Pandemi Öncesi Ve Sonrası Bölünen Hayatlarımız

Serbest Köşe – Derya Fıçıcı / 2022 Haziran / 115. Sayı

Bir toplulukta mutlaka değerlendirilen, gündem edilen konulardan biri; pandemi öncesi hayatlarımız ve pandemiden sonra değişenler. Sanki orada bir çağ atlamışız gibi hissedenler veya geçen süre iki yıl olsa da bu zaman diliminde değişen şeylerin süreye göre çok daha fazla olduğunu söyleyenler.

Bunun kritiğini yapmamızın sebebi aslında pandemi öncesindeki normallerimize bir türlü dönemeyişimiz.

Peki Pandemiden Önce Nasıl Bir Hayatımız Vardı?

Müslümanlar olarak programlı bir hayatımız vardı. Haftanın her gününü dinimize ve davamıza göre planladığımız bir hayatımız, katıldığımız sohbet ortamları, hayır çalışmaları, Müslümanların düğünleri, cenazeleri, yaptığımız hasta ziyaretleri, komşu ve akrabalarımızla kurduğumuz bağlar, sıla-i rahim… Kısacası nefsî isteklerimiz ve arzularımızı düşünecek pek vaktimizin olmadığı, planlı programlı, şeytanın yanaşamadığı, Müslümanlarla oturup kalktığımız, yediğimiz içtiğimiz, gülüp ağladığımız ortamlarımız.

Dünyalık dertlerimizi birlikte çözdüğümüz, kişisel dertlerimizden çok daha öte olan İslam davamız için yorulan bedenlerimiz ve bunun için sürekli çalışan, düşünen zihinlerimiz vardı.

Peki Bu Süreç Bize Ne Yaptı?

Bu hareketli ve bereketli olan hayatımız birdenbire durağanlaştı. Ne olduğunu anlamadan evlerimize kapandık. Kardeşlerimizin kokusu hâlâ üzerimizdeydi.

Yavaş yavaş cemaat, cemiyet hayatından çekirdek aileye döndük. Bu süreçte ‘eh’ dedik, ‘Ailelerimizi biraz ihmal etmişiz, birlikte pek az vakit geçirmişiz. Biraz ailelerimize vakit ayıralım.’

Mümin her hâli fırsata çevirir, her ortamda hayır kapıları arar. Hâl böyle olunca kardeşlerimizden uzak kaldık. Biraz da içe dönmek hoşumuza gitti ilk etapta. Derken kendimizle baş başa kaldığımız vakitler çoğaldı. Hiç duymadığımız sesleri duymaya başladık. İsteklerimiz, arzularımız peş peşe sıralandı. Her bakımdan kendimizi doyurmaya başladık. Nefislerimiz kabardı, istekler art arda sıralandı. Biraz kaygılar, biraz korkular, geçim sıkıntısı derken psikolojik buhranlar baş gösterdi.

Bazı çırpınışlarımız oldu bu buhrandan kurtulmak için. Online sohbetler yaptık, ilim kitapları okuduk. Ama hiçbiri salihlerle oturup kalkmak kadar etkili değildi.

Her kardeşimiz başka başka dertlerimizin, hastalıklarımızın merhemiydi. İşte bu yüzden önemliydi İslam’da cemaat olmak, cemaat bilinci.

Müslümanların cemaat halinde yaşamalarının, her hususta birbirlerini desteklemelerinin önemini ruhumuzun derinliklerinde hissediyorduk.

Peygamberimizin sallallahu aleyhi ve sellem müminleri, bir yapı içerisinde birbirleriyle kenetlenmiş tuğlalara benzetmesini, Allah azze ve celle’nin “Müminler ancak kardeştirler” ayetini çok daha iyi kavradık bu süreçte.

Cemaat ruhu insanda kibri, bencilliği, dar görüşlülüğü yok eder. İnsanı sosyalleştirir, medeni kılar. Kibirli ve dar bir vicdan ancak kendini düşünür ve kendini sever. Ümitleri, kaygıları sadece kendisi için olur.

Peki Ya Sonra Ne Mi Oldu?

Bu süreçten hem olumlu hem de olumsuz manada nasibimizi aldık. Olumsuz olan kısmı; bugün eski halimize, toplu hareket, toplu karar verme, birlik düzenine dönmekte güçlük çektiğimizi görüyoruz. Çünkü şeytan bizi birlikte değil, yalnız olarak seviyor. Müslümanların gruplara bölünmesinden hayıflanıp bu problemi çözememişken şimdi bireyci bir anlayışla baş etmek durumunda kalıyoruz.

Öyle bireyselleşme oldu ki bu süreçte, online sohbetlere katılmak dahi zor geldi kimi zaman. 

Şimdi Ne Mi Yapmalıyız?

Çekildiğimiz kabuğu kırıp Müslümanların arasına karışmalıyız. Onlarla aynı havayı teneffüs etmeliyiz, hem de maskesiz. Onların ruhu bize doğru akmalı bizimki de onlara. Birbirimize karışıp harmanlanmalıyız. Birlikte yemeliyiz. Birlikte ağlamalı, birlikte gülmeliyiz. Birbirimize dokunmalıyız tereddütsüz. Hatta öfkelerimizi de kırgınlıklarımızı da aynı ortamda yaşamalıyız. Öyle kendi içimizde şeytanın körüğüyle değil.

Cemaatin en mühim prensibi sadakat ve ihlastır. Kardeşlik ışığında oluşan beraberlik şuurudur. Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerim’de “Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever” (Saff, 4) buyurmuştur. Şeytan ise ancak ayrılık ve düşmanlıktan hoşlanır. İletişim hastalıkları neticesinde ayrılık ve düşmanlık tohumları eker. 

Bu süreçte en çok zarar gören yanımız ise iletişim şeklimiz oldu. Örneğin Diyarbakır’daki bir Müslümanla online sohbette tanışıp reel hayatta tanıdığımız insanlara sırtımızı dönmemiz, “Ben falanca arkadaşı çok iyi tanıyorum” diyerek oysa sadece sanal ortamda sesini duymaktan öte bir paylaşımımız olmayan kişileri hayatı paylaşma konusunda yanlış bir yere koymamız, hemen dibimizde yıllardır bizimle beraber olan ama bizi zaman zaman yormuş olan kardeşlerimize tahammülümüzün tamamen ortadan kalkması… İşte bütün bunların hepsi bu sürecin bize getirdiği olumsuzluklardır.

Şeytan, gönüllere yönelik fısıltılarında çoğu zaman insanın ebediyet tutkusu, mal hırsı, baş olma, şehvet, lüks düşkünlüğü gibi ihtiraslarından istifade eder. Ondan korunmanın en emin yolu Allah’a sığınmaktır. İnsanlar arası ilişkilerde de onun gireceği menfezleri fark ederek aceleyle değil, basiretle hareket etmek, parçalayan bölen Şeytana karşı bütün olarak durabilmek ancak saflarımızı sıklaştırarak mümkün olabilir.