Tarihin Puslu Olayları – Nedim Bal / 2025 Mayıs / 150. Sayı
1831’de İtalyancı Giuseppe Mazzini, (1805-1872) masonik “Genç İtalya Hareketini” kurdu ve İtalya’nın Ulus devlet olarak birleşmesini sağladı. O dönemin Miliyetçi-Uluscu anlayışının simgesi ve canlı rol modeli olan Genç İtalya Hareketi hızlı bir şekilde Genç Almanya, Genç Bosna ve Genç Polonya gibi isimlerle diğer ülkelere de yayıldı ve bu ülkelerde ihtilaller yaparak krallıkları devirdiler.
Ülkemizde JönTürkler olarak bildiğimiz “Genç Türkler” hareketinin kaynağı da işte bu Genç İtalya Hareketiydi. Batıdaki hareketler Kralları ve Hristiyanlığı zayıflattığı gibi “Genç Türkler” de padişahı/hilafeti ve İslam’ı zayıflatmak istiyordu. Bu sırada Osmanlı Yahudi’si Emmanuel Karaso, Selanik’teki mason locasının üstadı oldu.
Aynı zamanda Emmanuel Karaso, Yahudi Allatini ve Rothschild ailelerinin ortaklığında kurulan Selanik Bankası’nın da müdürüydü. “Genç Türkler” teşkilatı, Emmanuel Karasu’nun talimatıyla mason locasını örgütlerinin merkezi kabul ettiler. Genç Türkler, yine Genç İtalya hareketine ait “birlik, ilerleme ve hürriyet” sloganından ilham alarak “İttihat ve Terakki Cemiyetini” kurdular. Tüm bu gelişmelerin neticesinde süreç ister istemez Osmanlı Devleti ile Yahudileri karşı karşıya getirecekti. Çünkü Yahudilerin devlet kurmak istedikleri topraklar Osmanlı Devleti sınırları içindeydi.
Yahudilerin devlet sahibi olması için çalışan Siyonizm de bir bakıma ‘Genç İtalya Hareketi’ gibiydi… Siyonistlerin temsilcisi Theodor Hertzse Filistin’den toprak satın almak için padişahla konuşmuş ama Sultan Abdülhamid kesinlikle bir karış toprak satmayacağını söylemişti. O halde bir Yahudi Devleti kurulması için önce padişahın ortadan kaldırılması sonra da Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması gerekecekti.
Mason ittihatçılar, 1908’de yaptıkları ihtilalle ilk meşrutiyeti ilan ettirerek Sultan Abdülhamid’in gücünü sınırlandırdılar. Artık Siyonistler rahatça hedeflerine yürüyebilirdi. Bu gelişmeden iki ay sonra Siyonist Theodor Hertzse, Victor Jacobson’u görevlendirdi. Jacobson, dünya Siyonist organizasyonunun İstanbul şubesini kurdu. Jacobson burada Genç Türkler’le Yahudi Emmanuel Karasu ve haham başı Haim Naum’la görüştü. Haham Naum, siyonist kongreye tebrik mesajı çekince Jacobson şöyle demişti; “bu imkansızdı. Buradan bir Yahudi din liderinin bu kadar açık Siyonizm’e sempatisini göstermesi gerçek bir zaferdir.”
Peki Siyonizmi açıktan destekleyen bu haham başı Haim Naum kimdi? Bilindiği gibi kurtuluş savaşının akabinde cumhuriyet rejimi kadroları Avrupalı devletlerle Lozan’ da barış konferansı yapmıştı. 23 Nisan 1923’te başlayıp 24 Temmuz 1923’te biten ve neredeyse bugünkü sınırların ve karşılıklı hukukun netleştirildiği Lozan barış görüşmelerine giden heyetin içinde yetkili ve etkili kişi olarak ne hikmetse ve nereden icap ettiyse Siyonizm’i açıkça destekleyen haham başı Haim Naum da vardı.
Siyonist Yahudiler masonlar üzerinden organize olmaya ve Osmanlı Devleti üzerinde operasyonlar yapmaya devam ettiler. Bu doğrultuda bir başka siyonist Vladimir Jabotinsky, Fransa’da bir gazete satın alıp adını lejyon Türk (Türk birliği) olarak değiştirir. Bu gazete Osmanlı bürokrasisi, askeriyesi ve ilmiyesini etki altına alıp yönlendirebilmek amacıyla tamamen algı operasyonları için kullanıldı. Bu gazete aracılığıyla bir yandan Yahudilerin Filistin’e yerleşme hakkı olduğu konusu işlenerek kamuoyu oluşturuluyor diğer yandan da “Genç Türkler” arasında milliyetçi fikirlerin yayılması sağlanıyordu.
Aynı şekilde Jabotinsky, bir yandan hükümette olan İttihatçıları, 1. Dünya Savaşı’na girmeye teşvik ederek mutlak kazançlı olarak çıkacaklarına onları inandırmaya çalışıyor fakat diğer taraftan başka mahfillerde ‘Osmanlı savaşa girdiğinde parça parça çıkacağından hiç şüphem yok’ diyerek Avrupa devletlerini Osmanlıyla savaşa girmeye teşvik ediyordu. Hatta Jabotinsky, bu amaçla Yahudilerden oluşan Siyon Katırcılar Birliği’ni İngiliz saflarında Osmanlı’ya karşı savaşması için 1915’te Çanakkale cephesine göndermişti. Yine kurmuş oldukları Yahudi lejyonunu (askeri birliği) 1917’de Filistin cephesine göndererek İngilizlerin safında Osmanlı Devletine karşı mücadeleye giriştirmişti. Yani bu mason ve Siyonistler bin bir yüzle toplumun karşısına çıkıyorlardı. Bir taraftan fanatik Türk milliyetçisi görünerek güya güçlü bir devlet kurmak istedikleri algısını oluşturuyorlar diğer taraftan ise devletin yıkılması için uğraşarak Müslüman Türkleri tarih sahnesinden silmeye çalışıyorlardı.
Çoğu masonlardan oluşan İttihatçılar bir yıl geçmeden Selanik›te oluşturdukları hareket ordusuyla İstanbul’a yürüyerek Sultan Abdülhamid’i tahtan indirdiler. Hareket ordusu mason güdümlü olduğu gibi içinde 700 Selanik Yahudi’si de bulunuyordu. İttihatçı ve mason olan Rıza Tevfik, İngiliz Times gazetesine verdiği röportajda “Ben siyonistim. Aslında Filistin bizden çok sizin topraklarınız” diyordu.
İttihatçılar hem Türk milliyetçiliği yapıyor hem Yahudiler gibi diğer milletlerin bağımsızlık fikrini destekliyor hem de onlarca milletten oluşan koca Osmanlı Devletini güya bir arada tutmaya çalışıyorlardı. İttihatçılar maalesef fikri olarak beyinleri felce uğramış ve zehirlenmişlerdi. Bu sebeple büyük bir gaflet ve ihanet içindeydiler.
Bu süreçte bir İngiliz casusu olan Aubrey Herbert, ittihatçılarla sürekli iletişim halindeydi. İhtilalden önce anılarına “büyük mason locası çalışıyor” yazmıştı. Herbert’in büyük dedesi bir İngiliz Kontu ve aynı zamanda mason üstadıydı. Herbert, bir yandan Genç Türklerle görüşüp onlardanmış gibi davranarak fikren onları zehirliyor diğer yandan da balkanlarda Arnavutları Osmanlı’ya karşı savaşmaları için örgütlüyordu. Hatta İngiliz casusu olan Herbert, 1913’te İttihat Terakki üyesi Mustafa Kemal ve Ali Fetih Okyar’ı bir akşam yemeğinde evinde ağırlamıştı. Yemekteki bir diğer misafirde 5 yıl sonra Mustafa Kemal ile Filistin cephesinde karşı karşıya gelecek olan Lord Allenby’di. Mustafa Kemal 5 yıl sonra Lord Allenby ile Filistin cephesinde karşılaşmıştı ancak Filistin cephesinde kaybedince orduyu Halep’e kadar geri çekmişti.
Siyonist İstihbarat Örgütü Nil’in kurucusu Yahudi Aaron Aronson’un kardeşi ve İngiliz General Hynman Allenby komutasındaki Yüzbaşı Alexandra, Filistin mağlubiyetiyle Halep’e çekilen Mustafa Kemal’le görüştüğünü ve Mustafa Kemal’in bu mağlubiyet için üzgün olmadığını söylemişti.
Bir evanjelik olan İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balford, Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt vaad eden Balford deklarasyonunu sürecin sahibi olan Rothschild iletmişti. İlginçtir Lord Balford, Mustafa Kemal milli mücadeleyi başlatmak için Samsun’a çıktıktan bir ay sonra Anadolu’da yeni bir Türk Devleti kurulması gerektiğini söylemişti. Hatta Dışişleri Bakanı Lord Curzon; “bağımsız bir Arabistan ve Ermenistan’dan başka bir de bağımsız bir Türk Devleti kurulmalı ve başkenti de Bursa ya da Ankara olmalı” diyordu.[1]
Tarih bize yanlış öğretildiği için Osmanlı’yı işgal eden güçlerin bu topraklardan hiç çekilmeyecekleri düşündürüldü. Halbuki Başbakanlık arşivindeki Mustafa Kemal imzalı belgeye göre 25 Eylül 1919’da İngilizler milli harekete müdahale etmeyeceklerini ve tarafsız kalacaklarını söylemişti. Aynı şekilde 24 Nisan 1920’de meclisteki gizli bir celsede Mustafa Kemal Fransız ve İtalyanların Türkiye’nin bağımsızlığını destekleyeceklerini aktarıyordu.[2]
Zaten İşgalci İtalyanların Anadolu’daki komiseri ve mason locası üstadı olan Kont Korza, Mustafa Kemal ve Ali Fetih Bey ile görüşmüş ve onlara İzmir’in Yunanlılara işgal ettirileceğini ve buna karşı İzmir’de silahlı teşkilat yapmalarını tavsiye ettiğini yazmıştı.
Bu süreçlerin yaşandığı dönemde dünya eski tip sömürgecilik anlayışından hızla uzaklaşmaya başlamıştı. ABD Başkanı Wilson’ın o dönemde ilan ettiği gibi her milletin bağımsız bir devlete kavuşacağı yeni bir dünya inşa ediliyordu. Yani ulus devlet anlayışı. Bu şu anlama geliyordu; Osmanlı Devleti gibi sınırları içinde farklı millet ve dinden insanları barındıran büyük devletler küçük küçük parçalara ayrılacak ve her millet kendi bağımsızlığını ilan edecek. Bu fikri anlayış Osmanlı Devletinin sonu olurken diğer taraftan 2000 yıl sonra Yahudilere de bir devlet kurma zemini doğacaktı.
Masonluğun kendisi muhafazakâr, maneviyatçı ve kendi içinde dayanışmacı iken dünyanın geri kalanına devrimciliği, maddeciliği ve bireyselleşmeyi tavsiye ediyordu. İngilizler krallıkla yönetilirken diğer ülkelere Cumhuriyet ihraç ettiler. Kendileri muhafazakâr ve geleneklerine bağlıyken diğer ülkelere geleneklerini terk etmeyi ve modernleşmeyi tavsiye ettiler. İngilizler, Hristiyanlığı kendi çıkarları için milli bir din haline de getirdiler.
Aynı şekilde Siyonistler de Allah, dini sadece onlara göndermiş gibi Yahudiliği kendi milli çıkarları için araç haline getirip kullandılar. Yani hem İngilizler hem de Yahudiler dinlerini kendi ırksal siyasetlerine alet etmişlerdir.
İşte bu noktada kendi çıkarları için krallıkları ve dinleri ortadan kaldırmak isteyen anlayış, masonik yapılar bünyesinde örgütlenmiş ve tarih boyunca İngilizlerin siyasal gücünü ve Yahudilerin de servetini kendi amaçları için kullanmıştır.
Burada iki tarihi nakil yaparak konuyu bitirelim. Birincisi Salih Bozok’a ait bir hatıra. Salih Bozok, 1881 yılında Selanik’te doğdu. Bozok’un Mustafa Kemal ile üçüncü kuşaktan akrabalıkları bilinmektedir. Aynı mahallede başlayan bu arkadaşlık daha sonra okul arkadaşlığıyla da devam etmiştir. Şemsi Efendi İlkokulu’nda, Selanik Askeri Rüştiyesinde ve Manastır Askeri İdadi’sinde beraberlerdi. Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Kemal’in özel yaveri oldu. İşte bu zat “Atatürk’ün Yaveri Salih Bozok Anlatıyor” isimli kitap da yaşadığı şu olayı aktarıyor: “1936 senesi kış aylarıydı. Bir dilencinin paşaya verilmek üzere bir zarf bıraktığı söylendi. Zarfı alıp baktım üzerinde kurt başı şeklinde bir mühür vardı. Vakit çok geç olduğundan Atatürk’ü rahatsız etmek istemedim. Ertesi gün genç öğretmenler Atayı ziyarete gelmişti. Paşa’nın kulağına ona bir dilencinin zarf bıraktığını söyledim. Sessiz olmamı işaret ederek koridora gitmemi istedi. Kendisi de öğretmenlerden kibarca izin isteyerek derhal yanıma geldi. Birlikte Atatürk’ün çalışma odasına yürümeye başladık. Yolda bana zarfı kimin ne zaman getirdiğini sordu, bende anlattım. Paşa hiddetlenerek niçin gelir gelmez bana ulaştırmadınız diye çıkıştı. Çalışma odasına vardığımız da zarfı açmamı emir buyurdu. Yavaşça mührü sökerek zarfı açtım içerisinde birtakım semboller olan bir kâğıt vardı. Paşa ne yazıyor diye sordu. Okuyamadığımı söyledim. Kâğıdı benden alıp çalışma masasına oturdu ve bir başka kâğıda bazı matematik işlemleri yapmaya başladı ardından odadan çıkmamı emretti. Birkaç saat odasından çıkmadı sonra beni tekrar huzuruna çağırttı. Başka bir kâğıt uzattı. Kâğıtta kaba taslak çizilmiş ancak ince detayları yazı ile belirtilmiş bir pelerin vardı. Bu pelerini acilen yaptırmamı ve bizzat alakadar olmamı söyledi. Bu tamamen siyah parlak ipek manşetli bir pelerindi. Önümüz yaz paşam kışa çok zaman var, diyebildim. Paşaysa mevsimleri boş ver Salih sen dediğimi yap diye gürledi. Bir süre sonra pelerin hazırlandı ve kendisine teslim ettim. Bir buçuk ay kadar sonra Gazi paşanın isteğiyle Florya köşküne gittik. Florya Deniz Köşkü, İstanbul Belediyesi tarafından yaptırılmış ve Atatürk’e armağan edilmişti. Atatürk burada gündüzleri halkla beraber yüzer sandala biner geceleri de meşhur sofralarını kurup misafirlerine ziyafetler verirdi. 1936 senesinin kavurucu ağustos ayında paşa çok neşelidir. Akşam olduğunda gazi paşa yemekte rakı istemedi ve adeti olmadığı halde erkenden odasında istirahate çekildi. Koca gün boyunca hiçbir şey olmamıştı ve kimse bu duruma bir anlam veremiyordu. Olayın devamını Salih Bozok şu şekilde nakleder; gece 03:00 sularında uyuduğum esnada paşanın omzumu tutarak uyan Salih diye diye fısıldadığını işittim. Çok şaşırmıştım. Daha evvel gazi paşa benim odama hiç bu şekilde gelmemişti.
Benden kimseye haber vermememi sadece güvendiğim birkaç kişiyi alarak arabasını hazırlamamı ufak bir gezintiye çıkacağımızı söyledi. Bende Ali ve Celal’i uyandırdım. 3 nöbetçi alarak paşayı kapıda beklemeye başladık. Atatürk’ün aracını Celal sürüyordu yanında da ben oturuyordum. Diğer araçta ise Ali ve 3 nöbetçi vardı. Az sonra paşa köşkün kapısında elinde askıya asılmış siyah pelerinle belirdi. Pelerin buruşmasın diye özel olarak iltimas gösteriyordu. Arabaya bindikten sonra Dolmabahçe’ye doğru gitmemizi istedi. Paşa yol boyu tek kelime etmedi gergin ve düşünceliydi. Neler olduğuna bir anlam veremiyorduk. Dolmabahçe’ye yaklaştığımız da Rumeli hisarına doğru devam edin diye direktif verdi. Bir müddet daha gittikten sonra hisara birkaç kilometre uzaklıktaki ormanlık alanda durmamızı emretti. “Cihanı (dünyayı) kim yönetiyor Salih?” diye sordu. Bunun siyasal bir soru olduğunu düşündüm pek anlayamadım. Arkamı dönerek “İngilizler mi paşam?” diye karşılık verdim. Hafifçe gülümseyerek “hayır Salih, dünyayı devletler yönetmez. Eski çağlardan beri (gizli) cemiyetler (örgütler) yönetir.” dedi. Daha sonra kapısını kendisi açarak elinde peleriniyle araçtan indi, benim oturduğum ön koltuğun kapısını açmayayım diye sıkıca tutuyordu. Kesin bir dille kimsenin kendisini takip etmemesini emretti ve arkasını dönerek koluna astığı peleriniyle hisara doğru ormana girdi. Biz merak içerisinde beklerken 2 saat kadar sonra paşa yine gittiği yoldan geri döndü, kapısını açtım. Araca bindikten sonra “Florya’ya dönelim Salih.” dedi. Rahatlamış görünüyordu. Köşke geri dönünce paşa kahvaltı yaparak tekrar odasına çekildi.[3]
Nakledeceğimiz diğer hadisenin ravisi ise bir Türk Yahudi’si ve aynı zamanda İsrail vatandaşı olan Haim Errol Gelardin. Haim Gelardin, 20 Nisan 2012 yılında CINE 5 TV’de yayınlanan bir programda şunları söylüyordu: “Şimdi Sabetaycılar iki kısma ayrıldılar. (Sabataycılar: 1626- 1676 yılları arasında yaşayan Yahudi din adamı Sabatay Sevi ve onun öğretisine bağlı Müslüman görünümlü Yahudiler) Sabatay Sevi’nin isteği üzerine Yahudi kökenli Türklerin bir kısmı Şam’a gitti ve yerleşti. Bir kısmı da Selanik’te kaldı. Bu Selanik’tekiler Harp okulunu bitirenler İstanbul’a geldikleri zaman Selanik’te başlattıkları jön Türkler (Genç Türkler) harekâtını devam ettirdiler. İçlerinde Mustafa Kemal’de vardı. Nitekim Mustafa Kemal’in en büyük düşmanı Enver’di. (Enver Paşa) Çünkü o Sabataist değildi. Ve bütün bu gruba karşı idi. Şimdi bu yazılmayan tarihtir. Konuşulmayan tarihtir. Bunu size öğretmezler çünkü anlayışlarınıza aykırıdır. Ama ben bunu söylemekten korkmam. Türkiye’yi Sabataistler kurdu. Başka bir deyimle yirminci asırda dünyada üç Yahudi memleketi kuruldu. Rusya, Türkiye ve İsrail. Bu Türkiye’yi Sabataycılar kurdu Atatürk’le beraber. Mustafa Kemal Avrupalıydı ve Türkiye’yi Avrupalılaştırmak istiyordu.”[4]
Evet, Mustafa Kemal’in Salih Bozok’a söylediği gibi dünyayı halkların devletleri değil büyük finansal ve dini/masonik örgütlerin devletleri yönetmektedir.
İşte bu yüzden peygamber katili Yahudilerin dünyanın gözü önünde Gazze’de yaptığı katliamlara halklar ses çıkarırken o halkları temsil ettiği zannedilen devletler ses çıkarmamaktadır. Çünkü bu devlet mekanizması içinde yer alanlar güçlerini halktan değil sapkın inanç ve çıkar gruplarından almaktadırlar. Dolayısıyla Firavun sihirbazlarının halkı kandırmak ve Firavuna daha fazla iman etmelerini sağlamak için yaptıkları sihirler misali ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ sözü de aslında milleti avutmak için ortaya atılmış büyük bir sihir gibidir. Halklar, devletin sahibinin kendileri olduğunu zannederken aslında bir avuç seçkin grubun kendilerinin efendileri olduğunun ve onları sömürdüğünün farkında bile değillerdir. Çünkü insanlara vaat edilen sihir çok kuvvetlidir; “özgürlük, demokrasi, halkın iradesi.”
İsrail, Gazze’de katliam yaparken alçak Netenyahu kameralar önünde açıkça Arap liderlere seslenerek şu ifadeleri kullanmaktan çekinmedi. “Eğer koltuklarınızda oturmaya devam etmek ve çıkarlarınızı korumak istiyorsanız yapacağınız tek şey sessiz kalmaktır. Sizler bizim sayemizde oradasınız.”
Emperyal güç Amerika ve Siyonist İsrail’e göbekten bağlı olan sözüm ona gelişmiş medeni devletler Gazze‘de işlenen vahşete karşı hak ve hukuku değil tabi ki kendi varlık sebepleri olan Amerika ve İsrail’in güvenliğini önceleyeceklerdir. Bu sebepten dolayı halklar, sokaklarda bu vahşete isyan edip ses çıkarsalar da devletleri yönetenler göbekten bağlı oldukları efendilerinin çıkarları uğruna bu vahşete sessiz kalmaya ve yapılan onca zulme gözlerini kapamaya devam edecekler. Çünkü bu devletler halkların devletleri olmadığı gibi bağımsız da değillerdir.
Emperyal Batı tüm dünyayı avutmak, onları avucunun içine almak, sömürüsünü sessizce ve derinden yapabilmek adına herkese güzel bir şekilde pazarladığı demokrasi, özgürlük, insan hakları putlarını işine gelmeyince yemek zorunda kalmıştır. Özgürlükler ülkesi denilen Amerika ve Avrupa’da muhalif ses çıkaranlar, İsrail vahşetini eleştirenler, Gazze lehine protesto yapanlar engellenmiş, tartaklanmış veya hapsedilmiştir. Hatta öğrenciler eğitim haklarının, öğretim görevlileri ise memurluklarının iptal edilmesi tehdidi ile karşı karşıya bırakılmıştır. İş bununla da kalmamış Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi, İncil de yer alan Yahudilerin Hz. İsa’ya zulmettiğine ve onu öldürdüklerine dair ayetlerin okunmasını, paylaşılmasını suç sayan H.R. 6090 tasarısını kabul etmiştir. Bu akıl almaz durum Amerika’yı kimlerin, hangi zihniyetin yönettiğini ortaya koyması açısından önemlidir. Kanunla kendi İncillerindeki ayetlerin okunmasını yasaklamak (!) Kim için Yahudiler için… Çünkü çok kırılıyorlarmış (!)
Peygamber efendimize hakaret etmek, Kur’an -ı Kerim yakmak, Müslümanlarla ve İslam ile alay etmek fikir özgürlüğü sayılan bu ülkelerde Yahudilerin aleyhine tek söz söylemek, İsrail’i eleştirmek, Gazze’de soykırım var demek, nehirden denize özgür Filistin demek suç sayılmıştır. Gazze olaylarından sonra bir kez daha görülmüştür ki; bazılarının yırtına yırtına övdüğü ve muasır medeniyet seviyesi diye bu necip millete örnek olarak gösterdiği Batı ve kokuşmuş değerleri işte tam da budur. Batı iki yüzlüdür. Asla Müslümanların dostu olamazlar. Ta ki biz İslam’ı terk edip onların dinine tabi olup onlar gibi gavurlaşmadıkça düşmanlıkları devam edecektir. Zaten bu halkın yönünü, kıblesini doğudan batıya çeviren yeni rejimin kudretlilerinin arzu ettiği de buydu. Evet, onlar bu işi tam olarak başaramadılar fakat ne yazık halkın ruhunda yaptıkları tahribatlar neticesinde bu halk, inancıyla, ahlakıyla, yaşamıyla ne tam gavur ne tam Müslüman olabildi.
1993 yılında bir suikast ile öldürülen meşhur solcu, Kemalist Uğur Mumcu’nun ifadesiyle bu millet; “İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza mahkemeleri usulü yasasınca yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
Evet haçlı Hristiyan ve Siyonist Yahudiler İslam dünyasını zayıflatmak ve yok etmek için elinden geleni yapacaktır. Bu doğaldır. Fakat ümmet olarak bizim nerede durduğumuz ve neler yaptığımız daha önemlidir.
Ümmet olarak bizler ciddi öz eleştiri yapmak durumundayız. Evet, Amerika ve İsrail’in anladığı tek şey güçtür. Ama maalesef o güç şu an İslam ümmetinde mevcut değildir. Bunun maddi manevi birçok sebepleri vardır.
Bencillik ve ihtiras ümmetin fertleri arasında hat safhaya ulaşmıştır. Adalet, yetişmiş insanın değerini bilmek, af, vefa, adam kayırmamak, haklının yanında olmak, nefsi hareket etmemek, makam düşkünü olmamak, Müslümanların huzurunu bozacak, fitne çıkaracak süfli siyaset oyunlarına girmemek, dürüst olmak gibi ağzımızdan çıkan güzel sözlerle maalesef yaptığımız işler, ameller çelişmektedir. Bu yüzden de sözlerimizin bir değeri kalmamıştır.
Ümmetin dayanışması, birleşmesi, vahdeti gibi farizalarımız bile artık fantastik düşünceler olarak görülmektedir. Ümmetin birleşmesi adına atılacak adımlarda ilk gündeme gelen konular bulunduğumuz makamın veya statünün elimizden gidip gitmeyeceğidir. Her topluluk kendini diğer topluluklardan üstün görmekte dahası kendinde göremediği, görmek istemediği kusurları diğer topluluklarda rahatça görebilmektedir.
Geleceğe dair ümmetin neslini ayağa kaldıracak hoş temennilerden başka ciddi projelerimiz, planlamalarımız yoktur. Olanlarda zamanla âdet yerini bulsun misali sıradanlaşmış ve toplum içinde etkisini kaybetmiştir. Günü kurtaracak basit gündemlerin konuşulması nefsimize yeterli gelmeye başlamıştır.
Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz kurumlar, yapılar ve onların bize sağladığı imtiyaz ve konfor alanları bize yeterli gelmekte hatta bizleri tatmin etmektedir.
Kısaca amirinden memuruna ümmet olarak büyük bir idari, insani, ahlaki çöküş yaşamaktayız.
Alimlerinin, amirlerinin, büyüklerinin adaletine, ahlakına, ferasetine, salahiyetine, samimiyetine güvenmeyen bir topluluk onların peşinden aşkla, coşkuyla gider mi? Hadi gelin dendiğinde gelir mi, meydanlara çıkın dendiğinde çıkar mı?
İşte bu yüzden İslam ümmeti olarak şu an bizlerin küfrün karşısında direnecek ve Allah için bir taş atacak mecalimiz yoktur. Kafirlerde bunu çok iyi bildikleri için açıktan açığa yaptıkları Müslüman katliamlarını bizlere canlı yayınlarla izlettirmekte bir sakınca görmemektedirler.
Ama bizim gibi uyuşmuş koca bir ümmetin içinde muhakkak istisna olan kullar ve topluluklarda vardır. İşte Gazze ehli bunlardandır. Gazze ehli bu ümmetin yüz akıdır. Onlar, yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine, yaşlısından gencine tüm dünyaya Allah’a imanın, teslimiyetin, sabrın, İslam’a davetin ve cihadın nasıl yapılacağını her an tüm halleriyle öğretmektedirler. Binlerce İslami kurum ve kuruluşun, on binlerce davetçinin yapamadığını o şehit oğlu şehit Gazze ehli başarmış ve İslam’ı Hristiyan Avrupa’nın gündemine sokmuşlardır. Gazze olaylarından sonra bu mübarek halkın imanına, teslimiyetine, sabrına, ahlakına şahit olan on binlerce Avrupalı Hristiyan, Avrupa’daki İslami merkezlere giderek ya iman etmiş ya da İslam’ı yakından öğrenmek için destek talep etmişlerdir. İşte gerçek zafer bu değil midir?
Gazze ehli baştan sona yok edilse, Gazze ehli tek bir kişi kalmaksızın toptan vatanlarından sürülse bile onlar Allah’a iman ve teslimiyetlerinin imtihanını başarıyla vermiş ve zafere ulaşmışlardır Allah’ın izniyle.
Ama bizler Ümmet olarak bu ağır vebalin altında kaldık. Gazze’de paramparça olan, işkence edilen, evleri yakılıp yıkılan mazlumların her birinin ahı bizlerin üzerine pay edilecek olsa hesap günü sadece bu vebal bile bize yeter.
Acı da gelse itiraf etmeliyiz ki; Allah yolunda Allah’ın razı olacağı salih amellere imza atmak tamamen bir liyakat ve nasip işidir. Her topluluğa nasip olmaz. Şanı yüce Allah bu şerefi hak eden Salih kullarına verecektir. Allah ile arası kuvvetli olmayan, takvaya sarılmayan, adaleti gözetmeyen, makamı seven, konuştuğu zaman mangalda kül bırakmayan ama idari ve insani ahlaktan yoksun olan, yetki ve sorumluluk sahibi olduktan sonra etrafındakilere zulmeden, ceza ve mükafatta çifte standartlı davranan ve kendilerini diğer topluluklardan üstün gören akabirlere bu şeref verilmeyecektir. Ne mutlu Allah’ın razı olduğu hal üzere yaşayan o Salih kullara …
“Allah, sizlerden iman edip salih amelde bulunanlara, kendilerinden öncekileri hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm›ı) yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vâdetti.” (Nur, 55)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 54)
Kaynaklar
Dergi Park /Puritanist Göç Hareketi
YÖK (https//acikbilim.yok.gov.tr /Tapınak Şövalyeleri; Kuruluşu, Yükselişi ve Kurumsal yapısı)
Britannica (https// www.britannica.com)
International Journal of Social and Humani https//jshsr.org
M. Enes Dönmez/ Tvnet
Atatürk Ansiklopedisi
Gizli Oturumlarda Atatürk’ün Konuşmaları/Çağdaş Yayınları/Sadi Borak
[1]. Atatürk Ansiklopedisi
[2]. Gizli Oturumlarda Atatürk’ün Konuşmaları/Çağdaş Yayınları/Sadi Borak
[3]. Atatürk Ansiklopedisi
[4]. 20 Nisan 2012’de CINE 5 TV