bir ayet-i kerîmede “Nice canlı yaratık vardır ki rızkını (biriktirip yanında) taşımaz. Allah ona da size de rızık verir” (Ankebut, 60) buyurulmuştur. Rivayete göre, Mekke’de müşriklerden gördükleri baskı ve işkenceler karşısında Peygamber aleyhisselam, Müslümanlara Medine’ye hicret etmelerini tavsiye etmişti. Bunun üzerine içlerinden bazıları “Oraya nasıl gider, orada ne yer ne içeriz?” diye endişelerini belirtmişlerdi. İşte o zaman Allahu Teâlâ, böyle düşünenleri bu ayette uyarmış, rızkı verenin Allah azze ve celle olduğunu ve dolayısıyla O’na güvenmek gerektiğini hatırlatmıştır.
Kulların rızık konusunda Allah azze ve celle’ye karşı tam bir güven içinde olmaları, bu açıdan kuşları örnek almaları ve kendilerini Allah azze ve celle’nin rızıklandırdığı, rızkını sırtında taşımayan nice canlıların bulunduğunu unutmamaları esastır. Allah azze ve celle’ye güven duygusu demek olan tevekkül, kalpte bulunur. Bu duygu kalpteki yerini koruduğu sürece gayret ve çabalar tevekküle asla ters düşmez. Bir zorluk çıkarsa, bu, Allah azze ve celle’nin takdiri iledir, bir kolaylık olursa, bu da Allah azze ve celle’nin kolaylaştırması iledir. Kul kendisinde bir varlık ve güç görüp işi zora sokmamalı, üzerine düşeni yapmakla yetinmeli, neticeyi daima Allah azze ve celle’ye havale etmeli, O’ndan bilmelidir.
Önemli olan; âlemlerin Rabbi ve hepsinin rızkına kefil olan Allah azze ve celle’ye itimadı ve inancı sarsmamak, gereksiz, yersiz ve caiz olmayan duygulara kapılmamak ve yanlış eylemlere ve fiillere tevessül etmemektir. Zira böylesine bir güven sapması, gösterilen gayretlere rağmen, tatmin edici sonuçlara ulaşamamanın sebebi olur. Özellikle şu zamanlarda insanların ekonomik sıkıntılarının çözümünü ve refahı, Allah azze ve celle’nin dinine ihlas ile yönelmek ve O’na tevekkül etmek yerine, çalışıp çaba göstermeden İslam’a muhalif olan kısa yollardan elde edilecek kazançlara ve Allah azze ve celle’nin haram kıldığı kumara, şans oyunlarına, piyangolara ve çekilişlere bel bağlamaları hakiki manada iman ve tevekkül inancıyla bağdaşmamaktadır. Müslüman olmayan insanlar değişik varlıklara bel bağlayabilirler. Ama müminler sadece Allah azze ve celle’ye bel bağlamalı ve O’na tevekkül etmelidirler. Zaten müminlere de ancak bu yakışır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Muhakkak ki Allah, emrini yerine getirendir.” (Talak, 5)
Allahu Teâlâ, kendisine tevekkül edeni, güvenip itimad edeni başkasına muhtaç etmez. Allah’ın yardımı tevekküle bağlıdır. Gerçek müminler Rablerine tevekkül edenlerdir.
“Gerçek müminler o kişilerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri titrer. Allah’ın ayetleri okunduğunda bu ayetler onların imanlarını pekiştirir de sadece Rablerine tevekkül ederler (güvenip dayanırlar).” (Enfal, 2)
Seyyid Kutup rahimehullah’ın: “Onlar (Müslümanlar) Allah’ın işçileridirler. Allah nerede, ne zaman ve nasıl çalışmalarını diliyorsa o şekilde çalışıp belirli ücretlerini alırlar. Ama ellerinde ne lehte ne de aleyhte bu daveti belirli bir sonuca doğru yön verme yetkisi yoktur. Çünkü bu iş sahibini ilgilendirir, işçiyi değil.” sözleri de burada hatırlanması gereken, Allah azze ve celle’nin dini ve tevekkül hususundaki inancımızın nasıl olması gerektiğini ortaya koyan önemli sözlerdendir.
Allah azze ve celle’ye güven ve tam itimat, insanı dünyada birtakım yersiz kuşku ve duygulardan, yanlış uygulamalardan, ahirette de sorgu-sualden ve azaptan kurtarır. Yine hesapsız-azapsız cennete girecek yetmiş bin kişinin kimler olduğunu Nebi sallallahu aleyhi ve sellem: “Onlar rukye yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine tevekkül edenlerdir (O’na dayanıp güvenenlerdir)”[4] şeklinde izah etmiştir.
Bir mümin için tevekkülün en kısa ve kesin ifadesi: “Hasbunallahu ve ni’mel vekil” sözüdür. İbrahim aleyhisselam ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, en kritik anlarında bu cümleleri söyleyerek Rablerine yönelmişlerdir.
İbrahim aleyhisselam’ın, Nemrut tarafından mancınıkla ateşe atılması olayı Kur’an-ı Kerîm’de tafsilatlı bir şekilde anlatılmaktadır (Enbiya, 51-70). Ta baştan beri Allah azze ve celle’ye tam bir güven içinde bulunan İbrahim aleyhisselam en son anda, ateşe fırlatılırken de aynı itminan ve güven ile “Allah bana yeter, ne güzel vekildir O!” teslimiyeti içinde sadece Allah azze ve celle’den yardım beklediğini dile getiriyordu. Ateşe düşerken Hazret-i Cebrail gelip, “Bir dileğin var mı?” diye sorunca, “Var fakat sana değil” diyerek sözünün eri olduğunu göstermişti. Bunun için âyet-i kerimede “Ve (ahdine) vefa gösteren İbrahim’in…” (Necm, 37) diye övüldü. Sonuç ise gerçek tevekkülün akıllara hayret veren mutlu sonu idi: Kızgın ateşin serinlik veren bir ortama dönüşmesi… Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Mesele sadece O’na güvenmektedir.
İkincisi de İslam tarihinde “Bedr-i Suğra” (Küçük Bedir Savaşı) diye bilinen hadisedir. Peygamber aleyhisselam ile ilgili olaya ise Âl-i İmran Suresi’nin 173. ayetinde işaret buyurulmaktadır. Uhud Savaşı’ndan sonra Ebu Sufyan “Bir sene sonra Bedir’de buluşalım” demiş, Peygamber aleyhisselam da “İnşaallah” diye cevap vermişti. Vakit gelince Ebu Sufyan Mekkeli müşriklerden topladığı güçle Merru’z-Zahran denilen yere kadar gelip ordugâh kurmuştu. Ancak kalbine düşen korku sonucu Mekke’ye geri dönmeye karar vermişti. Tam bu sırada Medine’ye gitmekte olan Nuaym bin Mesud ve adamlarıyla karşılaştı. Henüz Müslüman olmayan Nuaym’a: “Al sana on deve! Medine’ye gittiğinde, büyük bir kuvvetle gelmişler, seni bekliyorlar, diye Muhammed’i korkut!” demişti. Nuaym, Medine’de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i harp hazırlıkları içinde buldu. Ebu Sufyan’ın isteğini yerine getirerek: “Ebu Sufyan, Mekkelileri toplayıp gelmiş, sizi bekliyor. Giderseniz hiçbiriniz geri dönemez!” diye Müslümanları korkutmak istedi. Başta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere ashâb-ı kirâmın Allah’a iman ve güvenleri artmış ve “Allah bize yeter, ne güzel vekildir O!” demişler ve sözleşilen yere hareket etmişlerdi. Bedir mevkiine gelince düşmanın çoktan çekip gittiğini gördüler. Panayır süresinde orada kalıp ticaret yaptılar, sonra da Medine’ye döndüler.
İbrahim aleyhisselâm ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu tavırları bir taraftan tevekkül ve yakînin peygamberlerin hayatındaki yerini gösterirken, diğer taraftan bu durumun fevkalâde yüksek seviyeli bir iş olduğuna ve bu seviyeyi kazanmaya dair teşvikte bulunmaktadır.
Tevekkül ve yakîn duygusu, kemâl noktasını bulduğu zaman kul, Allahu Teâlâ’nın yardım ve korumasını sanki gözleriyle görüyormuş gibi bir huzur ve tatmine ulaşır. Bu noktadan sonra da hiçbir şeyin kaygısı söz konusu olamaz. Nitekim hicret esnasındaki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in tavırlarında bunun neticesini görürüz. Peygamber aleyhisselam, hicret esnasında yol arkadaşı Ebu Bekir radıyallahu anh ile birlikte Mekke’den çıkıp birkaç günlüğüne Sevr mağarasına sığınmıştı. Müşrikler ise her tarafta onları arıyordu. İşte onlardan bir grup mağaranın üzerinde gezinip dururken, içeriden Ebu Bekir radıyallahu anh onların ayaklarını görmüş ve endişesini “Şöyle eğilip ayaklarının dibine bakacak olsalar, bizi görecekler” sözüyle dile getirmişti. Allah azze ve celle’ye karşı her an tam bir güven ve tevekkül içinde bulunan Peygamber aleyhisselam ise: “Üçüncüsü Allah olan iki kişiyi sen ne sanıyorsun? Onlar hiç ele geçer mi?” diye onu teselli etmiş, Allah’ın kendilerini koruyacağına olan güvenini açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerîm bu olayı anlatırken: “Üzülme, endişelenme, Allah bizimledir” (Tevbe, 40) şeklinde bildirmektedir.
Yine Allahu Teâlâ: “Şüphesiz biz Peygamberimize ve müminlere bu dünya hayatında da şahitlerin şahitlik edecekleri günde de yardım ederiz” (Müminun, 51) buyurmuş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’ı ve inananları yalnız bırakmayacağını bildirmiştir.
Bir hadisi şerifte, “Kim, evinden çıkarken: ‘Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve taate kuvvet bulmak ancak Allah’ın tevfik ve yardımıyladır’ derse kendisine: ‘Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun’ diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır.’
Ebu Davud’un rivayetinde şu ilâve vardır: “Şeytan, diğer şeytana: Hidâyet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmış ve korunmuş kişiye sen ne yapabilirsin ki? der.”[5]
Hadiste evinden çıkarken “Bismillah, tevekkeltü alallah ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” diyenin, Allah azze ve celle’ye güven tazeleyip, işlerini, hatadan korunmasını, tâat ve hayırlara muvaffak kılınmasını Allah azze ve celle’nin yardımına bağlayan, yani inancını böylece ortaya koyan kişinin, umduklarına kavuşacağını haber vermektedir. Üstelik şeytanın kendisini yanıltmaktan ümidini kesip uzaklaşacağını bildirmektedir. Biz de bu vesileyle evimizden her çıktığımızda bu zikirlerle meşgul olmalı, Rabbimize olan tevekkülümüzü bu cümlelerle dillendirmeliyiz. Unutmayalım ki umduklarımıza nail olmamız ve şeytandan korunabilmemiz bu zikirleri çokça söylemekle mümkün olacaktır. Rabbimiz bizleri gereği gibi tevekkül ehli kimselerden eylesin.
Selâm ve Dua ile…
[1]. Tirmizî, Zühd, 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd, 14.
[2]. Tirmizi, Zühd,33.
[3]. Müslim, Cennet 27. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 331
[4]. Buhârî, Tıb, 1; Rikak, 50; Libâs, 18; Müslim, Îmân, 374. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet, 16.
[5]. Ebu Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34