Serbest Köşe – Murat Ensar Erdoğan / 2025 Mart / 148. Sayı
Allah azze ve celle’nin yüce kitabı Kuran-ı Kerim’de değindiği önemli hususlardan biri kâinata nakşettiği Sünnetullah’ını (yasalarını) bize tanıtmasıdır. Muhakkak ki varlık alemine çıkan her şey Allah azze ve celle’nin isim ve sıfatlarının tecellisi sonrası mevcut olmuştur. Yukarıda yazımızın başlığına alıntı yaptığımız Âl-i İmran Sûresi 140. ayette Allah azze ve celle kâinata koyduğu çok önemli bir kanunu bize belirtiyor. Önce ayetin tam metnini belirtmeden indiği bağlamı hatırlatmamız gerek.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kıymetli ashabı bir sene evvel Bedir’de müşriklerin önde gelenlerinin büyük bir kısmını kılıçtan geçirmenin öz güveni ile Uhud’da aynı şekilde kafirlerin önüne çıkmış, ancak Müslümanların çok büyük bir bedel ödediği sonuçla savaş neticelenmişti. Bu netice karşısında sahabenin bazılarında insan fıtratı gereği “bu iş nerden çıktı” (Âl-i İmran 165) gibi düşünceler kalplerinde belirmişti. Ayetin tam metni meal olarak şu şekilde; “Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Müşrikler de Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.”
Peki sahabenin kalbine gelen bu vehim benzer şekilde bizimde kalbimize gelmiyor mu? Biz haklı taraf olarak Allah azze ve celle’nin tüm ümmetlere şahit ümmet olarak gönderdiği İslam ümmeti neden yaklaşık yüz senedir büyük bedeller ödüyor? Dünyada nerede kan dökülürse orası İslam coğrafyası oluyor? Hatta yakın zamanda Ukrayna savaşına dikkat çekmek isteyen batılılar ölen insanların Irak’ta Afganistan’da esmer tenli insanların değil, Avrupa’nın orta yerinde sarı saçlı mavi gözlü insanların olduğunu söylediler. Hem de anlaşmışlar gibi farklı farklı kişilerden defalarca bu söylemleri duyduk. Bu bahsettiğimiz vehmin imani bir şüpheye dönüşmemesi için alıntı yaptığımız ayetin hikmetini anlamamız gerek.
Yazımızın başında tüm varlık alemine çıkan oluşların Allah azze ve celle’nin tecellisi neticesinde gerçekleştiğini belirtmiştik. Allah azze ve celle’nin varlık alemine tecellisini barındıran her isim ve sıfat zıtlıklar içerir. Örneğin Hadi (hidayet eden) ismine mukabil Mudil (dalalete düşüren), Rafiı (yükselten) ismine Hafid (alçaltan) karşılık gelmiştir. Bu zıtlıklar, kâinatta gerek istenen olsun gerekse istenmeyen olsun tüm oluşların sonsuz hikmet sahibi, mülkün tek maliki Rabb-ül Alemin olan Allah azze ve celle’nin takdiri ve yaratmasıyla olduğunu bize öğretir. En nihayetinde tüm oluşlar mevcut alemine yaratma sıfatıyla ortaya çıkar, Rabliğinin tecellisiyle kemale ulaşır ve zevale de ancak O’nun iradesiyle erer. Hiçbir varlık bulunduğu konumda bulunduğu şekliyle kalmaz.
Geniş tarih perspektifinden baktığımızda da devletler, fikirler ve hatta ümmetler bile bir insan gibi doğar, olgunluğuna ulaşır ve ölüm kaçınılmaz olarak onu bulur. Ancak bu ölümle yok olmanın kıyamete kadar ertelenmiş olmanın bir istisnası vardır; iman ve küfür mücadelesi. Allah azze ve celle’nin dalalet ve hidayet tecellisinin devamlı kâinatta meri olabilmesi için hidayet ehli ve dalalet ehlinin kıyamete kadar toptan yok olmaması gerekir. Ancak yok olmama kaçınılmaz olarak ayette belirtilen hususu peşi sıra getirir. Günlerin devamlı olarak dönüp durmasını, ya tam bir olgunluk gidişatına sahip olmayı ya da tam bir zayıflık haline dönüşmeyi.
Allah azze ve celle sonsuz ilim sahibi olarak bizlere bu yüzden cihad farzını emretmiştir. Çünkü kâinatta hiçbir şekilde durağanlık olmadığı gibi hak ve batıl mücadelesinde de durağanlık bulunmamaktadır. İslam tarafı ya kemale ermekte ya da onu bekleyen mutlak mağlubiyete doğru yol almaktadır. Mağlup edilme sonucunun en büyük müsebbibi hiç şüphesiz cihadın yani kemale eriş yolunun terki olduğunu Allah azze ve celle’nin kâinata koyduğu bu kanunla biliyoruz. Allah azze ve celle kitabında her daim cihad halinde ya da cihada hazırlık halinde bulunmamızı bize bu yüzden emretmiştir.
Ayetin devamında koyduğu bu kanunun hikmetini de Cenab-ı Allah bize belirtmiş; “inananların açığa çıkması ve şahidler edinmek.” Allah azze ve celle, öncelikli muradı olarak gönderdiği her musibetle davasında samimi olanları açığa çıkarmak olduğunu ilk olarak bize belirtmiş. Çünkü hepimizin hayatında da gözlemlediği üzere musibetlere sabır ancak imanda belirli bir noktaya erişmiş olanların ulaşabileceği bir mertebe. Üstelik gelen musibetin İslam davası uğruna olması ve peşinden sabrın gelmesi ancak seçkin olanların başarabildiği hepimizin malumu. İslam davasının başlangıçtan kıyamete muzaffer olduğu bir senaryoda bırakın Müslümanlardaki kalitenin ortaya çıkmasını, kafirlikte bile en düşük sınıf olan münafıklığın müsebbibi olduğunu Mekke ve Medine dönemini tahkik edenler bilir. Müslümanların mustazaf olarak yaşadığı Mekke’de olmayan münafıklık, Müslüman olmanın belirli bir sosyal statü getirdiği Medine’de vuku bulduğunu pek çoğumuzun malumu.
Ayette Allah azze ve celle günleri döndürmesinin ikinci hikmeti olarak şahitler edinme muradından bahsediyor. Şahitlik müessesesinin amacının bir şeyin doğruluğunu tahkik ve ilan edilmesi olduğunu düşündüğümüzde kelime seçiminin ne kadar hikmetli olduğunu anlıyoruz. Allah azze ve celle’nin nizamı o kadar mükemmel tesis edilmiştir ki her zaman, her şart ve her durumda dinini yaşayan, hal ve tavrıyla mükemmel bir nizama tabi olduğunu beyan eden şahitleri olmuştur. İslam, dünyaya hükmettiğinde izzetinin doruk noktasında da şahitler edinmiş, mustazaf olarak mücadele ederken de örnek timsali önderler yetiştirmiştir. Örneğin mülkün ve izzetin doruk noktası Süleyman aleyhisselam nimete karşı şükür sahibi olma noktasında Kuran’da timsal olarak bize sunulmuştur. İlim sahibi Sebe Melikesi’nin tahtını göz kırpmadan daha kısa sürede karşısına getirince “Rabbimin lütfundan, ihsanından, şükür mü edeceğim, nankör mü olacağım, beni sınamak istiyor. Fakat şükreden, mutlaka kendisini faydalandırmış olur ve nankörlük edene gelince hiç şüphe yok ki Rabbim, kullarından müstağnidir, onlara karşı lütuf ve kerem sahibidir” duası dilinden dökülmüştür.
Hz. Ömer radıyallahu anh’ın hilafet zamanı Bizans dize getirildiğinde Bizans elçileri karşısındaki düşmanı tanımak için Medine’ye gelmiş, adetleri üzere hükümdarın sarayını aramışlar. Kendisini mütevazi bir şekilde bir ağacın altında uyur vaziyette bulduklarında nasıl bir güçle karşı karşıya olduklarını böylelikle anlamış olduğu kaynaklarda belirtilir. İslam mülkün bozmadığı örnek önderler çıkarttığı gibi zilletin en kabil olduğu esaret anında dahi izzetin doruk noktasında olan, idam sehpasına giderken “ben cellatlarımdan uzun yaşayacağım” diye haykıran Ömer Muhtarlar, “Allah’ın birliğine şehadet eden parmaklarım, bir tağutun hükmünü asla onaylamayacaktır” diyen Seyyid Kutuplar yetiştirmiştir.
İslam tarihini bir insan ömrüne kıyas edersek hayatımız bir insanın gördüğü bir mevsim süresine denk gelmiş durumda. Evet her an acı dolu olaylara şahit olup boğazımızdan utanarak lokma geçirdiğimiz bir dönemdeyiz. Ama şunu unutmayalım gördüğümüz bu mevsimden önce çok mevsim yaşandı ve çok mevsim yaşanacak. Yazlar tekrar geleceği gibi (ki Allah azze ve celle’nin vaadi) belki Allahu alem kışlar gelecek. İslam’ın temsil planında zayıf döneminde yaşamamız ahiret perspektifinden bizim için büyük bir nimet olduğunu, Peygamber efendimiz döneminde fetihten önce bu davaya baş koyanlarla fetihten sonra Müslüman olanların bir olmayacağını belirten Hadid Sûresi 10. ayet bize bildiriyor. Hepimiz kader planında Allah azze ve celle’nin mutlak rızasına kavuşup cennetine gitmek için olması gereken zamanda olması gereken durumdayız. Yeter ki şahitlerden olabilelim.