Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2024 Kasım / 144. Sayı
Maneviyat; Maddi olmayan, içsel olan ve kişinin iç dünyasıyla ilgili olan şeyler şeklinde tanımlanır. Kişinin yaşamının bir anlam ifade etmesine, amaçlarını belirleyip ortaya koymasına ve neticede huzur bulmasına yardımcı olan önemli bir kavramdır.
Diğer bir ifade ile maneviyat, kişinin içsel dünyasını keşfetmesine, kendini tanımasına, değerlerini ve inançlarını belirlemesine ve bu değerleri hayatında uygulamasına olanak tanıyan önemli bir kavramdır.
Dinimizin bize öğrettiğine göre, insanın maddi ihtiyaçları kadar manevi ihtiyaçları da vardır. Maneviyat, hayatın doğal bir parçasıdır. Umut, sabır ve hoşgörü kaynağıdır. Maneviyatı yüksek bir insan için, kendisine sunulan olanakları kabul etmek takdir edilene razı olmak, zorluklarla mücadele etmek, geleceğe dair cesaretli, umutlu ve inançlı olmak daha kolaydır.
İnsan yaratılış bakımından sevgi ve merhamete ihtiyaç duyan bir varlıktır. Hayatta karşılaştığı şiddetli sıkıntılar karşısında sığınacağı bir liman arar durur. Sosyal bir varlık olması hasebiyle de bu tür zamanlarda kendi derdini paylaşacak, sıkıntısına ortak olacak bir dost bulabilmeyi umar. İslam inancına göre bu yaraya merhem olacak ve bu sıkıntıyı kolayca aşmaya yardım edecek yegâne güç hiç şüphesiz Allah azze ve celle’dir.
Nitekim Allahu Teâlâ, ihtiyaçlarının neler olduğunu en iyi bildiği insanı en güzel şekilde yaratan ve onu başıboş bırakmayıp her anında ona şah damarından bile daha yakın olan bir ilahtır. Sıkıntı ve musibet esnasında kendisine yönelen kulunu asla terk etmeyen, dua ettiğinde ona icabet eden, onu hiçbir zaman yardımsız, yalnız, çaresiz bırakmayan meselelerin nihai çözüm mercii olan yegâne rab ve ilahtır.
Dünyada bulunmanın ve imtihanın bir gereği olarak insan dönemsel olarak bazı aşamalardan geçer. Yeri gelir sevinir yeri gelir üzülür. Bazen sevincin zirvesini yaşarken bazen de üzüntüden yerin dibine battığını zanneder. Bu sebeple hayatta karşılaştığı imtihanlara göğüs gerebilmek ve çözüm bulabilmek için Allah’a teslim olmak suretiyle huzur bulan selim bir kalbe sahip olması gerekir. Kalbini imanla besleyerek maneviyatını artırmaya gayret eder. Bunun yolu da tabi ki Rabbinin kendisinden beklediği kulluk vazifesidir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat,56)
Yüce Rabbimiz kimlerin daha güzel, daha değerli, devamlı bilinçli ameller işleyeceğini, işini daha güzel yapacağını denemek için dünyada ölümü, dünyada ve âhirette hayatı yaratmıştır. “Hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk,2)
Maneviyatlarını kuvvetlendirmek isteyenlerin ibadetlere yönelmek ve Allah’ı çokça zikretmek suretiyle Allahu Teâlâ ile bağlarını güçlendirmeleri gerekir. Çünkü zulumattan ve sıkıntılardan çıkış yolunun bu olacağını Rabbimiz şu şekilde bizlere bildirmiştir.
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah akşam tesbih edin. O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size merhamet eden; melekleri de sizin için bağışlanma dileyendir. Allah, mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzab, 41-43)
Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de, insanın içinin yani kalbinin maneviyatına olan etkisine değinmiş ve ehemmiyetini şöylece bildirmiştir: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi, doğru ve düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru ve düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O kalptir.”[1]
“Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (Kâf,16)buyuran yüce Rabbimizin kendisine ne kadar da yakın olduğunun şuurunda olan iman ehli kul hiçbir zaman başka dostlar ve başka yardımcılar aramaz. Çünkü Allah’tan başka hiçbir kimsenin onun sıkıntılarını tam olarak ve nihai biçimde çözeceğine kanaat etmez. Çünkü beşerin yardım ve inayeti de sınırlı ve eksiktir. Öyleyse hakiki Kadîr-i Mutlaktan başka dert ve sıkıntıları çözebilecek bir merci yoktur. Bu bilinç müminin kalbine yerleştiği andan itibaren sahte ve yetersiz yardımcılara ihtiyaç kalmaz. Bunun bilincinde olan İbrahim aleyhisselâm ateşe atılırken dahi Rabbinden başkasından yardım beklemedi. Yardıma gelen Cebrail aleyhisselam’ın teklifine bile cevap vermeyerek Rabbinin kendisinden haberdar olduğunu, görüp gözettiğini bildirdi.
Rivayete göre Nemrut eşi benzeri görülmemiş bir ateş hazırlatır. İbrahim aleyhisselam’ı o ateşe atacaktır. Bağlanıp ateşe atılacağı sırada Cebrail aleyhisselam Allah’a seslenir. Ya Rab! Senin kulun İbrahim sana olan bağlılığından dolayı ateşe atılıyor. Allahu Teâlâ da ona şöyle buyurur: “Git eğer senden yardım dilerse ona yardım et.” İbrahim aleyhisselam mancınık ile ateşe atılır. Tam havadayken Cebrail aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam’ın yanına gelir, bu geliş başkadır. İlahi yardım önüne serilir. Sorar Cebrail aleyhisselam: “Ey İbrahim kurtulmak istiyor musun? Seni kurtarayım.” İbrahim aleyhisselâm: “Hayır Allah bu durumumdan haberdardır, bana bunu layık gördüyse ben razıyım senin yardımına ihtiyacım yok. Allah bana yeter o ne güzel vekildir” der. Cebrail aleyhisselâm: “Peki seni kurtarması için Allah’a yalvarmayacak mısın?” deyince de İbrahim aleyhisselâm: “O’nun benim durumumu bilmesi bir şey söylememe ihtiyaç bırakmamaktadır” der.
Ateş bahçesinde güldür İbrahim. Rabbine tevekkül edene Rabbi ödüldür. Rabbi, İbrahim’e yetti. Çünkü o tek başına bir ümmetti. İbrahim aleyhisselam ateşe düşer ancak ateş yakmaz, gül bahçesine dönüşür. Hemen secdeye kapanır, Hamdu-Sena eder. Oysa Cebrail aleyhisselam’ı gönderen de Allah’tı. Fakat aracıya ne hacet! Sen aradan çekil o bana yeter dedi. Yetti de nitekim.
Burada da anlattığımız üzere Yüce Rabbimizin kâinat için belirlediği bazı değişmez kurallar o anda geçersizleşti. Sebep sonuç ilişkisi bir anda bozuldu Ateş İbrahim aleyhisselam’ı yakması gerekirken yakmadı. Oysa onun vazifesi içine girenleri yakmaktı. Ama beklenen olmadı. Bir anda “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol” dedik.” (Enbiya,69) emri tecelli etti. Ateş yakmadı hatta ısısı bunaltmadı. Bilakis tersine bir etki yaparak soğutmaya ve rahatlatmaya başladı.
Subhannallah! Allahu Teâla’nın kâinat için belirlediği ilahi kanunları orada işlevini yerine getirmedi. Yüce Rabbine böyle bir teslimiyet gösteren İbrahim aleyhisselâm oğlu İsmail aleyhisselam’ın boğazlanması emrine de yakîni bir kalple teslim oldu. Burada da yine yüce Rabbinden başkasından yardım ve inayet beklemedi. Vakit geçirmeden oğluna şöyle seslendi. “….. (İbrâhîm ona), “Yavrucuğum, şüphesiz, ben seni rüyamda boğazlarken (Allah için kurban ederken) görüyorum. Bir düşün (bakalım! Sana bu anlattıklarım hakkında) ne dersin?” dedi.” (Saffat, 102) Böyle bir babanın oğlu olan İsmail aleyhisselâm tıpkı babası gibi bir teslimiyet sergileyerek babasının yolunda olduğunu ispatladı ve aynı vakar ve teslimiyetle “Babacığım, sana (Allah tarafından) emredilen neyse onu yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın” dedi.” (Saffat, 102) İşte burada da kevnî kanunlar işlevsiz hale geldi. Kesmesi gereken bıçak kesmedi. İsmail aleyhisselam’ın yere haram olan o mübarek kanı yere düşmedi.
Netice de ilahi iradenin kaza ve kaderine teslim olan İbrahim aleyhisselâm’a Yüce Rabbimiz gelecek nesillerde anılacak büyük bir ün bahşetti. Kıyamete kadar anılacak ve örnek gösterilecek bir teslimiyetin hakikatini de bizlere bildirmiş oldu.
“Baba-oğul Allah’a teslim olup, boyun eğdiği, İslâm’daki samimiyetlerini gösterdikleri, İbrâhim’in İsmâil’i şakağı üzerine yatırdığı zaman biz seslendik. “Ey İbrâhim! Gördüğün rüyanın hükmünü (rüyada sana vahyettiğimiz emrimizi) yerine getirdin.” Şüphesiz biz, muhsin kullarımızı böyle mükâfatlandırırız. Hiç şüphesiz bu, büyük bir imtihandı. Biz ona (İsmail’in) kurtuluş fidyesi olarak büyük bir kurban verdik. Sonra gelenler içinde “İbrahim’e selam olsun” diye ona iyi bir ün bıraktık.” (Saffat, 103-109)
Allah’ın eşsiz rahmeti ve koruması altında olduğuna ve onun her an kendisini görüp duyduğuna inanan bir insan hiçbir zaman yalnız ve kimsesiz kalma korkusu yaşamaz. Zorlukları aşmada, imanından ve maneviyatından güç alır. Yaşanan sıkıntılı olaylar karşısında teselli bulur. En nihayetinde huzura kavuşur, mutmain olur.
Maneviyatı artıran ve motive eden en büyük esas Allah’a teslim olarak ve hayatı O’na adamak suretiyle yaşanılan bir hayattır. Allah’a ve Rasûlüne icabet etmek ve İslam’ı hayatına baştâcı edinmektir. Nitekim Allah ve Rasûlüne icabet etmek müslümana dünya ve ahirette hayat verecek ve onun kurtuluşuna vesile olacak pek mühim bir esastır.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığında Allah ve Rasûlü’nün davetine gönülden uyun ve bilin ki, şüphesiz Allah kişi ile kalbinin arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfâl,24)
Maneviyatı artıracak hususları özetle şöyle sıralamamız mümkündür:
Öncelikle Yakîni iman ve Allah’a tevekkül,
Alah’ın rızasını her şeyden üstün tutmak,
Allah’ın kaza ve kaderine teslim olmak,
Yüce Rabbimizin her zaman kulunun yanında ve yardımında olduğunu unutmamak,
“…İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa verilir.” (Kasas,54) ayetine kulak vererek yaşanılan her şeyin bir imtihan olduğunu ve her şeyin neticede sabır gösterilmesi halinde müminin lehine olacağının şuurunda olmak, “Mü’minin hayranlık verici bir hali vardır ki, onun her işi hayırdır. Bu hal, müminden başka hiç kimsede bulunmaz. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur.”[2] hadisiyle teselli bularak musibetle göğüs germek, hayırda da şerde de hadiste belirtildiği şekilde davranmak,
Allah’ın bizi bizden daha iyi bildiğini, bizi bizden daha çok sevdiğini ve sevenin sevdiğini yalnız ve çaresiz bırakmayacağına tam olarak inanmak,
Dünya hayatının bir imtihanı alanı olduğunu düşünüp, ümitsizliğe kapılmamak, Allah’tan korkarak yine O’nun merhametine sığınmak.
Bize merhamet eden ve dualarımıza icabet eden bir Rabbimizin olduğu şuuruyla devamlı olarak O’na yönelerek dua etmek,
Verdiği nimetlere şükretmek suretiyle O’na karşı olması gereken kulluğa özen göstermek ve “Hani Rabbiniz size: ’Şayet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir’ buyurmuştu.” (İbrahim,7) ayetinin gereğiyle amel etmek,
Rabbimiz ile olan bağın kuvvetlenmesinin O’nu zikretmek suretiyle olacağını idrak etmek: “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım; bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara,152)
Allah ile olan bağımızı kuvvetlendirecek şeylerle meşgul olmak: Kudsi bir hadiste de beyan edildiği üzere Farz ve Nafile Namazlarla meşgul olmak: “Kulum, farz ibadetlerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder. Sonuçta ben onu severim. Sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden istediğinde ona veririm. Bana sığındığında onu korurum.”[3]
Her gün bir miktar da olsa maneviyatı güçlendirecek Kur’an, tefsir, hadis gibi imanı eserler okumak, dini sohbetlere katılmak
Ecrinin miktarını ve sevabını meleklerin yazmaktan aciz kaldığı Oruç ibadetine önem göstermek ve “Her iyiliğe karşı, on mislinden yedi yüz misline kadar mükâfat vardır. Ancak oruç (un mükâfatı), bu ölçünün dışındadır çünkü o, benim içindir. Onun mükâfatını ancak ben veririm.”[4] hadisini akılda tutarak nafile oruçları artırmak.
Allah yolunda infak etmenin ve tasaddukta bulunmanın bizlere sağlayacağı dünyevi ve uhrevi faydaları tefekkür etmek: “Artık sizden kim iman edip infak ederse, onlara büyük bir ecir vardır.” (Hadid 7) ayeti ile
“Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir.” (Bakara 261) ayetlerini ve daha bunun gibi Kur’an da infaka dair nice ayetleri hatırda tutarak Allah’ın bizlere emanet olarak verdiği malları asıl sahibinin rızası doğrultusunda O’nun yolunda harcamak,
İyiliği emr ve kötülüğü nehy, yoluyla Allah’ın dinini tebliğ etmek, yeryüzünde hak ve hakikati tesis etmek ve Allah’ın dinin yeryüzüne hâkim kılmak uğruna gayret göstermek, Adâleti ikâme etmek.
Amellerin en zirvesinin Allah yolunda cihad olduğunu bilerek bu uğurda gereken gayret ve çabayı göstermek. Müminlere tevazu göstermek, kâfirlere karşı izzetli ve şiddetli olmak,
Bütün bunların ilim öğrenmekle mümkün olacağını idrak ederek şer’i ilimleri öğrenmek hususunda olabildiğince gayret göstermek “Oku” ilahi fermanı uyarınca dini ilimlerin tedrisatına ehemmiyet vermek, bu uğurda yapabildiği kadarıyla ilme ve âlimlere önem vererek bu yola hizmete kendini adamak,
Allah’ın sâlih kullarının asıl arzusunun, bedenlerinin değil, ruhlarının ferahlığı ve selâmete ermesi olduğunu bilerek ebediyet yolculuğunda kişiye fayda sağlayacak olan amellerle meşgul olmak. Muhammed bin Kâ’b el-Kurazî şöyle anlatır: Bir zamanlar Ömer bin Abdülazîz radıyallahu anh ile Medîne-i Münevvere’de karşılaşmıştım. O vakit gâyet yakışıklı, ter ü tâze bir gençti ve bolluk içinde yaşıyordu. Daha sonra halîfe olduğunda yanına gittim. İzin isteyip içeri girdim. Onu görünce şaşırdım ve yüzüne şaşkın şaşkın bakmaya başladım. Bana: “Ey Muhammed! Niçin öyle hayretle bakıyorsun?” dedi. “Ey Mü’minlerin Emîri! Renginiz uçmuş, bedeniniz yıpranmış, saçlarınız ağarmış ve dökülmüş! Sizi bu hâlde görünce hayretimi gizleyemedim.” dedim. (Ümmetin ağır mes’ûliyetini omuzlarında taşımaktan dolayı âdeta erimiş olan) Ömer bin Abdülazîz radıyallahu anh bana şöyle dedi: “Ey Muhammed! Beni kabre konulduğumdan üç gün sonra görsen kim bilir ne kadar şaşıracaksın? O zaman karıncalar gözlerimi çıkarmış, gözlerim yanaklarımın üzerine akmış, ağzım-burnum kan ve irinle dolmuş olur. İşte o zaman beni hiç tanıyamaz ve daha çok şaşırırsın. Şimdi bunları bırak da sen bana İbn-i Abbâs’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet ettiği hadîsi tekrar et…” buyurdu.[5]
Maneviyatını canlı tutacak diğer bütün amelleri öğrenmek ve yapabilme gayretini göstermek
Kalbi öldürecek ve ihlâsına zarar verecek boş işlerden ve boş şeylerden yüz çevirmek, “Kişinin malayani / lüzumsuz işlerle meşgul olmaması, onun İslam’ının güzelliğindendir.”[6] hadisi gereğince hareket ederek İslami güzelliğimizi artırma gayreti taşımak
Başta vahyin gecikmesi suretiyle içi daralan Sevgili Peygamberimiz’e ve O’nun şahsında bütün insanlığa iç huzuru olarak bahşedilen İnşirah Suresinin ezberlemek her sıkıntıda onu okumak suretiyle ferahlamak huzuru Allah’a yönelmekte aramak: “Ey Muhammed! Senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin şanını yüceltmedik mi? Elbette zorluğun yanında nice kolaylıklar vardır. Gerçekten, zorlukla beraber nice kolaylıklar vardır. Öyleyse, bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ve yalnız Rabbine yönel.” (İnşirâh, 1-8.)
Yaptıklarının kendi gayreti ve çabasıyla değil Allah’ın yardım ve inayetiyle meydana geldiğini bilmek, kendi bilgisi, ilmi ve ameli sayesinde gerçekleştiğini zannetmemek,
Bu hususta izzeti nefsine güvenmemek, kendinden üstün yüce Kudretin azametine layık bir surette hamd etmek suretiyle acziyetinin farkına varmak ve Allah’a karşı haddini bilmek.
Son olarak Yüce Rabbinden tüm bunları yapabilmeye dair yardım talebinde bulunmak ve bunları kolaylaştırmasını talep etmek.
Maneviyatı yüksek kullarından olmayı Rabbimizden diler, yardım ve lütuflarını sağanak şeklinde üzerimize boşaltmasını O’ndan talep ederiz.
“Allah’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar, hattâ ondan daha az bir zaman bile nefsimle baş başa bırakma.”[7] Amin…
Selam ve Dua ile…
[1]. Buhâri, İmân, 39.
[2]. Müslim
[3]. Buhârî, Rikâk, 38
[4]. Buharî, Savm, 2
[5]. Hâkim, IV, 300/7706
[6]. Mecmau’z-Zevaid, h. no.12636, 12637
[7]. Ebû Davud, Edeb 110