Rasûl’i Ekrem’in İnsanlar Üzerindeki Hakları

Kapak Dosya – Mahmut Varhan / 2015 Nisan / 29. Sayı

İnsanlık âlemini vareden ve onlara rehber olarak en seçkin kulları olan peygamberleri gönderen Allah Azze ve Celle’ye hamd eder; O’nun insanlık âlemine armağan ettiği en büyük hediyesi, peygamberlik silsilesinin son halkası, Sultânu’l-Enbiyâ ve rahmeten li’l-âlemîn olarak gönderilen Efendimiz Muhammed Mustafa’ya; onun âline, ashabına ve kıyamete kadar ona tâbi olan mü’minlere salât ve selam ederiz.

İmdi; bu makalemizde insanlık âleminin kurtuluşu için her çileye katlanan ve Allah’ın inâyeti ile kurtulmalarına vesile olmak istediği insanların tüm eziyetlerine göğüs geren; her dâim ümmetinin derdi ile tasalanan ve mü’minlere karşı son derece şefkatli ve merhametli olan Peygamber’i Zîşân sallallahu aleyhi ve sellem’in biz insanlar üzerindeki bazı haklarından bahsetmeye çalışacağız. Ümmetine karşı sorumluluk ve görevini en kâmil bir şekilde ifâ eden Rasûl’i Ekrem’in, haklarını eda edebilmeyi ve ona karşı vefalı olabilmeyi biz ümmet›i Muhammed’e âsan kılmasını yüce Mevlâ’mızdan niyaz ediyoruz.

1- Rasûl’i Ekrem’e İman Etmek

Rasûl’i Ekrem’e iman etmeden, Allah’a iman asla muteber olmaz ve Nebiyy’i Muhterem’e teslim olmadan Allah Azze ve Celle’ye teslimiyet gerçekleşmez. Allah’a giden yol, Sultânu’l-Enbiyâ olan son peygamberin izinden gitmekle ancak katedilir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem geldikten sonra ona tâbi olmaktan başka dünyevî ve uhrevî kurtuluşun hiçbir yolu yoktur. Bu durum Kur’an-ı Kerim, sünnet’i seniyye, icma’ı ümmet ve selim akıl ile sabit olan gayet açık bir konudur.

Nitekim Allah Azze ve Celle bütün peygamberlerden, dolayısıyla tüm ümmetlerden ve insanlık âleminin bütün toplumlarından bu konuda misak aldığını Kitab’ı Mübin’inde şöylece tescil etmektedir: “Allah peygamberlerden, “Andolsun, size kitab ve hikmet verdim; sonra size yanınızdakini doğrulayan bir elçi gelince, ona mutlaka iman edecek ve onu mutlaka destekleyeceksiniz!” diye kesin söz almıştır. “İkrar (kabul) ettiniz ve bu meyandaki ağır ahdimi(n sorumluluğunu) üstlendiniz mi?” buyurdu. “İkrar ettik” dediler. “O halde siz şahit olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim!” buyurdu.” (Âl-i İmrân: 81)

Yine Allahu Teâlâ, göklerin ve yerin Rabbi olarak bütün insanlığa şöyle hitap etmesini son peygamberine emretmektedir: “Şöyle de: “Ey insanlar! Elbette ben, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın hepinize birden gönderdiği elçisiyim. Öyleyse Allah’a iman edin, Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden o ümmî Peygamber’e de iman edin. Ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf: 158) Bu ayetler Allah’ın elçisi olan Muhammed aleyhisselam’a iman etmenin farz ve vazgeçilmez olduğunu, ona iman etmeyen kimseye mü’min denilemeyeceğini, ona iman etmeden müslüman olunamayacağını ve kurtuluşa erilemeyeceğini açık bir şekilde göstermektedir. Allahu Teâlâ bu gerçeği diğer bir ayet’i kerimede şöyle ifade etmektedir: “Fakat kim Allah’a ve Rasûlüne iman etmezse, bilsin ki Biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık.” (Fetih: 13)

Ebû Hureyre radıyallahu anhu’nun rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, benim peygamber olduğuma ve getirdiğim dine inanıncaya kadar insanlarla savaşmam emredildi. Eğer Allah’a, benim O’nun peygamberi olduğuma ve getirdiğim dine inanırlarsa, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. İslam’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların kalplerinde gizledikleri şeylerin hesabı Allah’a aittir.” (1)

Bu açık gerçeklere ve şeriat’ı ğarra’nın en temel ve en sabit esasının bu olmasına rağmen teessüf ki, kulakları hakka sağır, gözleri hakkı görmeyen ve kalpleri kılıflanmış bir takım nasipsiz bid’at ehli kimseler türemiştir ki; âlemlere rahmet olan Efendimiz’e iman etmeden ve ona tâbi olmadan da ilâhî rahmet deryasına ulaşılabileceğini iddia etmektedirler. Buna karşı ancak şöyle diyebiliriz: Rabbimiz! Seni tenzih ederiz! Bu gerçekten onların ağızlarıyla geveledikleri büyük bir iftiradır. Bu müfteriler de İslam kisvesinin altına saklanarak, imanın en temel hakikatlerini tahrif etmeye çalışan zındıklardan başkaları değildir.

2- Rasûl’i Ekrem’e İtaat Etmek, Onun Sünnetine Tâbi Olmak ve Onu Örnek Almak

Bilinmesi gereken en temel esaslardan biri de şudur ki: İman sadece kuru bir sözden ibaret değildir. İman bir intisabtır. Kalp ile tasdik edip, dil ile ikrar ederek onun gösterdiği tarzda salih amellerde bulunmak suretiyle bağlanmaktır. Zira din Allah’a, O’nun Rasûlüne, Kitab’ına, mü’minlerin yöneticilerine ve tüm mü’minlere karşı samimiyettir. Rasûlullah’a karşı samimiyet ise ona itaat etmek, onun sünnetine tâbi olmak, onu sevmek, ona ta’zimde bulunmak ve onu örnek almakla ancak mümkün olur. Bunlar olmadan samimiyetten bahsetmek yersiz bir iddia ve büyük bir aldanıştır. Peygamber’i Zîşân sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat etmenin ve onun sünnetine tâbi olmanın farziyetini gösteren pek çok ayet’i kerime ve hadis’i şerif bulunmaktadır. Selef’i salihin ve daha sonra gelen bütün âlimlerin bu husustaki tutumları gayet açıktır. Ezcümle:

Allah Azze ve Celle’ye itaat etmek, ancak Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat etmekle gerçekleşir: “Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ: 80)

Allahu Teâlâ’nın sevgisi ve mağfireti ancak gönüller sultanı Efendimiz’e tâbi olmakla kazanılır: “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân: 31)

Allah’ın rahmetine nail olmak, ancak Kur’an ve sünnete uymakla mümkün olacaktır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.” (Âl-i İmrân: 132)

Rahman’ın ziyafet sofrası olan cennetine girebilmek için, Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyyeye uygun yaşamak zorunludur: “Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, onu, içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada ebedi kalmak üzere; işte büyük kurtuluş budur.” (Nisâ: 13)
Ebû Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer” buyurdu. Bunun üzerine ashab’ı kiram: “Ey Allah’ın elçisi, cennete girmeyi kim istemez ki?” diye sorunca; Peygamber Efendimiz şu cevabı verdi: “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı gelenler ise cenneti istememiş demektir.” (2)

İmanın gerçek anlamda sabit olması ve tahakkuk etmesi için, Rasûl’i Zîşân Efendimiz’in sünnetine tâbi olmak, tereddütsüz bir şekilde onun sahih olan sünnetine uygun yaşamak zorunludur: “Hayır, Rabbine yemin ederim ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kabul edip sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan onu kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’mine bir kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)

Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine çağrılan mü’min bir kişinin yapacağı tek şey, Allah’a ve Rasûlü’ne boyun eğmesidir: “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü’ne davet edildiklerinde, mü’minlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr: 51)

Hidayet üzere kalabilmek ve doğru yol üzerinde ölebilmek için, Allah’ın elçisine itaat etmek ve onun izinden asla ayrılmamak gerekir: “De ki: “Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, peygamberin sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık seçik duyurmaktır.” (Nûr: 54)

Hayatın ruhu ve dinin hayatı Kur’an ve sünnete uymaktır: “Ey iman edenler! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne uyun.” (Enfâl: 24)

Bütün anlaşmazlıkların çözümünde müslümanların tek kaynağı Kur’an ve sünnettir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de… Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisâ: 59)

Allah Azze ve Celle’nin nimetlerine mazhar olmuş seçkin kullarının yolunda yürümek ve yarın rûz’i mahşerde onlarla birlikte olabilmek için, Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i nebeviye tâbi olmak gerekir: “Kim Allah’a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisâ: 69)

Her türlü işlerinde mü’minlerin örneği ve modeli, âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed Mustafa’dır: “Yemin ederim ki, sizin için, Allah’ın huzuruna çıkmayı umanlar, ahiret gününe inananlar ve Allah’ı çok çok ananlar için Allah’ın Rasûlü güzel bir örnektir.” (Ahzâb: 21)

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bu güzel örnekliğine yüz çevirmenin ve onun sünnet’i seniyyesini baş tacı ederek kabul etmemenin akıbeti pek fenadır. Bu vasat yolun iki tarafı olan ifrat ve tefritin ikisi de bid’at ve dalâlettir: “(Ey mü’minler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın… Artık peygamberin emrine karşı koyanlar, başlarına bir fitne gelmesinden veya kendilerine korkunç bir azabın isabet etmesinden kaçınsınlar!” (Nûr: 63)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i örnek almak, herhangi bir konuya ya da hayatın herhangi bir sahasına mahsus olmayıp; bütün hayatı her yönüyle kapsayıcı mutlak bir hakikattir. Ona itaatin bir sınırı bulunmayıp, onun her emrine ittibâ etmek ilâhî bir emir ve dini bir sorumluluktur: “Peygamber size ne verdiyse, onu alın; neyi yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr: 7)

Bu ve benzeri pek çok ayet’i kerimeler ve bunlarla aynı anlamda olan birçok hadis’i şerif açık bir şekilde göstermektedir ki, müslümanların mutlak olarak Rasûlullah Efendimiz’e itaat etmeleri ve kayıtsız şartsız onun sahih olan sünnetine tâbi olmaları farzdır. Bu Allah’ın emri olarak, Rasûlullah Efendimiz’in biz müslümanlar üzerindeki en öncelikli hakkıdır. Bütün bunlara rağmen tarih boyunca hevâsının esiri olmuş birtakım bid’at fırkaları ve fitneci kimseler ortaya çıkmış; Sünnet’i Seniyye’nin bağlayıcılığı konusunda türlü türlü şüpheler ve vesveseler ortaya atarak insanların kafasını karıştırmışlardır. Günümüzde de oryantalistlere zağarlık eden bu tip müfsidler mebzul miktarda bulunmaktadır. Hâlbuki bu ümmetin selef’i salihini, Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ konusunda gayet hassas ve titizdiler. İşte selefin yolundan ayrılan bu bid’at şebekeleri, ümmetin düşmanları olan müsteşriklerin ağına düşmüş ve bir zaman sonra da bundan haz duymaya başlamışlardır. Bu konuda selef’i salihinden aktarılan yüzlerce örnekten sadece iki tanesine yer vermekle yetinelim:

Ashab’ı kiramdan Übey b. Ka’b radıyallahu anh şöyle demiştir: “Ey müslümanlar! Allah’ın yolundan ve Rasûlullah’ın sünnetinden ayrılmayınız! Yeryüzünde Kitab ve Sünnet’ten ayrılmayan, yalnız başına kaldığında da Allah’ı hatırlayarak O’nun korkusuyla ağlayıp gözyaşı döken kimseye, Cenâb-ı Hak asla azap etmez.

Yeryüzünde, Kitab ve Sünnet’ten ayrılmayan biri, kimsenin görmediği bir yerde Allah’ı hatırlayıp O’nun büyüklüğü karşısında tüyleri ürperdiği zaman, tıpkı yaprakları kuruyan bir ağaç, şiddetli bir rüzgâr çıkınca bütün yapraklarını nasıl dökerse, Cenâb-ı Hak da onun bütün günahlarını aynı şekilde döker.

İfrat ve tefrite kaçmadan, Kitab ve Sünnet’e uygun bir şekilde ibadet etmek, Kitab ve Sünnet’e aykırı olarak yapılan çok amelden daha hayırlıdır.

Ey mü’minler! Gereğinden fazla (veya gereği kadar) bile olsa, yaptığınız ibadet ve tâatlerin, mutlaka peygamberlerin yoluna ve sünnetine uygun olmasına dikkat ediniz.” (3)

Halife Ömer ibni Abdülaziz şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ondan sonraki yöneticiler (Hulefâ-i Râşidin) birtakım sünnetler ve güzel âdetler ortaya koydular. Onların ortaya koyduğu bu sünnetleri ve güzel âdetleri uygulamak Allah’ın Kitab’ını tasdik, Allah’a itaat ve O’nun dinini desteklemek demektir. Hiçbir kimsenin bu sünnetleri ve güzel âdetleri herhangi bir şekilde değiştirmeye hakkı yoktur. Onlara aykırı davrananların görüşleri kesinlikle benimsenemez. Rasûlullah’ın ve Hulefâ-i Râşidin’in sünnetlerine uyanlar doğru yoldadır. Bu sünnetlere tutunanlar, hedeflerine ulaşır. Bu sünnetlere aykırı davranan ve mü’minlerin yolundan başka bir yol tutanları Allah bu kötü tercihleriyle başbaşa bırakır ve onları cehenneme sokar, cehennem ise varılacak ne kötü bir yerdir!” (4)

3- Rasûl’i Ekrem’i Sevmek

Rasûl’i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e tam bir şekilde tâbi olup, onu örnek alabilmek için; kâmil manada onu sevmek ve kalbî muhabbetin en samimi şekliyle ona bağlanmak gerekir. Onu her şeye tercih etmek gerekir. Zira birini samimiyetle seven, onu kendine dahi tercih eder ve onun arzusuna aykırı bir şey yapmamaya çalışır. Sevdiğine böylesine sevgi beslemeyen, sevgisinde samimi değildir. Onun sevgisi bir iddiadan ibarettir. Sehl b. Abdullah et-Tüsteri şöyle demektedir: “Rasûlullah’ı, kendi hayatının her safhasında sözü geçen biri olarak görmeyen; Rasûl’i Ekrem’i efendi, kendisini köle kabul etmeyen bir kimse Peygamber sünnetini yaşamanın lezzetini tadamaz. Çünkü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Sizden biriniz beni canından, çocuklarından, anasından, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, gerçek mü’min olamaz’ (5) buyurmaktadır.”

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, yakın akrabanız, kazandığınız mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret ve sevdiğiniz meskenleriniz size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise o zaman Allah’ın azap emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, yoldan çıkmış topluluğa asla doğru yolu göstermez.” (Tevbe: 24) Bu ayet, Rasûlullah Efendimiz’e muhabbetin gerekli, hatta farz ve çok önemli olduğunu göstermeye, onun bu muhabbete layık olduğunu belirtmeye ve onu sevmeye teşvik etmeye yeterlidir.

Cenâb-ı Hak bu ayet’i kerime ile malını, mülkünü, ailesini, yakınlarını ve çocuklarını Allah’tan ve Peygamber’den çok sevenlerin Allah’ın gazabına uğrayacaklarını hatırlatarak şiddetle uyarmış ve onları “Allah’ın azap emri gelinceye kadar bekleyin!” diyerek tehdit etmiştir. Cenâb-ı Hak bu ayetin sonunda da onların fasık olduklarını yani doğru yoldan çıkıp isyan ettiklerini, yollarını sapıttıklarını ve onlara doğru yolu göstermeyeceğini ifade buyurmuştur.

Enes b. Malik radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şu üç özellik kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Rasûlünü, bu ikisinden başka herkesten ve her şeyden daha çok sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (6)

Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre bir gün Rasûl’i Ekrem Efendimiz, onun elini tutmuştu. Hz. Ömer ona: “Ya Rasûlallah! Seni canımdan başka her şeyden daha çok seviyorum” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, bu olmadı. Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, beni canından da çok sevmelisin” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Ya Rasûlallah! Yemin ederim ki, şu anda sen bana canımdan da ilerisin” dedi. O zaman Allah’ın Elçisi: “Ömer! İşte şimdi oldu” buyurdu. (7)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e duyulan bu muhabbetin niteliği hakkında fikir vermesi için Amr b. el-Âs radıyallahu anhu’nun şu sözü üzerinde düşünmemiz yeterlidir: “Hiç kimse bana Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den daha sevgili olmadığı gibi, hiçbir kimse de benim nazarımda ondan daha yüce değildi. Ona karşı olan aşırı hürmetimden dolayı gözlerimi doyura doyura mübarek yüzüne bakamazdım.” (8)

Mekkeli müşrikler, ashab’ı kiramdan Zeyd b. Desine’yi öldürmek için Harem’den çıkardıkları zaman, Ebû Süfyan ona dedi ki: “Allah aşkına söyle Zeyd! Şimdi sen, çoluk çocuğunun yanında olsaydın, senin yerinde de Muhammed olsaydı, seni öldüreceğimize onun boynunu vursaydık, daha iyi olurdu değil mi? ” Zeyd ona şu cevabı verdi: “Allah’a yemin ederim ki, ben çoluk çocuğumun yanındayken, Muhammed aleyhisselam’ın değil burada olmasını istemek, şu anda bulunduğu yerde bile ayağına diken batmasına gönlüm razı olmazdı.” Ebû Süfyan bu cevaba şaştı kaldı ve şöyle dedi: “Ben dünyada Muhammed’in ashabının Muhammed’i sevdiği kadar, bir başkasını seven kimse görmedim.” (9)

Rasûlullah’a muhabbet beslemenin insana kazandıracağı büyük devleti ve muazzam saltanatı anlayabilmek için şu hadis’i şerif üzerinde düşünmemiz yeterlidir: Enes b. Malik radıyallahu anh’ın rivayet ettiğine göre, bir adam Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ya Rasûlallah! Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber Efendimiz de ona: “Kıyamet için ne hazırladın?” diye karşılık verdi. Adam: “Kıyamet için hazırladığım öyle fazladan bir namazım, orucum, sadakam yok. Fakat ben Allah’ı ve O’nun Rasûlünü severim” dedi. Peygamber Efendimiz de ona: “Sen sevdiğinle beraber olacaksın” buyurdu. Enes b. Malik bu hadisi rivayet ettikten sonra şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, “Sen sevdiğinle beraber olacaksın” sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmedik. Zira ben Peygamber Efendimiz’i, Ebû Bekir ve Ömer’i de seviyorum. Onlar kadar çok amelim olmasa da, onları sevdiğim için kendileriyle beraber olmayı umuyorum.” (10)

Bu devlet ve saltanata nail olabilmek için, İslam Tarihi boyunca bahtiyar kimseler Peygamber sevgisi ve özlemiyle yanmış ve bir defa da olsa onu görebilmeyi bütün varlıklarına tercih etmişlerdir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu bahtiyar kullar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Ümmetim içinde beni en çok sevenler, benim vefatımdan sonra doğan ve beni görebilmek için ailesini ve bütün mal varlığını feda etmeyi göze alan kimselerdir.” (11)

Kâinatın gül goncası ve insanlık ağacının en güzel meyvesi olan rahmet peygamberine muhabbetin iddiadan çıkarak hakikate dönüşmesi için, onu sevenlerde şu özelliklerin bulunması gerekir: Peygamberin sünnetine uygun yaşamalı, Rasûl’i Ekrem’in getirip insanlığa emanet ettiği İslamiyet’i her şeyin üstünde tutmalı, ümmet›i Muhammed’den hiç kimseye kin tutmamalı, Sultânu’l-Enbiyâ’nın sünnetini ihya etmeye gayret sarfetmeli, onu özleyerek ona kavuşmayı istemeli, onu saygı ve hasretle anmalı, onun sevdiklerini sevmeli ve buğzettiklerine buğzetmeli, onun âl-i beytini ve ashabını sevip saymalı, onun gaye’i hayatı olan Kur’an-ı Kerim’i sevip yaşamalı, ümmet›i Muhammed’e acıyıp şefkat etmeli ve ona benzemeye çalışarak dünyaya meyletmekten son derece sakınmalıdır.

4- Rasûlullah Efendimiz’e Saygı Göstermek

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e saygı göstermeyi ve onu yüceltmeyi farz kılıp emreden ayet’i kerimeleri kaydettikten sonra, selef’i salihinin bu ilâhi emri nasıl tatbik ettiklerini yoruma gerek duymadan aktarmaya çalışacağız.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz seni bir şahid, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Tâ ki sizler Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz, ona destek olasınız ve ona saygı gösteresiniz.” (Fetih: 8,9)

“Ey iman edenler! Kendi görüşünüzü Allah’ın ve Rasûlünün verdiği hükmün önüne geçirmeyin… Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin ve birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da yüksek sesle konuşmayın ki, siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Rasûlullah’ın huzurunda seslerini kısanlara gelince: İşte onlar, takvaya erişmeleri için Allah’ın kalplerini samimi kıldığı kimselerdir. Onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır. Sana evinin dışından seslenenlerin çoğu yaptıkları (kabalığı) anlamayan kimselerdir.” (Hucurât: 1-4)

“Peygamberi birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Nûr: 63)

Enes b. Malik radıyallahu anhu şöyle demiştir: “Muhacirler ve Ensar›dan oluşan ashab’ı kiram, aralarında Hz. Ebû Bekir ve Ömer de olduğu halde birlikte otururlarken, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem evinden çıkıp onların yanına gelirdi. Ebû Bekir ve Ömer dışında onların hiçbiri başını kaldırıp da Peygamber aleyhisselam’ın yüzüne bakmazdı. Ancak Rasûlullah’ın bu iki arkadaşı ona tebessüm ederek bakar, o da onlara bakarak tebessüm buyururdu.” (12)

Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı yıl, Urve b. Mes’ud, Kureyş kabilesinin temsilcisi olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gelmiş ve ashab’ı kiramın ona nasıl hürmet ettiğini görüp anlatmıştı. Buna göre Rasûl’i Ekrem abdest aldığı zaman, ashabı, artan abdest suyunu alabilmek için birbiriyle itişip kakışıyor ve o suyu yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlardı. Tükürdüğü veya saçından bir tel düştüğü zaman onu elde etmek için âdeta çırpınıyorlardı. Bir şey buyurduğunda emrini derhal yerine getirmek için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Rasûlullah konuştuğunda hemen susup onu dinliyor, kendisine olan saygılarından dolayı başlarını kaldırıp da yüzüne bakmıyorlardı. Urve b. Mes’ud, Kureyş kabilesinin yanına döndüğünde onlara şunu söyledi: “Ey Kureyş topluluğu! Ben İran hükümdarı Kisra’nın, Rum imparatoru Kayser’in, Habeşistan kralı Necaşi’nin sarayına girdim. Yemin ederim ki ben, bunlar arasında arkadaşları tarafından, Muhammed’den daha değerli kabul edilen başka birini görmedim.” (13)

Kurtubalı âlim İshak b. İbrahim et-Tücibî şöyle demiştir: “Bir mü’min, Peygamber Efendimiz’in adını andığında veya bir başkası onun yanında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den söz ettiğinde hemen tevazu göstermeli, itaatkâr ve saygılı bir tavır takınmalı, duygulanmalı, daha sakin bir hal almalıdır. Peygamber Efendimiz’in huzurunda olsaydı ona karşı nasıl davranacaksa öyle davranmaya ve Allahu Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de bizden istediği şekilde ona en üstün edebi göstermeye çalışmalıdır. Böyle yapmak, her mü’minin görevidir.” (14)

İkinci Abbasi halifesi Mansur ile büyük muhaddis İmam Malik, bir gün Mescid-i Nebevi’de bir konu etrafında görüşüyorlardı. Bir ara halife, nerede bulunduğunu unutmuş gibi yüksek sesle konuşmaya başladı. İmam Malik hemen müdahale etti: “Ey mü’minlerin Emiri! Bu mescidde sesini yükseltme! Zira Allahu Teâlâ, Peygamber’ine nasıl davranmak gerektiği konusunda bir kavmi eğiterek şöyle buyurdu: “Ey iman edenler! Peygamber’in sesini bastıracak şekilde sesinizi yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın. Aksi halde siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” İmam Malik sözüne devamla dedi ki: “Allahu Teâlâ bir kavmi medhederek şöyle buyurdu: “Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva denemesinden geçirdiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” İmam Malik halifeyi uyarmaya devam etti: “Allahu Teâlâ bazı bedevileri kötüleyerek şöyle buyurdu: ‘(Rasûlüm!) Sana odaların dışından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir.’ İmam Malik sözünü şöyle bitirdi: “Unutmamak gerekir ki, Rasûl’i Ekrem’e sağlığında nasıl hürmet ediliyorsa, vefatından sonra da öyle davranmalıdır.” (15)

İmam Malik’in talebesi Mus’ab b. Abdullah şöyle demiştir: “İmam Malik’in yanında Peygamber Efendimiz’in adı anılınca rengi atar, âdeta beli bükülürdü. Talebeleri ve yanında bulunanlar onun sağlığından endişe edip üzülürdü. Bir gün ona bu halinden söz ettiklerinde: “Şayet siz, benim hallerine tanık olduğum büyüklerimin halini görseydiniz, benim halimi asla yadırgamazdınız” dedi. İmam Malik sözüne şöyle devam etti: “(Tâbiin âlimlerinden) Muhammed b. Münkedir’i görürdüm; o kurrânın efendisiydi. Ona bir hadis sorulduğunda mutlaka ağlamaya başlardı; öyle ağlardı ki, onun haline acırdık. Ben Cafer’i Sâdık’ı da gördüm. Şaka yapmaktan hoşlanan ve yüzünden tebessüm eksik olmayan bir insandı. Ancak yanında Rasûl’i Ekrem Efendimiz’den söz edilince yüzü hemen sararıverirdi. Ben onun, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den abdestsiz hadis rivayet ettiğini hiç görmedim… Yine Abdurrahman b. Kasım, Rasûl’i Ekrem’i andığı zaman, ona duyduğu üstün saygıdan dolayı yüzünde bir damla kan kalmamış gibi rengi atar, âdeta ağzı dili kurur, konuşamaz olurdu. Âmir b. Abdullah b. Zübeyr’i de ziyaret ederdim. Yanında Peygamber Efendimiz’in adı anılınca, gözyaşları tükenene kadar ağlardı. İbni Şihab ez-Zühri’yi de gördüm. Kendisiyle teklifsizce konuşulan hoş sohbet bir insandı. Ama yanında Peygamber Efendimizden söz açılınca, o kadar değişirdi ki, artık ne sen onu tanırdın ne de o seni. Safvan b. Süleym’e de gider gelirdim. Yanında Rasûl’i Ekrem’in adı anılınca ağlamaya başlardı. O kadar çok ağlardı ki, insanlar onun bu halinden bıkıp usanır, yanından kalkıp giderlerdi. Katade b. Diame es-Sedûsi ise, bir hadis’i şerif duyunca ağlayıp inlemeye başlardı.” (16)

Abdullah b. Mübarek şöyle demiştir: “Bir gün İmam Malik’in yanındaydım; bize hadis rivayet ediyordu. Onu bir akrep tam on altı defa soktu. Bu sırada renkten renge giriyor, yüzü sararıp soluyor, fakat hadis rivayetini bırakmıyordu. Ders sona erip de insanlar oradan uzaklaşınca ona: “Ebû Abdullah! Bugün sende şaşırtıcı bir hal gördüm” dedim. Bana şunu söyledi: “Evet, beni bir akrep on altı defa soktu; ama ben hepsine sabrettim. Bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisine duyduğum saygıdan dolayı yaptım.” (17)

Selef’i salihinde daha bunlara benzer binlerce örnek vardır. Ne kadar hazindir ki, yüce Peygamber’ine bu denli saygı gösteren bir selefin ardından, onlar yerine ümmetin düşmanlarını örnek alan kötü bir halef ortaya çıkmıştır. Öyle ki Rasûlullah’ın sünnetini ve hadis’i şeriflerini reddeden, o yüce Peygamber’i bir posta memuru konumunda gören, onu örnek almayı ve ona tâbi olmayı kendisine yediremeyen, ona bir salavât okumayı dahi gereksiz ve yağcılık olarak gören, onun adına hadis uydurma ve ona akıl almaz iftiralar atma dalaletini hidayet ve fazilet zanneden,  ona hakaret edenlerle aynı safta bulunmayı ve bu tip şeytanların acılarını paylaşmayı siyasi konjöktür deyip zorunlu gören terbiyesiz ve edepsiz bir nesil türemiştir. İşin acı tarafı bu edepsizler, herkese edep dersi vermeye kalkmakta ve Peygamber›e sevgi ve saygı duyduklarını iddia ederek timsah gözyaşlarını dökmeyi de ihmal etmemektedirler. Allahu Teâlâ ümmet’i Muhammed’i bu şerirlerin şerlerinden muhafaza ederek, bizleri de Peygamber’ine karşı samimi olan kullarından eylesin! Âmin! (18)

————————-

1. Buhari: 25;  Müslim: 21

2. Buhari: 7280

3. Abdullah b. Mübarek, ez-Zühd: s. 454;  Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd: 1093

4. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne: 1, 357

5. Buhari: 15;  Müslim: 44.  Enes b. Malik ve Ebû Hureyre radıyallahu anhuma rivayet etmişlerdir.

6. Buhari: 16;  Müslim: 47

7. Buhari: 6632

8. Müslim: 121

9. Bkz: İbni Hişam, es-Sire: 2/178-182

10. Buhari: 3688;  Müslim: 2639

11. Müslim: 2832

12. Tirmizi: 3668;  Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/150

13. Buhari: 2731

14. Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerif: 2/362

15. Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerif: 2/363

16. Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerif: 2/365-366

17. Kâdı İyâz, Şifâ-i Şerif: 2/371

18. Biz bu yazıyı, Kâdı İyâz›ın Şifâ-i Şerif’inden özetleyerek hazırladık.