Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2025 Nisan / 149. Sayı
İnsanoğlunun özgürlükle imtihanı çok eskilere dayanır. Hatta öyle ki bu serüvenin başlangıcı içinde yaşadığımız dünya bile değildir. Kökleri anavatanımız olan cennete kadar uzanır. Rabbimiz insanoğlunu yaratmış, nimetler diyarı olan cennete yerleştirmiş bununla birlikte onu imtihan etmeyi de murad etmişti. Bu imtihana göre insan gözlerin görmediği, akılların tahayyül dahi edemediği nimetlerle müşerref kılınacak ama yine de sadakatini göstermesi için sınanacaktı. İşte bu ilk sınav 21. yüzyılın modern insanının imtihanına da konu olan özgürlük üzerinden olacaktı.
İnsanlığın ataları olan Hz. Âdem ile Hz. Havva cennette her türlü nimetten istifade edebilecekler ama rablerinin yasak kıldığı bir ağaç var ki meyvesinden yemek bir yana yakınlarına dahi yaklaşamayacaklardı. Bulundukları yer cennet bile olsa istedikleri her şeyi yapamayacaklar, bazı sınırlara uymak zorunda kalacaklardı. Ne var ki anlık bir gaflet ile hataya düştüler ve yasak olan ağacın meyvesinden yemeye başladılar. İşte o gündür bu gündür insanoğlu halen yasak ağaçlara yaklaşmaya ve meyvesinden yemeye devam etmektedir. Şu farkla ki; babamız ve annemiz içine düştükleri gafleti anlar anlamaz rablerine iltica etmişler ve bağışlanmaları için yalvarıp yakarmışlardı. Günümüzdeki evlatları ise pişman olup tevbe etmek bir yana cahilce bir ısrarla ve şeytanca bir inatla aynı cürmü işlemeye devam etmektedir. Zira asıl mesele ağacın kendisi ve meyvesi değil iblisin insanın içinde yaktığı özgürlük ateşidir. Bu ateş iblisin körüklemesiyle birlikte günümüze değin yanmaya devam ettiği gibi rabbimizin tayin ettiği vakte kadar da yanmaya devam edecektir. İnsanoğlunun kendisine çizilen sınırları aşma ve özgür olma(!) teşebbüsleri hep bu ateşin tezahürleridir.
İnsanın içindeki bu ateş sönmeye yüz tutmuşken 15. yüzyılda tekrar canlandırılmaya başlandı. Avrupa merkezli olan bu yeni hareket asırlarca çeşitli erkler tarafından köleleştirilmiş olan insanı özgürleştirmek(!) için kolları sıvamış, köklü bir mücadelenin içine girmişti. İlk hedefi özgürlüğün önündeki en büyük engel olan Hristiyan din adamlarını kaldırmak olan bu girişim istediğine ulaşmış ve uzun bir serüvenin ardından bu sınıfı saf dışı etmeyi başarmıştı. Ama yolculuk burada bitmeyecek daha ötelere kadar devam edecekti. Sırada bundan daha büyük bir engel olan “tanrı” vardı. Tanrının hakimiyeti devam ettiği sürece özgürlük sadece bir hayal olarak kalacaktı. Bunun için yapılması gereken yegâne şey din adamlarına yapılanın aynısını tanrıya da yapmaktı. Nitekim öyle de oldu.19. yüzyıla gelindiğinde Nietzsche “tanrı’nın ölümü” fikrini şu satırlarla Avrupalının hafızasına kazıyacaktı:
“…Ne ki yalnız kalınca Zerdüşt, kendi kendine şöyle seslendi: Mümkün olabilir mi böyle bir şey? Henüz işitmemiş olabilir mi ormanda yaşayan bu mukaddes ermiş, Tanrı’nın öldüğünü?”[1]
Evet, Avrupalının tanrısı ölmüştü. Hakikati bir türlü anlaşılamayan, karmakarışık safsatalara kurban edilmiş ve din adamlarının gölgesinde kalmış olan tanrı(!) ölmüş ve Avrupalı özgür(!) olmuştu.
Avrupalının tanrısını öldürdüğü ve özgürlük naraları attığı bu sıralarda İslam dünyasında bir düşüş ve buhran vardı. Bu durumdan kurtulmak için çareler arandı ve çeşitli yollar denendi. En sonunda bu yollar Avrupalının yollarıyla kesişmeye başladı. Müslümanlar, Fransız İhtilali ve Sanayi devrimi ile yolları açılan Batı’yı yavaş adımlarla takip etmenin bir çözüm olacağını düşündüler ve yüzlerini o tarafa çevirmeye başladılar. Başlangıçta hesap Avrupa’yı sadece ekonomik ve askeri gelişmeler üzerinden takip etmek olsa da işin nihayeti hiç de beklenen gibi olmadı. Zira Avrupalının fen ve ilmi(!) onlarda kalmaya devam ederken gavurluğu bize geçmişti. Peki bu nasıl olmuştu? Koskoca İslam dünyası nasıl oldu da kendi tanrılarını katleden bu materyalist Avrupa’nın değerlerini kendi sinesine almayı kabul etmişti?
Bu geçiş elbette kavramlar ve fikirler üzerinden oldu. Avrupa’ya gönderilen kişiler fen ve ilim transfer etmek yerine zehirli fikirleri olduğu gibi aktarmayı yeğleyince İslam dünyasında hareketlilikler başladı. Gerek İslami fikriyat gerek siyaset ve gerekse sosyal hayat bu durumdan oldukça etkilendi. Alışılmış düzene itirazlar gelmeye başladı ve tüm taşlar yerinden oynadı. Bu hareketliliklerin temelinde “özgürlük, adalet ve eşitlik” sloganları vardı. Başlangıçta gayet masum gözüken bu sloganların işin sonunda ne büyük belalar doğuracağının farkında olmayanlar bir hayli fazla idi. Nihayetinde olan oldu ve kendisiyle batılın kastedildiği bu söylemler İslam topraklarındaki gayri müslim azınlığı yerli Müslüman halktan daha imtiyazlı bir hale getirerek tüm dengeleri tersine çevirdi. Bu sürecin asıl faturası ise Müslümanların İslami devlet geleneklerine son verilmesi ve Hilafetin ilga edilmesi şeklinde tezahür etti.
Evet, İslam dünyasında 19. yüzyılda başlayıp 20. yüzyılda serpilen ve zehirli meyveler veren özgürlük hareketi topraklarımızıve hilafetimizi elimizden aldı, belimizi bugüne değin doğrultamayacağımız şekilde büktü. Ya içinde bulunduğumuz 21. yüzyılın özgürlük söylemleri! Bu söylemleri bir önceki asırdan ayrı okumak ne kadar mümkün? Bu söylemlerin ve sahiplerinin varmak istediği hedef nedir, bunları gerçekten masum kabul edebilir miyiz?
Çok açık, net ve kestirmeden söylemek gerekirse yaşadığımız şu dönemde pompalanan özgürlük sloganlarının yegâne hedefi, imanlarımızı çalmak ve materyalist Avrupa’nın düştüğü duruma bizleri de mahkûm etmektir. Müslüman bireyler için öngörülen özgürlük; rabbinden, dininden, özünden, ailesinden ve yakın çevresinden kopmuş ve tek başına kalmış olan yalnız bireylerin sözde özgürlüğüdür. Bugün özendirilmek istenen özgürlük anlayışı; kişinin tüm bağlardan kurtulup iğfal edilmiş olan aklı ve manipüle edilmiş iradesiyle kendi hayatına dair her türlü kararı alabilme serbestisine dayanmaktadır. Ortada sözü geçen bir özgürlük ifadesi olmakla birlikte her ne hikmetse bu sloganı sahiplenenlerin hepsinin son durağı hep aynı yer olmaktadır. Bu nasıl bir özgürlüktür ki kendini sınırsız ve bağımsız olarak gören bireylerin hepsi aynı noktada buluşabiliyor! Hem de Batı’nın istediği bir noktada… Müslümanlar Batı’nın ürünü olan bu söylemlere ve sahte özgürlük anlayışına karşı dikkatli olmak zorundadırlar. Aksi halde yaşayacağımız hüsran önceki asırdaki seleflerimizin hüsranından çok daha büyük olacaktır.
ASIL ÖZGÜRLÜK İSLAM’DADIR!
Bahsini ettiğimiz üzere Batı’nın sunduğu özgürlük tamamen sahte bir özgürlüktür. Aldatmacadan başka bir şey değildir. Çünkü batı insanları gerçek anlamda asla özgürleştirmez, bazı menfaatleri elde etmek için sadece özgür hissettirir o kadar. Geride bıraktığımız tarih ve içinde bulunduğumuz an bunun en büyük şahididir. Hakiki özgürlük ise tam anlamıyla sadece İslam’da vardır. Özgürlüğün sadece İslam’da oluşu altı boş bir slogan değildir. Tarih, Batı’nın aldatmacasına nasıl şahitlikte bulunuyorsa daha fazlasıyla İslam’ın adaletine de şahitlik etmektedir.
Esasında İslam’ın sunduğu özgürlük anlayışı düalist bir yapıya sahiptir. Bu anlayışa göre birey tam anlamıyla ne serbest ne de mahkumdur. İslam’ın kabulü bu ikisini birlikte mümkün gören bir özgürlük anlayışıdır. Birey bir yandan kendisini yaratan ve hayatına yön veren ilahi kudrete karşı sorumlu olmanın sınırlılığını yaşarken öte yandan da akıl ve irade sahibi oluşu sebebiyle özgür olmanın serbestliğini hisseder. İnsanı mutmain kılan da bu iki unsurun muazzam bir dengeyle takdir edilmiş olmasıdır. Zikredilen bu dengeyi peş peşe gelen şu iki ayet-i kerimede görmek mümkündür:
“Muhakkak ki bütün bu anlatılanlar, bir uyarı ve öğüttür. Öyleyse dileyen Rabbine giden doğru yolu tutar.” (İnsan, 29)
“Ama Allah size o yolu göstermeyi dilemedikçe, siz onu dileyemezsiniz. Çünkü bilin ki Allah her şeyi görendir ve yaptığı her şeyi yerli yerince yapandır.” (İnsan, 30.)
İlk ayet-i kerimede hak yolunu tutmanın tercihi kişiye bırakılmıştır. Dileyen iman edip o yolu tutacak dileyen de inkâr edip farklı yollara sapacaktır. Hemen ardından gelen ayet-i kerimenin beyanına göre ise; hak yolunu tutmak sadece bireyin özgür iradesine bağlı olmayıp Allah azze ve celle’nin dilemesine bağlı kılınmıştır. Böylece kulun dünya hayatındaki seyri bu iki dengenin üzerine inşa edilmiş olacaktır.
Şu hususun altını çizmek gerekir ki; bahsini ettiğimiz İslami özgürlük anlayışı salt teoride kalan bir anlayış değildir. Bu anlayış tarihi süreç içerisinde pratikte kendini gerçekleştirme imkanına defaten sahip olmuştur. Hiç şüphesiz İslam tarihi insan hak ve özgürlüklerinin en hakiki biçimde tatbik edildiği muazzam bir serüvendir. Müslümanlar imkân ve iktidar sahibi olduklarında halkların hak ve hürriyetlerine azami derecede hassasiyet göstermiş diğer devletler gibi zulüm ve istibdat ile onları köleleştirmemişlerdir. Halklardan talep edilen yegâne şey hukukullaha riayet etmek ve kula kulluğu reddetmektir. Zira kişi bunu gerçekleştirdiği takdirde gerçek anlamıyla özgürlüğüne kavuşmuş olacaktır. İslam’ın kısa süre içinde kıtaları aşacak hızla yayılmasının ardında yatan sebeplerden bir tanesi de budur. Efendilerinin hükmü altında neredeyse insanlığını kaybeden gayri müslim kitleler İslam’ın özgürlük anlayışına kayıtsız kalmamışlar ve kendi iradeleriyle ya Müslüman olmuş ya da Müslümanların hükümranlıklarına tabi olmuşlardır.
İslam’ın özgürlük anlayışının kitleleri cezbetmesinin iki önemli sebebi vardır. Birincisi samimi, sahici ve uygulanabilir olması ikincisi de diğer din ve ideolojilerin aksine tek boyutlu olmayıp çok boyutlu olmasıdır. İslam çok boyutlu olan bu özgürlük hareketini ilk olarak kişinin kendi iç dünyasında başlatır. İslam’la tanışan bireyin hayata bakışı tamamıyla değişeceği için birçoklarının özgürlüğünü baltalayan faktörler artık bu fert için hayat boyu kaygı sebebi olmaktan çıkacaktır. Bu dünyayı tek seçenek olarak görmeyen, rızkı Allah’tan bilen, ölümü takdiri ilahi olarak kabul eden, açlık- susuzluk gibi durumların imtihanın bir parçası olduğunu benimseyen kimse kendi iç dünyasını özgürleştirmede az bir yol mu katetmiştir! Elbette hayır. Bu kişi özgürlük yolunda binleri hatta milyonları geride bırakmış ve prangalarından kurtulmuştur. Ancak özgürlük yolunda bu kadarı yeterli değildir. İç dünyanın yapılandırılması gibi dış dünyanın da yeniden dizayn edilmesi gerekir. Zira hür yürekli binlerce Müslümanın zalimler tarafından kısır bir hayat döngüsüne mahkûm edildiği acı bir gerçektir. İslam bu durumu ortadan kaldırmak için de çareler düşünmüştür. Bahsini ettiğimiz dış dünyayı; siyasi, sosyal, ekonomik, askeri ve dini faktörlerin birleşimi olarak kabul edebiliriz. İslam birey ve toplumların bu bağlamdaki özgürlüklerini tesis etmek için şu hususları ilke olarak benimsemiş ve imkân bulduğu ölçüde tatbik etmiştir.
Siyasi özgürlüğü sağlamak için; haddi aşan önderlere karşı durmak, onlara itaat etmemek.
Sosyal özgürlüğü sağlamak için; toplumsal hayatı baltalayan ırkçılık, statü farkı gibi bayağı alışkanlıklardan ve İslam kardeşliğini engelleyen her türlü yanlış hareketten uzak durmak.
Ekonomik özgürlüğü sağlamak için; paranın hep aynı ellerde dolaşıp durmayacağı, mümkün mertebe hiç kimsenin başkasına muhtaç olmayacağı, haksız kazanca müsamahanın olmadığı adil bir ekonomik düzen kurmak.
Dini özgürlüğü sağlamak için; herkesin uygun şekilde inancını yaşayabilmesini temin eden, imtiyazlı bir din adamı sınıfı oluşturmayan otorite tesis etmek.
Askeri özgürlüğü sağlamak için; Müslümanların cihad şuurunu her daim canlı tutmak ve teyakkuz halini sürekli korumak.
Netice olarak; İslam tüm bu alanlara dair gerçekçi ve uygulanabilir hükümlere sahip olduğu için özgürlüğün tek temsilcisidir. Diğer ideoloji ve dinler de bu çapta bir muhtevaya sahip olmadıkları için sahtedirler.
[1]. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, s.19