Uluslararası Düzen Ve İslam Ümmetinin Sahipsizliği

Serbest Köşe – Orhan Sağlam / 2024 Ekim / 143. Sayı

Bir Çin deyiminde, karşısındaki kişiye beddua etmek için “tuhaf zamanlarda yaşayasın” denilirmiş. Kim beddua etti bilinmez ama bugün İslam ümmeti olarak bizler zor, ilginç ve tuhaf zamanlarda yaşıyoruz.

Peygamber Efendimizin kurduğu İslam Devleti’nden bu yana İslam Ümmeti birçok badireleri de barındıran zorlu şartlarda yaşadı. Bunların en önde gelenleri şüphesiz Moğol işgali ve Haçlı saldırıları idi. Fakat bu zorlu dönemlerde dahi güçlü ya da zayıf ama bir şekilde Müslümanları temsil eden bir siyasi-askeri otorite olarak halife ve birbirleri ile sorunlar yaşasalar da nihayetinde İslam hukukunun emrinde ve Müslümanların ve İslam’ın menfaati için çabalayan İslam devletleri vardı.

Âl-i İmran sûresinin 140. ayetinde belirtildiği üzere “İşte biz bugünleri insanlar arasında döndürüp dururuz” hakikati mucibince günler tekrar döndü ve son halifelik devleti olan Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile dünya tarihinin son 1300 yılda şahit olmadığı bir durum ortaya çıktı. İslam ve Müslümanlar, İslam’ın idealleri uğrunda varlık gösteren idari-hukuki-askeri birliklerini ve hatta varlıklarını kaybettiler. Artık İslam hukukunun olduğu yerde İslam idaresi bulunmuyor veya idarenin bulunduğu yerde askeri gücü olmuyordu.

Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı dönemde bütün Dünya üzerinde Büyük Britanya’nın domine ettiği Milletler Cemiyeti sistemi hakimdi. Bu sistemde Büyük Britanya’nın ve müttefiklerinin menfaatleri önde tutuluyordu. 1. Dünya Savaşı, Büyük Britanya’nın yerini Amerika Birleşmiş Devletleri’nin alması ile sonuçlandı. Artık Amerika en güçlü devletti ve fakat dünya sistemi kaynamaya devam ediyordu. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Milletler Cemiyeti sistemi yerini Birleşmiş Milletler Örgütü’ne bıraktı. ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın, sistemi 5’li Güvenlik Konseyi ile yönettiği ve kendilerinin onay vermediği hiçbir işlemin uluslararası sistemde varlık bulmadığı bir Dünya Düzeni ortaya çıktı. Bu devletler aynı zamanda 2. Dünya Savaşının da galipleri idi.

BM Güvenlik Konseyi daimî üyelerinden de anlaşılacağı üzere bu düzende değil bir İslam Devleti, halkı Müslüman olan bir devlet bile yer almıyordu. Yani yeni düzende İslam’a ve Müslümanlara yer yoktu. Bu günümüze geldiğimizde bütün eksikliklerine rağmen hala Birleşmiş Milletler sistemi devam ediyor. Bırakın küresel çapta bir temsiliyeti, İslam’ın yerel olarak bile güçlü bir temsile sahip olmadığı tuhaf bir zamanda yaşıyoruz.

Burada bir parantez açarak meseleyi Sünni ve Şii olarak da ele almak lazım. İran Devrimi ile Şii dünya kendisine bölgesel de olsa bir temsilci bulabildi. Şiilerin 1200’lerde Fatımiler Devleti ile zirveye çıkan siyasi güçleri Fatımilerden sonra küresel çapta inişe geçti ve sonrasında Sünnilerden daha güçlü bir pozisyona askeri ve de siyasi olarak hiç gelemediler. Fatımiler döneminde Şiiler güçlü dönemlerini yaşıyor olsalar da aynı dönemde Sünniler de kendi devletlerine sahiplerdi. Bugüne geldiğimizde Şiiler İran liderliğinde devlet gücüne sahip iken Sünniler hiçbir devlet otoritesine sahip değiller. Yani dışarıda gayri müslimlerin ve kendi coğrafyalarında Şiilerin bu kadar güçlü olup Sünnilerin bu kadar sahipsiz olduğu bir dönemi daha bu ümmet yaşamadı. Tabi burada niye Müslümanları Şii ve Sünni olarak ayırdığımız sorulabilir. Bunun sebebi Şiilerin askeri-siyasi güçlerini Sünnilerin zayıflaması ve hatta siyasi ve askeri bir otoriteye sahip olmamaları için ciddi çaba harcaması olarak söylenebilir. Burada Afganistan İslam Emirliği’nin 2001’de yıkılmasında ABD’ye olan askeri destekleri ve Suriye ve Irak’ta Sünnilere uygulanan baskıda İran’ın doğrudan müdahaleleri örnek verilebilir.

Birleşmiş Milletler sistemi içinde yer alan halkı Müslüman olan devletlerin küresel düzene angaje olduklarına ve İslam ve Müslümanlar adına bağımsız bir ajandaya sahip olmadıklarına şahit oluyoruz. Evet ilginçtir Müslümanların bazı sorunlarını dile getirseler de bu devletler küresel düzene karşı Müslümanların menfaatlerini siyasi-hukukiaskeri düzlemde savunmamaktalar. İtirazlarını da yine bu sistem içinde gerçekleştirmekte ve sistemin kendisine İslamî ve nitelikli bir itiraz yapmamaya özen göstermekteler.

İslam’ın ve Müslümanların bağımsız ajandalarına sahip yapıların bu sistemin dışında ve Müslüman halkların kendi içinde İslamî endişelerle ortaya çıktıklarına şahit oluyoruz. Bunlara örnek olarak Taliban Hareketi, İhvanı Müslim Hareketi, Hamas Hareketi gibi bazı bölgelerdeki askeri oluşumları örnek gösterilebilir. Fakat bunlar da küresel sistemin sert müdahalelerine ve terörist ilan edilmelerine muhatap olmaktalar. Küresel sistem Gazze kadar küçük veya Afganistan kadar fakir bir bölgede bile İslam’ın siyasi-hukuki-askeri varlığına tahammül edememektedir.

Burada siyasi-hukuki-askeri üçlünün bir arada zikredilmesi şüphesiz önemlidir. Zira İslami anlamda (hatta seküler olarak da) gerçek bir Müslüman aktörün ortaya çıkması bu üçlemenin eksiksiz var olması ve koordineli çalışmasıyla mümkündür. İslam’ın hukukunu işletmemesine ve askeri varlığına asla müsaade etmemesine rağmen bazı aktörlerin Müslüman halkları manipüle ederek sanki İslam’ın emrinde olduklarını ve Müslümanları savunduklarını söylemeleri Müslüman halkların çok dikkat etmeleri gereken bir durumdur.

Evet tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Ve bu tuhaf zamanlardan çıkmamızın tek yolu da Müslümanların kendi ajandalarına sahip ve küresel sisteme biat etmemiş, kendilerinden olan ve kendileri olarak yollarına devam eden siyasi-hukuki-askeri yapılarını kurmalarıdır.

Dünya imtihanı devam ediyor. Rabbimiz günleri kulları arasında döndürüp duruyor. Lakin bu dönemecin tarihin insana öğrettiği üzere zorlu geçeceği gözüküyor. Rabbimizden duamız sahipsiz kalan ümmetin en kısa zamanda kendi evlatlarından güçlü liderler edinip bu zorlukları aşmasıdır. Bu Talut’u ve Davud’u gönderen Rabbimiz için kolaydır.