Ahde Vefa Ve Emanet İmandandır

Kapak Gündem – Mahmut Varhan / 2013 Kasım / 12. Sayı

Emanet’i kübrayı insanlığa yükleyerek mü’minleri saâdet ehli ve kâfirleri de şakâvet ehlinden kılan Allah Teâlâ’yı her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Daha bi’setinden önce el-Emin sıfatı ile tanınan Hz. Mustafa’ya, onun vefakâr ve emanet ehli olan âline, ashabına ve etbâına salât ve selam olsun.

Değerli müslüman kardeşlerim, Allah Teâlâ’nın kitabında ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnet ve siyretinde en fazla üzerinde durdukları hususlardan biri de ahde vefa ve emanete riâyet etme mevzusudur. Allah’ın dinine davet edecek insanlar için bu mevzu o kadar önemlidir ki, bu özellikler davetçilerde bulunmadığında davetleri hiçbir meyve vermez. Bu özellikleri hakkıyla nefislerinde bulunduran davetçilerin davetleri ise, her zaman olgun meyveler vermiştir. Âdeta davetlerinin başarılı olması veya başarısızlığı bu özelliklere sahip olup olmamaları ile orantılıdır. İşte bundan dolayıdır ki Allah Teâlâ’nın inayeti ve terbiyesi ile davetçilerin rehberi olan Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, daha cahiliyye döneminde bile Muhammedü’l-Emin sıfatı ile meşhur olacak kadar ahdine vefalı ve emanete riâyet etmekteydi. Davetine başladıktan sonra ahde vefa göstermeyi ve emanete riâyet etmeyi o kadar şiddetle emretmekte ve bu mevzu onun getirdiği dinde o kadar büyük bir yer tutmaktaydı ki, onun dinini özetleyecek olan mü’min veya kâfir herkes mutlaka bu hasletleri de sayardı. Nitekim Necaşi’nin huzurunda İslam’ı en güzel bir şekilde özetleyen Hz. Ca’fer, emanete riâyet etmeyi de saymıştı. Yine Herakliyus’un Peygamber efendimiz ve dini hakkındaki sorularını cevaplayan Ebû Süfyan, Herakliyus’un “O size neyi emrediyor?” sorusunu cevaplarken ahde vefa göstermeyi ve emanete riâyet etmeyi de zikretmişti. Hâlbuki o esnada Ebû Süfyan henüz kâfirdi. Kâfir olmasına rağmen Peygamber efendimizin bu hasletleri emrettiğini ve bu faziletlerin onun dininin bir parçası olduğunu biliyor ve ikrar etmek durumunda kalıyordu. İşte davetçilerin bu hasletleri o kadar büyük bir hassasiyetle hayatlarında tatbik etmeleri gerekir ki, düşmanlarının dahi onların bu faziletlere sahip olduklarını ikrar ve itiraf etmek durumunda kalmaları gerekir. Âdeta bu hasletlerin, onların alâmet’i farikası haline gelmesi gerekir.

Ey İslam davetçileri! Biliniz ki ahde vefa ve emanete riâyet imanın en önemli şubelerindendir. Öyle ki Allah Teâlâ, kurtuluşa ve felaha nâil olan mü’minlerin en temel sıfatlarını sayarken şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyetkârdırlar.” (Mü’minûn: 8) Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de emanete riâyetin ve ahde vefanın dindeki büyük yerini şöyle beyan etmektedir: Enes b. Malik dedi ki: “Allah’ın peygamberi bize her hutbe okuduğunda muhakkak şöyle buyururdu: “Emanete riâyet etmeyenin imanı yoktur. Ahdine vefa göstermeyenin dini yoktur.”1 Bunun sebebi şudur ki, daha sonra açıklayacağımız üzere emanete riâyet ve ahde vefa dinin tamamını kapsamaktadır. Zira insanın bütün davranışları Rabbine, kendisine ve insanlara karşı emanete riâyet etmesi ve verdiği ahidlere vefa göstermesi çerçevesinde cereyan etmektedir.

Ahde vefalı olmanın temeli emin olmaktır. Emanetin kaynağı da selim bir kalbe ve müstakim bir fıtrata sahip olmaktır. İşte Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyyeden ancak bu sıfatlara haiz olan kimseler kâmil anlamda faydalanır ve tam bir şekilde anlayıp amel ederler. Şimdi bu konuda Peygamber efendimizin çok önemli ve kapsayıcı olan şu hadis’i şerifini okuyalım:

Huzeyfe İbnü’l-Yemân radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize iki olayı haber verdi. Bunlardan birini gördüm, diğerini de bekliyorum. Hz. Peygamber bize şunları söyledi: “Şüphesiz ki emanet, insanların kalplerinin ta derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur’an indi. Bu sayede insanlar Kur’an’dan ve sünnetten (emaneti) öğrendiler.” Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize emanetin kalkmasından bahsetti ve şöyle dedi: “İnsan bir kere uyur ve kalbinden emanet çekilip alınır, ondan belli belirsiz bir iz kalır. Sonra bir kere daha uyur, yine kalbinden emanet alınır; bu defa da ayağının üzerinde yuvarladığın korun bıraktığı iz gibi bir eseri kalır. Sen onu, içinde hiçbir şey olmadığı halde kabarık görürsün.” Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem eline çakıl taşları alarak ayağının üzerinde yuvarladı. Sözlerine de şöyle devam etti: “Neticede insan o hâle gelir ki, insanlar alış-veriş yaparlar da, neredeyse emaneti yerine getirecek bir kişi bile kalmaz. Hatta şöyle denilir: “Filan oğulları arasında emin bir adam varmış.” Bir başka kişi hakkında da: “Ne kadar cesur, ne kadar zarif, ne kadar akıllı bir kişi!” denilir. Oysa kalbinde hardal tanesi kadar bile iman yoktur.” (Huzeyfe dedi ki:) “Şüphesiz ki bir zamanlar, sizin hanginizle alış-veriş yapacağıma aldırmazdım. Çünkü alış-veriş yaptığım kişi müslümansa, dini kendisini benim hakkımı vermeye yöneltirdi. Şayet hıristiyan veya yahudi ise vâlisi benim hakkımı vermeye onu sevk ederdi. Fakat bugün sizden sadece belli birkaç kişiyle alış-veriş yapıyorum.”2

Eğer daha Sahabe’i kiramın yaşadığı asırdaki insanlar hakkında, Huzeyfetü’l-Yemanî’nin kanaati bu şekildeyse; 1400 sene sonra gelen bizim asrımızın insanları acaba ne haldedir! Bizler şu ahir zamanda her alandaki ihanetlerle dolu karanlık halimizi yaşayarak müşahede ediyoruz. Asrımızda her tarafı hakiki imandan mahrum emanetsiz hâin kimseler doldurmuşlardır. Ticarette, siyasette ve hatta ilmiye sınıfında bile geçer akçe hile ve ihanettir. Mensubu bulunduğu sınıfın içinde emin ve ahdine vefalı kimseler teessüf ki pek azdırlar!

Emanete riâyet etmek ve ahde vefa göstermek büyük bir sorumluluğun göstergesidir. Buna ancak mes’uliyetini müdrik sorumluluk sahibi kimseler hakkıyla riâyet ederler. Mes’uliyetinin idrakinde olmayan sorumsuz kimseler ise, emanetlere ihanet etmeyi ve ahidlerini bozmayı bir hüner ve uyanıklık sayacak kadar büyük bir aldanmışlık ve gafletin içerisindedirler. Zira bu kimseler hem dünyalarını ve hem de ahiretlerini harap ettiklerinin farkında değillerdir. Emanet ve ahde vefa, kıyamet gününde insana en fazla yardımcı olan ve sıratın üzerinden geçmesini sağlayan amellerdendir. Emanete ihanet ve ahidleri bozmak da kıyamet gününde insanı en fazla rezil rüsvay eden kötü huy ve sıfatlardandır.

Rabbimiz Celle Celâluhû, insanların ahidlerinden mes’ul olduklarını ve ahidlerine vefalı davranıp davranmadıklarının kendilerine sorulacağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden (dolayı) sorumluluk (mes’uliyet) vardır.” (İsrâ: 34) Yani insanlarla yaptığınız muahede ve sözleşmelere riâyet edin. Çünkü bu ahid ve akitler muhakkak onları akdedenlere kıyamet gününde sorulacaktır. Ebû Said el-Hudri’nin rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Ahdini bozan her bir kimsenin kıyamet gününde (dikili) bir bayrağı vardır. Bu bayrak onun ğadrinin büyüklüğüne göre yükseltilir. Agah olun ki yöneticinin ğadrinden daha büyük ğadri olan kimse yoktur.”3 Huzeyfetü’l-Yemanî ve Ebû Hureyre’nin rivayet ettikleri hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “…Emanet ve rahim (akrabalık bağı) gönderilir ve bu ikisi sıratın sağ ve solunda dururlar…”4 Böylece emanet ve rahim sıratın iki kenarında duracak ve sırattan geçenlerden haklarını isteyeceklerdir. Ne mutlu o gün emanete riâyet eden ve akrabalarına vefakâr davrananlara! Zira bu ikisi onun sırattan kolayca geçmesini sağlayacaklardır. Ne bedbahttır o gün emanete ihanet eden ve akrabalık hukukuna vefasız davranan kimse!

Emanete riâyet etmeyi ve ahde vefa göstermeyi sağlayan en büyük neden sıdk ve doğruluktur. Çünkü ancak sadık/dürüst ve özü-sözü doğru olan bir kimse emanete riâyet eder ve ahdine vefa gösterir. Bu da asla haktan bâtıla meyletmeyen, hakikatten şaşmayan hakşinas ve şahsiyetli bir kimsede bulunur. Şahsiyetsiz, menfaatperest kimseler ise itimatsız, hâin, vefasız, yalancı ve sahtekârdırlar. İşte bunlar mü’min ile münafığı birbirinden ayıran alâmetlerdir. Ehli iman kimsenin özü ve sözü doğru iken, münafık yalancıdır; mü’min ahdine vefa gösteren ve emanete riâyet eden sorumluluk sahibi bir kimse iken, münafık sorumsuzca davranan bir hâindir; mü’min hakkın hatırını âli tutan ve hiçbir hatıra feda etmeyen, en büyük bir menfaati için bile hakkın zerresinden vazgeçmeyen şahsiyet sahibi biri iken, münafık en hasis bir menfaati için en hakikatli bir hakkı feda eden ve çıkarları için her dâim bâtıla meyleden şahsiyetsiz bir kimsedir. Şimdi Rasul’i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e kulak verelim: “Dört haslet vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse halis bir münafık olur; kimde de bu hasletlerden biri bulunursa, onu terkedinceye kadar onda nifaktan bir haslet bulunmuş olur: Konuştuğu zaman yalan söyler, muahede yapınca ğadreder, söz verince sözünden cayar ve davalaşınca haddi aşarak bâtıla meyleder (ve yalan/sahte delillere başvurur).”5 Buhari ve Müslim’de geçen meşhur rivayet şöyledir: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”6 Müslim’in bir rivayetinde şu ziyade de bulunmaktadır: “…Oruç tutsa, namaz kılsa ve kendini müslüman zannetse bile…”7

Vefa Gösterilmesi Gereken Bazı Ahidler

Emanet, insanın emin ve itimad edilir olması, kendine maddi ve manevi bir şeyin gönül rahatlığı ile korkusuzca teslim edilebilir ve istenildiğinde sağlam bir vaziyette alınabilir halde bulunması demektir. Ayrıca insanın bu eminliği sebebiyle, gerek Allah gerek insanlar tarafından herhangi bir surette kendisine bırakılmış olan şeye de emanet denilir. İnsan, Allah Teâlâ’nın emanetini taşıyan bir emin, bir vekil olma niteliğine sahip yegâne varlıktır. Bu sebeple, bütün yaratıklar üzerinde hüküm ve tasarruf yetkisi, sadece insana verilmiştir. İnsan, bu yetkiyi ne kadar mükemmel kullanıp yerine getirir ve emaneti yerli yerine koyabilirse, kıymeti o derecede artar ve yükselir.

Diğer taraftan emin olan bir insanın vefa göstermesi gereken pek çok ahidleri bulunmaktadır. Ezcümle Allah Teâlâ’ya verdiği ahdine, Hz. Peygamber’e yaptığı biatına, imama/yöneticiye verdiği sözüne ve insanlarla olan muahedelerine sadık kalması ve vefakâr olması gerekir. Gördüğümüz üzere emanete riâyet ve ahde vefa dinin bütününü kapsamaktadır. İşte bu iki sıfatın büyük önemi de diğer her şeyin temeli olmalarında saklıdır. Şimdi de bunları tek tek özetle anlatmaya çalışalım:

1- Allah Teâlâ’ya verilen ahde, vefâ göstermek

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Biz emaneti göklere, yere, dağlara arzettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korkup titrediler. İnsan onu yüklendi. Muhakkak ki insan pek zalim ve çok cahildir.” (Ahzâb: 72) Allah Teâlâ’nın göklere, yere ve dağlara sunduğu emanet; gerek kendi hukukuna, gerek insanların hukukuna yönelik emir ve yasaklardan, zorlama ve cebirle değil, rıza ve seçme hürriyetiyle yaptırmak istediği fiiller, vazife ve mükellefiyetlerdir. Bu emanet, gök, yer ve dağların dayanamayacakları kadar zor, mes’uliyeti çok büyük bir yüktür. Ancak insan bu ağır yükün altına girmeyi kabul etmiştir ki, şu ayet’i kerime de bunu ifade etmektedir: “Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu,) Kıyamet günü: “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.” (A’raf: 172) Aynı şekilde her çocuğun fıtrat üzerinde doğacağını, daha sonra anne-babası tarafından yahudi, hıristiyan, mecusi ve müşrik yapılacağını belirten sahih hadis’i şerif de aynı anlamı ifade etmektedir.

İşte insanın yaptığı en değerli ve en ağır sözleşme bu fıtrî muahedesidir ki, mükerrem bir varlık olması bu ahdine vefa göstermesine bağlıdır.

Allah Teâlâ, bu kulluk ahdine vefa göstererek iman edenlerle bir akit daha yaparak, onların canlarını ve mallarını satın aldı. Bu mübarek sözleşmeyi şu ayet’i kerimede bize bildirdi: “Muhakkak ki Allah, mü’minlerin canlarını ve mallarını, karşılığı cennet olmak üzere satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar; öldürürler ve öldürülürler. Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kendi üzerine hak bir vaaddir. Kim Allah’tan daha çok ahdini yerine getirebilir? Öyleyse yaptığınız alış-verişe sevinin. En büyük kurtuluş işte budur.” (Tevbe: 111)

Allah Teâlâ, verdikleri bu sözlerine sâdık kalan ve ahidlerine vefa gösteren yiğit kullarını överek şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerden öyle erler vardır ki; Allah’a verdikleri ahde sadakat göstermişlerdir. Böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi (bu uğurda canını verdi), kimi de beklemektedir. Onlar, hiç bir değiştirme ile (sözlerini) değiştirmediler.” (Ahzâb: 23)

Ne mutlu Rabbü’l-âlemin’in bu övgüsüne mazhar olanlara! Ne mübarek insanlardır şu âhir zamanda sözlerine vefakâr davrananlar! Allah Teâlâ bizleri de bu mübareklere ilhak eylesin!

2- Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e yapılan biata ve ona verilen ahde sâdık kalmak

Sahabe’i kiramın, Hz. Peygamber efendimiz’e biat ederken vermiş oldukları sözleri, ona iman eden ve ona tâbi olan biz mü’minler de onun ümmeti olmamız hasebiyle vermiş bulunuyoruz. Bu biatın gereği olarak ona itaat etmeli, onun sünnetini öğrenip amel etmeli, onu kendimizden, zürriyetimizden ve bütün insanlardan daha fazla sevmeliyiz. Onun haysiyet ve şerefini, getirmiş olduğu din’i mübin’i İslam’ı muhafaza etmek için malımızı ve canımızı fedâ edebilmeliyiz. Bu biatın gereği olarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e vermiş olduğumuz ahid ve sözlere örnek olması için sadece bir hadis-i şerifi aktaralım: Cabir radıyallahu anhu dedi ki: “Biz (Akabe’de): “Ya Rasûlallah! Ne üzerine sana biât edelim?” dedik. Şöyle buyurdu: “Bana, sevinçli ve sıkıntılı anlarda dinleyip itaat etmek, darlıkta ve kolaylıkta infak etmek, ma’rufu emredip münkeri nehyetmek, Allah için hakkı söyleyip Allah’ın rızası sözkonusu olduğunda azarlayanın azarından korkmamak ve bana yardım ederek, size geldiğim zaman kendinizi, hanımlarınızı ve evlatlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumak üzere bey’at edin. Bütün bunları yaparsanız size cennet vardır.”8

3- İmama/yöneticiye verilen ahidlere sâdık kalmak

İslam’ın en fazla üzerinde durduğu hususlardan biri de müslümanların bir birlik ve cemaat halinde yaşamalarıdır. Zira İslam şeriatını en güzel bir şekilde yaşamak ve bütün insanlara ulaştırmak ancak cemaat yoluyla mümkün olabilir. Cemaatin birliğini muhafaza etmek, İslam’ı toplum hayatında tatbik etmek ve Allah’ın dinini cihana yaymak için de müslümanlar cemaatine bir halife ve lider nasbetmek de farzdır. İşte müslümanların bu gayelerle belirlenmiş olan imamlarına biât etmeleri, bu ahidlerine sadık kalarak ona itaat etmeleri dini bir sorumluluktur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisâ: 59) Bu ayet’i kerime açık bir şekilde ifade etmektedir ki, yöneticiler Allah’a ve Rasûlüne itaat ettiği, İslam şeriatı üzere hareket ettiği, Kur’an ve sünnetle amel ederek adaleti ikame ettiği müddetçe onlara itaat etmek farzdır. Bu konuda varid olan pek çok hadis’i şeriften bir tanesi de şudur: Abdullah b. Amr radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir kimse (müslüman) devlet başkanına biat eder, elini tutup ona samimiyetle bağlanırsa; elinden geldiği kadar ona itaat etsin.” 9

4- İnsanlarla yapılan muahedelere vefâ göstermek

İnsan tabiatı gereği medeni bir varlık olduğundan dolayı, insanların toplumsal bir hayat yaşamaları zaruridir. İctimai hayatta insanların birbirlerine ihtiyaçları olduğu için de çeşitli alış-verişler ve muahedeler behemehal meydana gelecektir. İnsanlar ve toplumlar arasında çeşitli sözleşmeler yapılacaktır. İşte İslam’ın müslümandan istediği husus, yaptığı sözleşmelere özenle riâyet etmesi, kâfirlerle bile olsa verdiği ahidlerine vefa göstermesidir. Bu konu üzerinde çok hassasiyetle durulmuş ve bu hususta pek çok ayet’i kerime nazil olmuş ve birçok hadis’i şerif varid olmuştur. Ezcümle Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Akidleri yerine getirin.” (Mâide: 1) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Ben kıyamet günü şu üç (grup) insanın düşmanıyım: Benim adıma and içerek söz verdikten sonra sözünden cayan kişi. Hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen kişi.Ücretle bir işçi tutup işini gördüren ve işçinin ücretini vermeyen kişi.”10

Allah Teâlâ’nın kıyamette bir kulun hasmı olmasından daha büyük bir felaket tasavvur edilebilir mi?! Bu ne büyük ve çaresiz bir felakettir! Böyle bir akıbetten Sen bizleri koru ya Rab!

5- Eş, dost ve akrabalara karşı vefakâr olmak

Akrabalar arasında fıtrî bir bağ mevcuttur. İslam şeriatı da bu bağı iyice kuvvetli hale getirmiş ve bu bağın korunmasını, akrabalara karşı vefakâr olunmasını emretmiştir. Kur’an-ı Kerim ve sünnet’i seniyyenin sıla’i rahim üzerinde ne kadar hassasiyetle durdukları herkesin malumudur. Biz burada sadece iki hadis’i şerifi dikkatlerinize arzetmekle yetinelim: Hz. Âişe radıyallahu anha şöyle dedi: “Peygamber aleyhisselam’ın hanımlarından hiçbirini Hatice’yi kıskandığım kadar kıskanmadım. Üstelik onu (Rasûl’i Ekrem’in yanında) hiç görmedim. Fakat Rasûl’i Ekrem onu sık sık anardı. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatice’nin dost ve arkadaşlarına gönderirdi. Bazen (dayanamayıp) Rasûl’i Ekrem’e: “Sanki dünyada Hatice’den başka kadın kalmadı!” Derdim. Rasûl’i Ekrem ise Hatice’nin çeşitli özelliklerini sayar ve: “Üstelik o, çocuklarımın anasıydı” buyururdu.”11

Abdullah b. Dinar, Abdullah b. Ömer’in şu olayını anlattı: Bir defasında İbni Ömer Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman üzerinde istirahat edeceği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Bir gün İbni Ömer eşeğin üzerinde dinlenirken bir bedeviye rastladı. Ona: “Sen falan oğlu falan değil misin?” diye sordu. Adam: “Evet” deyince eşeği ona verdi ve: “Buna bin” dedi. Sarığı da ona uzatarak, “bunu da başına sar” dedi. Arkadaşlarından biri İbni Ömer’e: “Allah seni bağışlasın. Üzerinde dinlendiğin eşek ile başına sardığın sarığı şu bedeviye boşuna verdin” deyince; İbni Ömer şunları söyledi: “Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken duydum: “İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun ailesini kollayıp gözetmesidir.” Bu adamın babası, (babam) Ömer radıyallahu anh’ın dostuydu.”12

İnsanı insan yapan en önemli özelliklerden biri vefa duygusudur. Bu duygu, sevilen veya sevilmesi gereken kimselere verilen değerin bir ölçüsüdür. Vefa duygusuna sahip olmayanlar sadece kendini, zevkini ve çıkarını düşünen bencil kimselerdir. Böyle şahıslardan, hâtıralara hürmet ve fedakârlık gibi asil davranışlar beklemek boşunadır.

Allah Teâlâ bizleri fedakâr, vefakâr olan salih kullarından eylesin!

————————————–

1 İmam Ahmed, Müsned: 12383. Hasen hadistir.

2 Buhari, Rikak: 35;  Müslim, İman: 230

3 Müslim: 1738

4 Müslim, İman: 329

5 Müslim: 207.  Abdullah b. Amr’dan…

6 Buhari, İman: 24;  Müslim, İman: 107.  Ebû Hureyre’den…

7 Müslim, İman: 109

8 İmam Ahmed, Müsned: 3/322 (14456) İsnadı sahihtir.

9 Müslim: 4776

10 Buhari, Büyu’: 106

11 Buhari: 3818;  Müslim: 2435

12 Müslim, Birr: 11-13