Serbest Köşe – Orhan Sağlam / 2024 Kasım / 144. Sayı
“Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze dâimâ bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi sözünün gereğini yerine getirip O’nun yolunda can vermiş, kimi de sırasını beklemektedir. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.”
(Ahzab, 23)
İslâm Tarihinin ilk büyük muharebesi olan Bedir Savaşı’nın zaferle sonuçlanması, inananların büyük bir özgüven elde etmesine yardımcı olmuştu. Savaş anında Allah’ın yardımına bizzat şahit olmaları, imanlarının kuvvetlenmesini sağlamıştı. Elde edilen maddi galibiyet ise o civardaki kabile ve toplulukların Müslümanları daha çok benimsemelerine neden olmuştu. Bu olgu, İslâm’ın Arap yarımadasında kabul görmesi yolunda önemli bir adım anlamına da geliyordu.
Efendimizin arkadaşlarından bir kısmı Bedir Savaşı’ndan sonra cihad olgusunu iyice kavramış, cihadın kendilerine sunduğu manevi hazzı her an yaşar hale gelmişlerdi. Hz. Peygamberin etrafında gece gündüz cihat aşkıyla yanıp tutuşan bir sahabe halesi oluşmuştu. Osman bin Affan, Talha bin Ubeydullah, Said bin Zeyd bin Amr bin Fudayl, Hamza bin Abdulmuttalib, Musab bin Umeyr, Enes bin Nadr, bu halkanın ilk öne çıkanlarından idiler.[1]
Enes bin Nadr elinde olmayan sebeplerden dolayı Bedir savaşına katılamamıştı. Üzgündü, buruktu. Savaşa katılamadığından yüreği yanıktı. Bedir Savaşı Müslümanların müşriklerle karşılaştıkları ilk savaştı. Nasıl olur da böyle bir savaşa katılamazdı? Nasıl olmuştu da şehadet şerbetini, içmesine fırsat sunacak muharebe meydanında müşriklere meydan okuyamamıştı? Ya da kendisi neden Bedir gazileri arasında değildi? Oysa Bedir Kuyularının etrafı, Müslümanların canları ve malları ile cihat ettikleri ilk sahne olmuştu. Bu sahnede yer alamamak Medine’nin ona dar gelmesine yetmişti. Enes bin Malik şöyle devam ediyor: “Amcamı şehitler arasında bulduk. Kılıç, mızrak ve ok yaralarından 80 küsur yarası vardı. Onu tanıyamadık. Neticede kız kardeşi geldi de parmak uçlarından tanıdı. Enes bin Malik devam ediyor; biz şu âyetin, o ve arkadaşları hakkında indiğini anlatırdık: “Mü’minler içerisinde, Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan bazısı, sözünü tutup o yolda canını vermiştir. Bazısı da beklemektedir.” (Ahzab, 23)
Tarih boyunca İslam davasına adanmışları göz önüne getirdiğimizde, bu müminlerin bir kısmının anneleri ya da babaları tarafından adandığı gerçeği karşımıza çıkacaktır. Mesela, Hanne’nin adadığı Meryem ve İbrahim’in adadığı İsmail aynen bu şekildedir. Her ne kadar babaları ya da anneleri tarafından adansalar da buna karşı çıkmamışlardır.
İslam davası, Nadr oğlu Enes örneğinde olduğu gibi evlatlarını, mallarını ya da sevdiklerini adamak yerine, kendi kararları ile canlarını, hayatlarını adayanlara da sahne olmuştur. Bir vasiye ihtiyacı olmadan kendiliğinden gelişen bu adanmışlık olayında, samimiyet neredeyse yüzde yüzdür. Kişi herhangi bir teklife maruz kalmadan karar vermiştir. Hiçbir zorlamayla, dayatmayla karşı karşıya kalmamıştır. Kendisini adamasında kendini feda etme olgusu tek başına yeterli olmuştur.
Peki, Enes bin Nadr’ın bu şekilde şehit olmasını sağlayan adanmışlık ahlakı hangi vasıflardan dolayı kazanılmıştır? Birkaç tanesini ele alalım:
– İnanç gereği fedakârlık: Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicretlerinden sonra sosyal hayatın ilkelerini oluşturan âyetlere muhatap oldular. Bu arada safların netleştiği bir toplum halini alıyorlardı. İbadetlerini herkesin önünde yapabildikleri mekânlar olan camiler inşa edilmeye başlanmıştı. Diğer taraftan, inanan herkesin göğsünü gere gere “Ben Müslümanım” diyebileceği bir sosyal hayat tanzim ediliyordu. Bu arada cihat ayetleri de inanan insanlara, küfre karşı dik durma enerjisi veriyordu. Ayrıca, inen ayetler müminlere şehit olmaları durumunda cennetler vaat ediyordu. Mü’minlerin canları karşılığında cenneti satın alabilecekleri vurgulanıyordu. Gücün değil de inanmanın üstünlüğü hem âyetlerde hem hadislerde sık sık sunulan en önemli öğretilerden oluyordu. Bunlara paralel olarak inananlar için dünya hayatının ahirete göre pek de kıymetli olmayan gelip geçici bir süreç olduğu anlayışı da Kur’an tarafından öğretilen en önemli hususlardan biri idi. Dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu vurgusu, ahirete inkârdan yeni yeni vazgeçmiş bir toplum için çok şey ifade ediyordu. Sahabeler, inanmanın zorluklarını daha ziyade Mekke döneminde yaşamışlardı. Medine ise inanç uğruna daha fazla fedakârlık yapmanın yaşanacağı bir mekân olmak durumunda idi. İşte Enes bin Nadr için Bedir’de kaçırılan inancını isbat etme fırsatı Uhut’da doğmuş oluyordu.
-Sevdikleri için fedakârlık: Sevmek kuru kuruya gerçekleşecek bir duygusal olgu değildir. Dost olmak vermeyi gerektirir. Vermeden dostluktan bahsedilemez. Sizi yaratıp, sizlere hesapsız rızık verene cimri davranmanızın adı, nankörlüktür. Hele hele sevdikleriniz sizin fedakârlığınızı daha anlamlı ve daha büyük mükâfatlarla ödüllendirecekse, fedakârlık yapmaktan nasıl geri durabilirsiniz? Bir tarafta ebedi bir hayatta en yüce mertebeler varken diğer tarafta sevdiğinize bigâne kalarak dünya hayatının sahte nimetlerini tadarak yaşamak var. Enes bin Nadr sevdiklerini razı etmeyi seçti. Allah ve Rasûlünü razı etmenin neler getireceğini iyi hesap etmişti. Önce Rasûlüne bağlılığını öne çıkartmıştı, o yüce sahabe. O’nu öyle sevmişti ki, O’nun katıldığı ilk muharebeye katılamamayı dostuna vefasızlık addetmişti. O’nun yanında olmayı dünyalara bedel saymış ve Uhud savaşını dört gözle bekler olmuştu.
– Ölüme olması gereken bakış: İnancı uğruna her şeyden vazgeçebilmeyi göze almış bir insanın, dünya hayatının cezbedici nimetlerine takılıp kalması asla mümkün değildir. İşte, kendisi için Rasûlullah’ın yanı başında savaşırken şehit olmayı ideal olarak benimsemiş Enes bin Nadr da dünya hayatını olmazsa olmaz biçiminde değil; yaşanması gereken, gelip geçici bir süreç olarak yaşıyordu. Buna mukabil hayallerinde şehit olmaktan başka bir şey olmadığından, ölümle rabıta yaparak soluk alıp veriyordu. Adeta “Ölümsüzlüğü tattık/Bize ne yapsın ölüm.” diyenlerden biri olmuştu. Öyle ya, ölümden korkan kişi dünyayı nasıl terk edebilir ki?
– Ahiret hayatının öncelenmesi: Bütün hayatını sadece bir ev yaptırmak için harcayan, bunun için faize bulaşan, adaletsizlikler yapıp, namazlarını terk eden, üstelik evi bitirince evinde oturamadan ahirete irtihal eden birçok örneklere şahit oluyoruz. Sahabe arasında dünya hayatını günümüzdeki kadar önceleyen bir örneğe rastlayamayız. Çünkü onlar dünya hayatının bir “gölgelenme” kadar gelip geçici olduğunu birbirlerine sadece okuyup durmuyorlardı. Onlar inandıklarının gereklerini de yerine getiriyorlardı. Ahiretin daha üstün olduğunu bildiklerinden dünya hayatının renklerinden gözleri kamaşmıyordu. Onlar peşin uğruna veresiyeyi arkalarına atmıyorlardı. Gelip geçici bir dünya uğruna kendilerini heba etmiyorlardı. Onlar gelip geçiciliğin alternatifi olan ebediliği önemsiyorlar, onun uğruna canlarını feda ederek ticaretlerini kazanca dönüştürüyorlardı. Nadr oğlu Enes de onlardan biri olarak bir adanmışlık örneği oldu.
– Son olarak halihazırda Müslümanlara karşı düşmanlıkta en şedid olan Yahudiler ve yandaşları bütün dünyanın gözü önünde adete kudurmuş kuduz köpekler gibi sadece iman ettiklerinden dolayı Müslümanları bir kıyımdan geçirmektedirler. Çocuk yaşlı, kadın erkek savaşan savaşmayan ayırt etmeksizin sadece Müslüman olmalarını yeterli görüp kimseye aldırış etmeden her şeyi yerle bir edip gitmektedirler. Bütün dünyanın gözü önünde adeta bir ülkeyi yıkıp geçmektedirler. Bütün bunlara rağmen; halkı Müslüman olan devletlerinde hiçbir şey yapamayacak kadar da zavallı durumda olmaları cabasıdır. Gidişat hadislerde geçtiği üzere Şam diyarlarındaki büyük savaşlara gittiği yönündedir. O halde Müslüman bir fert olarak bakış açımız ve hedefimiz bütün bu hadsizliği yapan Yahudiler ve destekçileri Amerika vb. karşı hesap soracak ve karşısında dim dik duracak bir güne hazırlıklı olmaktır. Bugün Filistinli kardeşlerimiz için fiziki bir destek bulamadığımızın birikimini yarın Şam topraklarında bulacağımıza inanarak gerek manevi gerek maddi gerek bedeni gerekse davetsel anlamda zinde olmamız gerekmektedir ve son olarakta Rabbimizden temennimiz Rabbimizin şu ayetinde övdüğü kullarından olmamızdır.
“Mü’minler içinde öyle yiğitler var ki, Allah’a verdikleri söze dâimâ bağlı kalmışlardır. Onlardan kimi sözünün gereğini yerine getirip O’nun yolunda can vermiş, kimi de sırasını beklemektedir. Onlar, verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.”
Gazze’deki kardeşlerimizin sırayla mücadele edip sabırla direnişlerini sürdürerek taki şehit olmaları bu ayeti kerimeye ne kadar bağlı olduklarını göstermektedir. Her ne kadar haketmesekte Rabbimiz, bizleri de lütfundan bu makama eriştirsin.
——————————–
Rivayetin kaynakları: Taberi, 20/85; Vakidi, Esbabu’n-nüzul, 237; Buhari, Tefsir,33/3; Ahmet bin Hanbel, Müsned, 4/1936
[1]. Bu sahabeler ilk fırsatta müşriklerle yapılacak bir savaşa hemen katılacaklarına ahdetmiş kişilerdi. (Bu sahabelerden biride Enes bin Nadr, Enes bin Malik’in öz be öz amcası idi.)