Serbest Köşe – Derya Fıçıcı / 2024 Haziran / 139. Sayı
Prof. Dr. Hakkı Görmez Bey yine mesleki konferanslarından biri için yurt dışına çıkmıştı. Hanımı Av. Özgür Ceylan Görmez Hanım da sabahın seherinde kızı Başak’a, meşhur ‘Özgür kadın nasıl olunur?’ konulu nutuklarından birini atıyordu. Başak bunları duymaktan o kadar yorulmuştu ki, özgürlük kelimesinden nefret eder olmuştu. Bilhassa annesinin, babası üzerinden başlayarak geliştirdiği feminist söylemler artık midesini bulandırıyordu. Annesinin etrafında toplanan feminizm çığırtkanları da cabasıydı.
Hakkı Bey ise ‘Din afyondur’ düşüncesi üzerinden kendi mesleğini icra etmekten ziyade ateizmi yayma çabaları peşinde koştururken ailesini unutmuş bir eş ve baba idi.
Başak ise uygar ve çağdaş ailenin söylemlerinden sıkılmış, bir an önce üniversite kaydını yaptırıp bu evden uzaklaşma derdindeydi. Nihayet anne ve babasının istediği puanı almış, zor olsa da kendi istediği fakülteye gitme konusunda ailesini ikna etmişti. Evdeki son günüydü. Pazartesi günü valizini alıp kalacağı yurda yerleşecekti. Özgür Ceylan Hanım ise kızıyla geçirdiği son günü nutuklarıyla değerlendiriyordu. Baktığı boşanma davalarından, kadına uygulanan şiddetten, evliliğin gereksizliğinden, Hakkı Bey’in bitmek tükenmek bilmeyen seyahatlerinden… En sonunda da bu evlilik senin için yürüdü diyerek son noktayı koyuyordu.
Başak sinirlenerek: “Tamam anne ben de artık bu evde olmadığıma göre sen de babamdan rahat rahat boşanabilirsin, o çok istediğin zincirsiz hayatına kavuşabilirsin. Hoş, ben bu evlilikte birbirinize karşı bir sorumluluk taşıdığınızı pek görmedim. Bana karşı da sadece maddi sorumluluk hissediyorsunuz. Onu da zaten fazlasıyla yerine getiriyorsunuz. Bütün bunlar için teşekkür ederim.” dedi ve kahvaltı masasını terk edip her zamanki gibi odasına kapandı. Kafasını dağıtmak için bir şeyler izlemek istedi. “Hangi filmi açsam ya feminizm ya da din düşmanlığı. Bu evde yeterince maruz kalıyorum” dedi ve kapattı televizyonu. Perdeyi açtı, camın kenarındaki yatağına uzandı, gökyüzünü seyre koyuldu. Yarın akşam bu odada uyumayacağını düşündü. Hiçbir his yoktu içinde ayrılığa dair. Belki sadece odamı ve eşyalarımı özlerim diye düşündü. Burası onun için dört duvardı sadece. Onu soğuk ve sıcaktan koruyan dört duvar. Çoğu zaman içinde yalnız olduğu… Kapıdaki güvenlik görevlisi bile anne babasından daha güvende hissettiriyordu. Bir ses duyup ürkse güvenliği arıyordu. Çoğu zaman anne ve babası iş gereği seyahatte olurlar ya da geç vakte kadar ofislerinde çalışırlardı.
Başak ertesi gün yurda yerleşti. Pencereden şehrin ışıkları gözüküyordu. Özel bir yurttu. Özel ve konforlu bir odada kalıyordu.
Başak geceleri evlerin yanan ışıklarına bakar, o evlerdeki insanların mutlu olup olmadığını düşünürdü. Diğer evlerde hayat nasıldı acaba? Bizim ev gibi mi? Buz gibi soğuk ve tenha… Yine ışıklara dalıp bu düşüncelere kapıldı. Ertesi gün fakülteye gitti. Diş hekimliği fakültesini kazanmıştı. Zaten sağlık okumak istiyordu. İçinde insanlara yardım etme duygusu vardı hep. Bu sebeple sağlık okuyup, sağlık hizmetinin ulaşmadığı yerlerde görev yapma hayali vardı. Fakültenin ilk günü olmasına rağmen içinde pek bir heyecan yoktu. Sadece evden uzakta daha sakin bir hayata başladığını düşünerek kendini motive etmeye çalışıyordu. En azından evdeki bitmeyen boşanma gündeminden uzaktaydı. Bu bile konfor alanı sağlamıştı onun için.
Fakülteden çıktı, biraz yürümek istedi. Kitapçıların olduğu caddeye doğru usul usul ilerledi. Bir dükkânın önünden geçerken içeride büyük türbanlı genç bir hanım gördü. Babasının sözünü hatırladı. “Bunların türbanları ne kadar büyükse, beyinleri o kadar küçük.” Annesi ise bu kızların zavallılar olduğunu, baba, eş baskısı ile bu kıyafetleri giydiklerini ve kurtarılmaları gerektiğini düşünüyordu. Başak ise ne başörtü ne İslam hakkında hiçbir şey düşünmüyor, anne ve babasının bu söylemlerini, nefretlerini de anlamıyordu. Bu merak onu kitapçıya girmeye sevk etti. Bu kızla tanışma isteği doğdu içinde. İçeri girdi, bayanın olduğu taraftaki kitaplara bakmaya başladı. Rafta bir kitap gördü, üzerinde “Din Budur” yazıyordu. Kitabı aldı, üzerindeki kısa alıntıyı okudu.
“Tek bir adam, Abdullah oğlu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem işin başında tüm dünyanın karşısında ya da en azından bütün bir Arap yarımadası karşısında hem de tek başına nasıl durabilmişti?
Veya en azından davetin başlangıcında Arap’ın ulusu Kureyş’in karşısında nasıl durabilmişti? Bu inançların, düşüncelerin, değer ve ölçülerin, düzenlerin, çıkarların ve taassupların önünde… Sonra hepsine de galip geliyor, tamamını değiştiriyor; yeni düşüncenin, yeni sistemin esası üzerine yeni bir nizam kuruyor ve bütün bunları nasıl başarabiliyor?”
Okudu, tekrar okudu. Okudukça heyecanlandı. Kitaba karşı inanılmaz bir merak uyandı içinde. Tesettürlü kızı unuttu. Kitabı alıp hemen yurda dönüp okumak istiyordu. Kasaya doğru ilerlerken tesettürlü kız “Selamun aleykum” dedi. Başak “Selam” diye cevap verdi.
Tesettürlü kız: “Daha önce Seyyid Kutub okumuş muydunuz?” diye sordu.
Başak: “Hımm, kim?”
Tesettürlü kız: “Elinizdeki kitabın yazarı”
Başak: “He yok ilk kez okuyacağım dikkatimi çekti.”
Tesettürlü kız: “Kendimi tanıtmayı unuttum, ben Zeynep.”,
Başak da kendini tanıttı. O günden sonra güzel bir dostluğun temelleri atılmış oldu.
Başak kitabı günler içinde düşüne düşüne, ağır ağır okudu.
“Şüphesiz insanlık ilim yoluyla bedenî hastalıklara karşı sağlık ve tedavi sahasında büyük başarılar elde etmiştir. Parlak zaferler sayılabilecek pek çok ilaçlar ve teşhîs yöntemleri keşfetmiştir. Özellikle sulfa, penisilin ve maysin terkiplerinin keşfinden sonra!..
Yine şüphesiz insanlık sanayi ve üretim dünyasında harikalara benzeyen buluşlar gerçekleştirmiştir. Hâlâ da bu alandaki ilerlemesi devam etmektedir.
Ya uzay keşiflerindeki parlak başarısı; peykler, uzay istasyonları, uzay gemileri… Hâlâ devam eden başarı ve gayretleri!..
Ancak bütün bunların onun hayatındaki etkisi nedir acaba? Ruhî hayatında ne gibi tesirler icra etmiştir? Mutluluğu bulabilmiş midir? Huzura erebilmiş midir? Barışa kavuşabilmiş midir? Hayır, asla! Aksine mutsuzluğu, huzursuzluğu ve korkuyu, dehşeti bulmuştur. O aynı başarıyı insanı hayat hedeflerinin ve insanın varoluş gayesinin tasavvurunda göstermemiştir. Bu noktada aynı derecede bir ilerleme kaydedememiştir. İnsanın varoluş gayesi konusunda “uygar” insanın düşüncesiyle, “İslâmî düşünce” arasında bir mukayese yapılacak olursa görülecektir ki, bu parlak uygarlık, insan şuurunu uçurumlara doğru sürükleyen, insanın tüm değerlerini, şevklerini ve bütün bir insanlığı küçülten bir lånet halkasıdır!”
Bu sözler hayatı, dünyayı, var olma sebebini, her şeyi sorgulatmıştı O’na. Aylar içinde Zeynep ile olan bağları güçlenmiş, birçok kez Zeynep’in evine misafir olmuştu. Bu evin ışığı, nuru, aydınlığı farklıydı. Güven vardı. Bu eve misafir olanlar da o güven ve huzurdan nasibini alıyordu. Başak anlamıştı, bu ailenin sınırları kendi koydukları sınırlar değildi. Allah’ın koyduğu sınırlardı ve insana güven ve korunma duygusu veriyordu. Bunlar insan nefsinden konulmuş yasaklar ve sınırlar değildi. Öyle olsaydı böyle gönül huzuru ile teslim olmuş insanlar olmazdı. Çünkü nefislerde despotluk, bencillik vardı. Ve insan bu kurallara boyun eğse de ya korkudan ya da mecburiyetten eğerdi. Böyle bir teslimiyet asla söz konusu olamazdı. Annesini düşündü. Şimdi daha iyi anlıyordu, neden bir türlü özgürlüğü yakalayamadığını. Çünkü hiçbir zaman beşerin zihnine yaptığı baskıdan kurtulamamıştı ki. İnsan bu baskıdan kurtulmadan hür iradesi ile düşünemez. Seçtikleri de onun seçtiği şeyler değildir.
Sonra örtü ayeti hakkında düşündü.
“Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar; iffet ve namuslarını korusunlar. Mecbûren görünen kısımları müstesnâ, güzelliklerini ve süslerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. Güzelliklerini ve süslerini; kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, kendi oğullarından, üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, Müslüman kadınlardan, kendi câriyelerinden, erkeklikten kesilip kadınlara ihtiyaç duymayan hizmetçilerden veya henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Bir de gizledikleri güzelliklere, süslere dikkat çekecek ve erkeklerde arzu uyandıracak şekilde ayaklarını yere vurarak yürümesinler. Ey mü’minler! Hepiniz tevbe ederek Allah’a yönelin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)
‘Aman Ya Rabbi!’ dedi içinden. ‘Moda dayatmasını yerden yere çalan, bedeni de ruhu da özgürleştiren ayet’ diye mırıldandı. Zeynep’ten başörtü ve geniş bir elbise istedi. Böylece hapsedildiği bir kafesi daha parçaladı, özgürlüğe kanat açtı. Şimdi ise Allah’ın hükümlerine, O’nun şeriatına teslim olmuş güvenilir bir dünya istiyor ve bu dava için yaşıyor.
Selam ve dua ile