İslâm’da İzzet Ve Şerefin Kaynağı Ve Önemi

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük  / 2019 Aralık / 85. Sayı

Hamd, “Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır” (Fatır,10) buyurarak izzet ve şerefin gerçek sahibinin kendisi olduğunu bildiren Allah azze ve celleye,

Salâtu Selâm ise, “Andolsun ki, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.” (Tevbe, 128) ayeti ile şeref ve izzet sahibi olduğu bildirilen Peygamber efendimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e,

Allahu Teâlâ’nın ikramı ve lütufları, affı ve mağfireti, izzeti ve şerefi Allahu Teâlâ’nın yolunda arayan, İslam ile şereflenmeyi şerefin en üstünü gören, Müslüman olmanın izzetin kaynağı olduğunun farkına varmış mümin erkek ve kadınların üzerine olsun.

Şeref kelimesi sözlükte, yükseklik, büyüklük, yüksek mertebe, insanlar arasında geçerli ve makbul olma, Cenab-ı Allah’a itaat ile çok ihsana kavuşmak demektir. Şeref, onur, güç, pâye, üstünlük gibi anlamları olan “izzet”in bütünüyle Allah azze ve celleye ait kılınması, bu kavramın insanlar açısından asla kullanılamayacağını değil, insanların elde edebilecekleri her türlü onur ve pâyenin Allah azze ve celleden olduğunu ve ancak O’nun hoşnutluğuna uygun olması halinde değer taşıyacağını ifade etmektedir.

Şüphesiz ki izzet ve şeref, yoktan var eden, gökleri ve yeri, canlı cansız her şeyi yaratan Rabbimize mahsustur. Dolayısıyla gerçek izzet ve şeref, izzet ve şerefin sahibi olan Rabbimizin bizlerden teslim olup boyun eğmemizi istediği İslam’dadır. İzzet ve şerefi elde edebilmek Allahu Teâlâ’nın emirlerine teslim olabilme ile orantılıdır. Dünyada izzeti elde etmenin tek yolu ise, Rabbinin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve O’nun rızasına uygun bir şekilde yaşam sürmekle olur.

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz, şerefli; dilediğini zelil edersin.” (Al-i İmran, 26)

Allahu Teâlâ, Müslüman olmakla bizleri şereflendirmiştir. Allahu Teâlâ’nın verdiği bu şereften başka şeref ararsak, Allahu Teâlâ bizi zelil eder. Her şeyden daha aşağı eder. Çünkü izzet İslam’dadır. İslam’ın ahkâmına uyan aziz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzet ve şerefi başka şeylerde arayan kimseler ise zelil olur. Kâfirlerin ve münafıkların yanında izzet ve şeref elde etmek isteyenlerin çabası boşunadır. Onların misali, içi pisliklerle ve leşlerle dolu olan bir kuyudan tatlı su içmek isteyen kişinin durumuna benzer. Nasıl ki böyle bir istek mümkün değilse izzet ve şerefin kaynağını münafıklarda ve kâfirlerde görmek de bir o kadar imkânsız bir durumdur. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Kâfirleri dost edinenler onların yanında izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, izzet bütünüyle yalnızca Allah’a aittir.”(Nisa, 139)

İzzet ve şeref bütünüyle Allah azze ve celle’ye ait olup bir nebzesi bile kâfirlere, münafıklara ve müşriklere verilmemiştir. Ve hatta tam tersine bu tür kimseler necis[1] (pislik) ve hayvanlardan bile daha aşağı[2] olarak nitelenmişlerdir. Müslüman olmayan kimselerin yanında yer almakla izzeti elde edeceklerini zannedenlerin çabalarının boşa çıkması ve onlara yaklaşmakla Allah azze ve cellenin yanından uzaklaştıkları için izzet ve şereften tamamen mahrum kalarak zillete yuvarlanmaları da kaçınılmaz bir durumdur. 

Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur (cehennemlik olursunuz). Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (Allah tarafından da) size yardım edilmez.” (Hud, 113)

Müslümanın izzeti, onuru ve haysiyeti onun en değerli varlığıdır. Bunu kaybettiğinde o her şeyini kaybeder ve bu izzeti Allah azze ve celle’ye itaatin dışında hiçbir şeyle kazanamaz. Yağcılık, riyakârlık yaparak, müşriklerin ve münafıkların davulunu çalarak, başkasının ayağını kaydırarak, namus ve onurundan tavizde bulunarak ulaşılan makam ve mevkiler izzet değil yüz karasıdır.

Rabbimiz Münafikun süresi 8. ayette aynı uyarıyı tekrarlamaktadır: “Hâlbuki izzet (üstünlük ve şeref) ancak Allah’ın ve Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.”

Yüce Rabbimiz, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şahsında bizlere kâfir ve müşriklere birazcık olsun meyletmenin akıbetinin ne olacağını haber vererek şöyle buyurmaktadır. 

“(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse sen onlara birazcık meyledecektin. O takdirde, muhakkak hayatın da ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.” (İsra, 73-75)

Dolayısıyla izzeti elde edebilmek izzet sahibinden izzeti istemekle ve sadece O’na kul olabilmek ile mümkündür. Bütün işlerde Allah azze ve celle’nin rızasını gözetmek Müslüman kişinin derecesini yükseltecek, hem insanlar nazarında hem de Allahu Teâlâ’nın katında onu izzetli kılacaktır. Allah azze ve cellenin rızası olmadıktan sonra yalancı şöhretlerin, şaşalı hayatların, büyük makamların ve mevkilerin sahipleri olup emir ve amir kimseler olmak belki birtakım insanların gözünde belli bir süre bizleri yüksek makam! sahibi kılsa da bir müddet sonra yıkılıp dağılmaya ve yok olmaya mahkûm, izzetten uzak bir hayata dönüşecektir. Sonuç ise hem dünyada hem de ahirette hüsran olacaktır.

Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahu anh komutasındaki İslam orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti. Anlaşmayı bizzat İslam ordusunun emiriyle gerçekleştirmek istiyordu. Ebu Ubeyde, “Emir benim. Buyurun şartları görüşelim.” deyince patrik “Hayır, şehri ordu komutanına değil, bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim.” diye ısrar ediyordu. Bunu haber alan Ömer radıyallahu anh, Medine’de yerine Ali radıyallahu anhı vekil tayin edip yola çıkmıştı.

İki yolcu… Sadece bir binekleri var. Ömer radıyallahu anh ile hizmetkarı beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Kudüs’e doğru ilerliyorlar. Biri efendi, diğeri köle… Bir tepeye ulaşıyorlar. Ömer radıyallahu anh binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada “Tekbir Dağı” adını alıyor ve hâlâ bu adla anılıyor. Şehre girişte, sıra köleye gelince, halife devesinden iniyor. Yerine kölesini bindiriyor. Binme sırası kölede… Köle itiraz ediyor. “Köle bineğin üzerinde efendisi hayvanın yularını tutmuş vaziyette şehre girmek uygun olmaz. Bu, zaferimize gölge düşürür” diyor. Adalet timsali Ömer radıyallahu anh “sıra seninse senindir” diyor. 

Uzaktan bakan kimseler deveye binmiş köleyi halife, devenin yularını çeken Ömer radıyallahu anh’ı da köle zannediyordu. Bunu gören ordu komutanı Ebu Ubeyde bin Cerrâh radıyallahu anh dedi ki: “Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl izah edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler”. Ömer radıyallahu anh buyurdu ki: “Ey Ebu Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allahu Teâlâ bizi Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahu Teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder.” 

Hristiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere Şam Kapısında toplanıyor. Başlarında Patrik Sophronius… Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyorlar. Köle, elindeki asa ile onları dürtüyor, “Yazıklar olsun size…” diye haykırıyor. Allah azze ve celleden başkasına secde edilmez.” Ve halka kendisinin köle, devlet başkanının da yuları tutan kişi olduğunu söylüyor.

Ömer radıyallahu anh’ın Kudüs’ü ziyareti sırasında çalımlı atlar ve şaşalı kalabalıklar halinde şehre girmesinin daha izzetli ve şerefli olacağını hatırlatan valiye: “Vallahi biz Araplar, çiğ et yiyen, birbirileriyle didişen basit ve cahil bir kavim idik. Allah azze ve celle bizi İslamla kıymetlendirdi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile şereflendirdi ve Kur’an la yüceltti. Artık İslam’dan başka şeylerde izzet aramak ahmaklık ve nankörlüktür” şeklinde cevap veriyor.

Bu sözlerden sonra Patrik bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Ömer radıyallahu anh neden ağladığını soruyor. “Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Allah azze ve celleye and olsun ki bunun için ağlamıyorum. Sırf sizin hâkimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hâkimiyeti bir andır. Adaletin hâkimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim.” diye cevap veriyor.

Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz de 1400 sene sonra, bu olayı örnek bir hareket olarak anlatıyoruz. 

Müslüman dininin, imanının ve dininden kaynaklanan değerlerinin savaşçısıdır. Müslüman İslam ile izzet bulmuştur, İslam’ı savunmakla izzetli kalacaktır. Allah azze ve celle’den başkasının yanında aranan her izzet ise aslında zillettir.

Zillete boyun eğmeyenlerin mükâfatı izzettir. İzzetin savaşını vermek Müslüman için en büyük hürriyettir. Bu gerçeği en güzel ifade edenlerden bir tanesi de yakın dönemin insanlarından biri olan Seyyid Kutub’tur. (Allah azze ve celle kendisine rahmet etsin ve şehitlerden eylesin) 

Dönemin cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır, halkın gözünde hem kendini haklı çıkarmak için hem de şayet özür dilerse Seyyid Kutub’u kendince yenilgiye uğratacağını düşünerek ona şehadetinden önce şöyle bir teklifte bulunur: 

“Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan ederek cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’dan özür dilediğini belirten bir mektup yaz, bu takdirde idam hükmünü bozacak ve seni serbest bırakacağız” diye kız kardeşi Hamide Kutup ile Seyyid Kutub’a bu haber ulaştırılır. Seyyid Kutub bu teklif karşısında Müslümanın izzetli ve şerefli duruşunun bir örneği olarak şu cevabı verir:

“Eğer idamı hak etmiş olarak Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam.”

Müslüman soyuyla, zenginliğiyle, aşiretiyle, ailesinin kalabalığıyla, asla izzet bulmaz. Bunları övünç kaynağı, izzet ve şeref olarak göremez.

Mekke döneminde bir gün Ebu Cehil, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile karşılaştı ve ona “Ey Muhammed! Sen beni neyle tehdit ediyorsun?” dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem “Seni Allah’ın yaklaşan azabıyla tehdit ediyorum” dedi. Ebu Cehil,  “Ey Muhammed! Şu görmüş olduğun Mekke vadisinde benden daha zengin, daha güçlü, daha soylu ve benden daha izzetli kimse yoktur” dedi. Bunun üzerine Allahu Teâlâ, Kehf suresinde geçen iki bahçe sahibinin kıssasını indirdi.

“Onlara, misal olarak şu iki adamı anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, aralarında da ekin bitirmiştik. Bağların ikisi de yemişlerini verip hiçbir ürünü eksik bırakmamışlardı. İki bağın arasından bir de ırmak akıtmıştık. Böylece adamın bol ürünü oluyordu. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: “Ben servetçe senden daha zenginim, nüfusça da senden daha güçlüyüm.” Böyle bir böbürlenme içinde kendine kötülük ederek bağına girdi ve şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbimin huzuruna götürülürsem bile hiç şüphem yok ki orada bunun yerine daha iyisini bulurum.” Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona hitaben, “Yoksa sen” dedi, “Seni topraktan, sonra nutfeden (sperm) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’a da mı inanmıyorsun? Hâlbuki O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. Keşke bağına girdiğinde, ‘Maşallah! Güç yalnız Allah’ındır’ deseydin! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyorsan, ben de rabbimin, senin bağından daha iyisini bana vereceğini umuyorum. Allah senin bağına gökten afetler gönderir de bağ, boş ve kaygan bir zemin haline gelebilir. Yahut bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu aramaya bile gücün yetmez.” Çok geçmeden adamın ürünleri (felâketlerle) kuşatıldı. Sahibi, çardakları yere çökmüş haldeki bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınmaya başladı. “Ah” diyordu, “Keşke ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmamış olsaydım!” Ona Allah’tan başka yardım edecek yandaşları da yoktu; kendisi de (bu felâkete) engel olamadı. İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine O’dur.”  (Kehf, 32-44)

Müslümanın izzeti ancak İslam’dadır. Bizleri İslamla izzetlendirdiği için bizleri yoktan var eden, yaratan Allah azze ve celleye ne kadar şükretsek yetersiz kalır. İzzet ve şerefin en güzel misallerinden bir tanesi de münafıkların lideri olan zilletin sembolü Abdullah b. Ubey b. Selul ile izzetin sembolü olan oğlu Abdullah’ın kıssasıdır.

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: Diyorlar ki: “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, daha izzetli (üstün) olan, daha zelil (alçak) olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” İzzet, (üstünlük) ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler.” (Münafikun, 8)

İlk kuşak tefsircilerin birçoğu bu ayetin Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indiğini söylemişlerdir.

İbn İshak, Beni Mustalık seferinden söz ederken bu meseleyi ayrıntılı olarak anlatır. Olay Beni Mustalik kabilesine ait Mureysi kuyusunun başında hicretin altıncı yılında geçer. Savaştan sonra Peygamber sallalalhu aleyhi ve sellem’in bu suyun başında konakladığı bir sırada insanlar grup grup suyun başına iniyorlardı. Ömer b. Hattab’ın yanında para ile tuttuğu Beni Gıfar kabilesine mensup bir kişi vardı. Adı Cehcah b. Mesut’tu. Ömer radıyallahu anhın atını sürüyordu. İşte bu Cehcah ile Avan b. Hazrec’in müttefiki Sinan b. Vebr Cüheni suyun başında itişmeye başladılar. Ardından kavga ettiler. Sinan b. Vebr el-Cüheni: “Ey Ensar topluluğu” diye seslendi. Cehcah da “Ey Muhacirler!” diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Ubey b. Selul öfkelendi. O sırada yanında akrabalarından bir grup bulunuyordu. Bunlar arasında genç bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma yer alıyordu. Abdullah b. Ubey şöyle dedi: “Gerçekten böyle yaptılar mı? Bize karşı soylarıyla övünmeye başladılar mı? Bizim ülkemizde çokluklarını ileri sürüp bizimle rekabete kalkıştılar mı? Vallahi bizimle Kureyş’in sürgünlerinin durumu tıpkı eskilerin şu sözünü andırıyor: ‘Besle köpeğini yesin seni’ (Besle kargayı oysun gözünü). Allah’a and olsun ki Medine’ye döndüğümüzde şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır”. Sonra yanında bulunan akrabalarına döndü ve onlara şöyle dedi: Bu durumu siz kendi elinizle hazırladınız. Yurdunuzu onlara açtınız, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Fakat Allah’a and olsun ki eğer siz onların yakalarına yapışmayacak olursanız sizi evlerinizden çıkaracaklardır. 

Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma bunları duydu. Sonra kalkıp Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına gitti. -O sırada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de düşmanla giriştiği savaşı henüz bitirmişti-. Abdullah b. Ubey b. Selul’un sözlerini birer birer anlattı. Ömer b. Hattab da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunuyordu. Ömer: “Abbad b. Bişr’e emret gidip öldürsün onu” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Ya Ömer, insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir? Hayır, öyle yapmayalım ama yola çıkılacağını bildir.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hiç yolculuk yapmadığı bir saatti bu. Halk yola çıktı. Abdullah b. Ubey b. Selul de sözlerinin Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma tarafından sallallahu aleyhi ve selleme iletildiğini duyunca yanına yürüdü ve böyle bir söz söylemediğine dair yemin etti. İbn Selul akrabaları arasında saygın bir yere sahipti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanında bulunan ensardan bazı kişiler: “Ya Rasûlallah, belki de çocuk yanlış anlamış, adamın dediklerini tam kavrayamamıştır” diyerek İbn Selul’u korumaya, onu savunmaya çalıştılar.

İbn İshak diyor ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem konakladığı yerden ayrılıp yola koyulunca Useyd b. Hudayr’a rastladı. Useyd Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi Peygamberlik selamıyla selamladı ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Peygamberi, Allah’a and olsun ki hiç de uygun olmayan bir saatte yola çıkıyorsun ki bundan önce böyle bir saatte hiç yolculuk yapmamıştın.” Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Yoksa sen arkadaşınızın ne dediğini duymadın mı?” Useyd: “Hangi arkadaş ya Rasûlallah?” dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem“Abdullah b. Ubey” dedi. Useyd: “Ne dedi?” diye sordu. Peygamberimiz: “Eğer Medine’ye dönerlerse şereflilerin aşağılıkları oradan çıkaracağını iddia etti”dedi. Bunun üzerine Useyd: “Ey Allah’ın elçisi Allah’a and olsun ki eğer sen dilersen onu Medine’den çıkarırsın. Allah’a and olsun ki sen şereflisin ve aşağılık olan odur” dedi ve şunları ekledi: “Ey Allah’ın elçisi O’na yumuşak davran, Allah’a and olsun ki, Allah seni bize gönderdiği zaman kavmi başına taç giydirmek üzere kıymetli taşlar düzüyorlardı. Bu yüzden o, senin onun elindeki mülkü aldığını düşünüyor.”

Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o gün halkı akşama kadar yürüttü ve hiç dinlenmeden aynı gece de sabaha kadar yol aldı. Aynı gün güneş iyice rahatsız edene kadar yürüdüler. Daha sonra halkın dinlenmesine izin verdi. Daha yere oturur oturmaz uykuya daldılar. Hiç kuşkusuz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem halkı önceki gün meydana gelen Abdullah b. Ubey b. Selul olayı ile ilgilenmekten alıkoymak için böyle yapmıştı.

İbn İshak diyor ki: Yüce Allah’ın münafıklardan söz ettiği bu sure Abdullah b. Ubey ve onun durumundaki kimseler hakkında inmiştir. Bu sure indiği zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Zeyd b. Erkam radıyallahu anhuma kulağından tutmuş ve şöyle buyurmuştur: “İşte bu adam kulağı ile Allah’a karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir.” Abdullah b. Ubey’in oğlu Abdullah radıyallahu anh da babası ile ilgili bu meseleyi duymuştu.

İbn İshak diyor ki: Asım b. Ömer b. Katade’nin anlattığına göre Abdullah radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yanına gelmiş ve “Ya Rasûlallah duyduğuma göre, bazı sözlerinden dolayı Abdullah b. Ubey’i öldürmek istiyormuşsun. Eğer mutlaka onu öldüreceksen bana emret başını sana getireyim. Allah azze ve celleye and olsun ki Hazrec kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur. Şayet onu öldürme işini bir başkasına verirsen ve o da gidip Abdullah b. Ubey’i öldürürse, nefsimin babamın katilini insanlar arasında dolaşmasına tahammül edememesinden dolayı gidip onu öldürmekten korkarım. Bir kâfire karşılık bir mümini öldürüp cehenneme girmekten endişelenirim” demişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu: “Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz.”

Bundan sonra Abdullah b. Ubey herhangi bir olay çıkaracak olsa bizzat akrabaları tarafından azarlanır, kızılır ve yaptıkları kınanırdı. Bu durumu haber alınca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ömer b. Hattab radıyallahu anh’a şöyle demişti: “Görüyor musun ey Ömer? Vallahi eğer senin söylediğin gibi o gün onu öldürecek olsaydım birçok kişi üzerine titrerdi. Ama bugün onlara onu öldürmelerini emretsem hemen öldürürler.” Ömer radıyallahu anh diyor ki: “O gün Peygamber Efendimizin görüşünün benim görüşümden daha isabetli, daha bereketli olduğunu anladım.”

İkrime, İbn Zeyd ve başkalarının anlattığına göre, halk Medine’ye girmeye başladığı sıralarda Abdullah b. Ubey’in oğlu Abdullah radıyallahu anh Medine’nin giriş kapısının önünde durmuş ve kılıcını kınından çekmiş durumda bekliyordu. Herkes önünden geçiyordu. Babası Abdullah b. Ubey gelince: “Geri dön!” dedi. Babası: “Ne oluyor sana, yazıklar olsun” dedi. Oğlu: “Vallahi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem izin vermedikçe buradan geçemezsin. Çünkü o şereflidir, sense aşağılıksın” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gelince -Peygamberimiz kafilenin ardından gözcü olarak gelirdi- babası, oğlu Abdullah’ı ona şikâyet etti. Oğlu: “Vallahi, Ya Rasûlallah, sen ona izin vermedikçe o, bu kapıdan içeri giremez” dedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem girmesine izin verdi. Bunun üzerine Abdullah babasına: “Rasûlullah sana izin verdiğine göre şimdi şehre girebilirsin” dedi.

İşte -kaderin belirlediği şekliyle- olaylar bir hikmete, bir hedefe yönelik olarak eğitim, ibret alınmasını sağlama, ahlak, düzen ve adap kurallarını yerleştirme amacı ile bu şekilde akıp gidiyordu.

Hakkında bu ayetlerin inmiş olduğu şu olay bile tek başına ders alınması, önemli sonuçların, çokça öğütlerin çıkarılması gereken bir olaydır…

Olayda adı geçenlerden biri Abdullah b. Ubeyy b. Selul’dur. Müslümanların arasında yaşıyor… Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yakınında bulunuyor. Önünde ve arkasında cereyan eden olayları, bu dinin gerçekliğini, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in doğruluğunu kanıtlayan ayetleri gözleriyle görüyor. Ne var ki Yüce Allah kalbini imana, doğru yola iletmiyor. Çünkü Yüce Allah bu rahmetten, bu nimetten ona pay ayırmamıştır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in İslam’ı Medine’ye getirmesi nedeniyle Evs ve Hazrec kabilelerine kral olamamanın hıncı bu coşan, parlayan nurun kaynağından etkilenmesine engel oluyor. Sadece bu ihtiras onu doğru yola girmekten alıkoyuyor. Oysa her yönden bu yolu gösteren işaretlerle karşılaşıyordu. İslam’ın kaynağında, Yesrib’in aydınlığında yaşıyordu oysa.

Sıradaki şahıs da onun oğlu Abdullah radıyallahu anh’tır. Fedakâr ve itaatkâr Müslümanın üstün bir örneği. Babasından memnun değil. Yaptıklarına canı sıkılıyor. Konumundan utanıyor. Fakat her şefkatli ve iyi niyetli evlat gibi davranıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, babasını öldürtmek istediği yönde duyumlar alıyor. İçinde birbiriyle çelişen karmaşık duygular, düşünceler mevcut. Fakat o İslam’ı seviyor/seçiyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin buyruğuna uymayı, babası aleyhinde de olsa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin emrini kendisi yerine getirmek istiyor. Bununla beraber bir başkasının gidip babasının boynunu vurmasını, sonra da gözlerinin önünde dolaşmasını hazmedememekten, nefsinin kendisine ihanet etmesinden, kan bağını kullanan şeytanı yenememekten, intikam duygusunu frenleyememekten endişeleniyor. Bu yüzden kalbinin içinde kopan fırtınalara karşı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yani komutanının yardımına sığınıyor. Karşı karşıya kaldığı bu beklenmedik sıkıntıyı gidermesini istiyor. Şayet yapmak zorundaysa babasını öldürme işini kendisine vermesini öneriyor. Hiç kuşkusuz bu emre uyacak, babasının kesik başını getirecektir. Tâ ki bir başkası bu işi üstlenmesin. Çünkü bu durumda babasının katilinin gözlerinin önünde dolaşmasına katlanamayacak, dolayısıyla bir kâfire karşılık bir mümini öldürmek suretiyle cehennemi boylayacaktır…

Öylesine yüce, öylesine erişilmez bir makam ki bu, kalp nereye yönelirse yönelsin, göz nereye ilişirse ilişsin bir ürperti alır insanı. Bir insanın kalbini bürüyen iman ürpertisidir bu. Bu insan kalkıyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dünyanın en zor işini -babasını öldürme işini- kendisine vermesini öneriyor. Bu öneride bulunurken niyetinde doğrudur. Çünkü kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten korunuyor. İnsanın doğasından gelen duyguların azgınlaşıp kendisini bir kâfire karşılık bir mümini öldürmeye zorlamasını, dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş oluyor. Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden olduğu bir ürpertidir. Bu insan babasına yönelik beşeri zaafına karşı şunları söylüyor: “Allah’a andolsun ki Hazrec kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur.” İşte bu insan, bu zaafına karşı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ve komutanının yardımına sığınıyor, bu sıkıntıdan kurtarmasını istiyor. Kuşkusuz verdiği emri geri alarak veya değiştirerek değil. -Çünkü onun emrine kesinlikle uyulur, işareti derhal yerine getirilir-. Fakat babasının başını kesme işini kendisine vermesini istiyor.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu sıkıntılı, bu dertli mümin nefsi görüyor, bir hoşgörü ve yücelik örneği göstererek onu okşuyor, sıkıntısını gideriyor: “Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz” diyor. Bundan önce de Ömer b. Hattab radıyallahu anh’ı görüşünden vazgeçiriyor: “Ya Ömer insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir?”

Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin ön sezişi güçlü ve her yaptığını yerinde yapan bir komutan gibi olaya müdahale etmesi, zamansız yola çıkma emrini verip herkes bitkin düşene kadar bu yolculuğu sürdürmesi… Hiç kuşkusuz, kavgaya tutuşan iki adamın: “Ey Ensar!” “Ey Muhacirler!” diye bağırmak suretiyle uyandırdıkları ırkçılık düşüncesinden insanları alıkoymak amacına yöneliktir. Burada güdülen bir diğer amaç da, inanç sistemlerinin ve insanlığın tarihinde sevgi ve kardeşliğin eşsiz örnekleri olan Muhacir ve Ensar arasında münafık Abdullah b. Ubey b. Selul’un yaktığı fitne ateşini söndürmek ve insanları buna kapılmaktan alıkoymaktır. Öte yandan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Useyd b. Hudayr’a söylediği sözler, bu sözlerde kargaşaya karşı duyulan ruhsal bezginliğin belirtileri ve İslam’dan sonra bile akrabaları arasındaki saygın yerini koruyan arkadaşının elinden tutma isteği, insanı ürpertici olaylardır.

Şimdi de insanı derinden ürperten olayın son sahnesi karşısında duruyoruz. Münafık Abdullah b. Ubey b. Selul’un oğlu mümin Abdullah’ın yer aldığı sahne karşısında durup düşünüyoruz. Abdullah radıyallahu anh kılıcıyla Medine’nin giriş kapısını tutmuş, babasının “Şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır” sözünü doğrularcasına, onun şehre girmesine izin vermiyor. Ona Allah azze ve celle’nin elçisinin şerefli, kendisinin ise aşağılık olduğunu gösteriyor. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gelip izin verene kadar babasını şehrin kapısında durduruyor ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin izniyle şehre girmesine müsaade ediyor. Böylece olay henüz bitmemişken ve olayın geçtiği zaman diliminde kimin şerefli, kimin aşağılık olduğunu pratik olarak kanıtlıyor.

Dikkat edin bu, imanın o insanları yükselttiği erişilmez bir zirvedir. Onlar insan oldukları halde, insana özgü zaaflar, eğilimler ve duygular taşıdıkları halde iman onları bu zirveye çıkarmıştır. Bu durum İslam inancının mahiyetini en güzel ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. İnsanlar bu inanç sistemini gerçek mahiyetiyle kavradıkları zaman, bizzat kendileri bu inancın yemek yiyen, çarşılarda dolaşan insanlar şeklinde yürüyen gerçekleri oldukları zaman bu inanç sistemi en güzel ve en doğru şekliyle ortaya çıkar.

Bir de münafıkların şu sözlerine değinelim: “Diyorlar ki: “And olsun eğer Medine’ye dönersek şerefli olan, alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” Abdullah b. Ubey b. Selul’un oğlu Abdullah radıyallahu anhın bunu nasıl gerçekleştirdiğini ve şerefli olan izin vermedikçe alçak olanı Medine’ye nasıl sokmadığını gördük. “..Şeref ancak Allah’ın, O’nun peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.” (Münafikun, 8)

Burada Yüce Allah, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi ve müminleri kendisi ile birlikte anıyor ve kendisine özgü olan şereften onlara da bahşediyor. Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü dereceye sahip bir bağıştır ve ancak Yüce Allah bu bağışta bulunabilir. Yüce Allah’ın, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi ve müminleri yanına alıp “İşte biz! Ve işte şereflilerin bayrağı. En üstün saf budur” demesinden daha büyük, daha onurlandırıcı bir bağış var mıdır?

Elbette Yüce Allah doğru söylüyor. Allah azze ve celle üstünlüğü, şerefi imanın ikizi olarak müminin kalbine yerleştirmiştir. Bu üstünlük, bu şeref Allah azze ve celle‘nin üstünlüğünden, şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe sahip bulunan bükülmez, ezilmez imanı sarsılmadıkça en zor anlarda bile müminin kalbi gevşemez.İman oraya yerleşip kökleşince şeref ve üstünlük de beraberinde yerleşir, kökleşir.

“Fakat münafıklar bunu bilmezler.”

Nasıl bilebilirler ki, onlar bu onuru tatmamışlar ki. Onurun, üstünlüğün asıl kaynağına ulaşmamışlar ki!

Allahu Teâlâ bizleri, soyla, evlatlarla, evlerle, arabalarla, makamlarla, dünyevi varlıklarla izzet ve şeref sahibi olanlardan değil, izzetin ve şerefin tek sahibi olan Allah’ın ipi olan Kur’an’a ve İslam’a sımsıkı sarılıp onun izzet ve şerefiyle şereflenenlerden eylesin. Âmin. Selâm ve Dua ile… 


[1]Tevbe,28 “Ey iman edenler! Müşrikler bir pisliktirler…”

[2]Araf,179 – Furkan,44