Yakın Tarih – Furkan Uyanık / 2018 Kasım / 72. Sayı
Hamd yerin ve göğün yaratıcısı olan, gücün ve kuvvetin gerçek sahibi Allahû Teâlâ’yadır. O ki vaadini yerine getirendir. Salat ve selam efendimiz hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e, ailesine ve ashabına olsun.
İbni Ömer r.ahuma anlatıyor: Rasûlullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam çobandır ve sürüsünden mesuldür.”[1]
Ne zaman ki çobansız (hilafetsiz) kaldık, sürü dağıldı. Kurtlar ve çakallar boynumuza dişlerini geçirdi. Bizi silmek, yok etmek için her şeylerini ortaya koydular. Yeryüzünden Kur’an ve sünneti silmek için her yolu denediler. “Halbuki kafirler istemese de Allahû Teâlâ nurunu tamamlayacaktır.”[2]
İlk sayıda Müslümanların hilafete olan desteğini ve bağlılığını aktarmıştık. Bu sayıda ise son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den nemalanarak hilafetin ilgasına kadar gerçekleşen siyasi olayları, hilafetin ilgasındaki asıl hedefi ve hilafetin kalkan olup olmadığı meselelerini incelemeye çalışacağız.
A) Hilafetin İlgasına Kadar Gerçekleşen Siyasi Olaylar
Bizler daha önceki yazılarımızda hilafetin ilgasının ictimai ve eğitim alanındaki olayları ve problemleri aktarmıştık.
Rusya, Katherina (1762-1796) döneminden itibaren bazı Osmanlı eyalet ve topraklarını ele geçirmeye başladı. Sonra batının emperyalizm hareketi ardı sıra devam etti. Napolyon Mısır’a saldırdı (1798). Sonra Fransızlar Cezayir’i (1830), Tunus’u (1881) ve Fas’ı (1912) işgal ettiler. İtalya Libya’yı (1911) işgal etti. Bu devletler Osmanlı’yı parçalamak ve mirasını aralarında bölüşmek üzere ittifak etmişlerdi. İngilizler Musul’u ve petrollerini ele geçirmek ve Filistin’den başlayıp Basra Körfezi’nde bitecek güvenli bir karayolu elde etmek istiyordu. Bu yolla Hindistan’ı daha güvenli bir şekilde sömürebilirlerdi. Fransa ekonomik gelişimi için Halep pamuğu, Lübnan ipeği ve Suriye yününe el koyma isteğini çoktan açıklamıştı bile. İtalya Anadolu’nun batı bölgelerine göz dikmişti, Rusya’nın ise Trakya, İstanbul, Ermenistan ve Kürdistan üzerinde emelleri vardı.
İngilizler daha önce Hindistan’ı işgal etmişler, buradaki Müslümanları yönetimden uzaklaştırmışlar ve sağlam bir sömürü düzeni oluşturmuşlardı. 1839’da Aden ve Güney Yemen’i işgal ettiler. Daha sonra Mısır ve Sudan’ı işgal ettiler.
Hollanda, Doğu Hint Adaları ve Endonezya’yı işgal etmişti. Afganistan ve İran ise İngiliz ve Rus tehdidi ve kuşatması altında idi.
Osmanlı’nın İslam Devleti olarak tüm Müslümanları temsil etmesi nedeniyle batılılar Osmanlı içinde de birçok karışıklık ve isyanlar çıkarmışlardı. 1804’ten beri Balkan halklarını isyan ve ayrılığa teşvik ettiler. Bu halklar 1878’te hilafetten koparılıncaya kadar Batılılardan büyük yardımlar aldılar. Yunanistan 1820’den itibaren isyan ve ayrılığa teşvik edilmiş ve 1829’da Osmanlı’dan koparılmıştır.
Avrupalı devletler bunlarla da yetinmeyerek Lawrence gibi ajanların vasıtasıyla Arapları kandırıp Osmanlı aleyhine kışkırtmış ve isyan ettirmişlerdi. Osmanlı’yı bölmek için tüm etnik ve bölgesel ayrılık ve taassupları körüklemişler ve birçok fitne çıkarmışlardır. Osmanlı üzerinde oynanan oyunlar ve yapılan saldırılar neticesini vermiş ve sonunda pak hilafet ortadan kaldırılmıştı.[3]
Bütün bu yapılanların ortak gayesi Müslümanları yok etmektir. Muhammed Kutup rahmetullahi aleyhin ifadesi ne kadar da doğrudur: “Avrupalılar dinlerini büyük oranda yitirseler de Haçlı ruhunu asla yitirmemişlerdir.”
B) Hilafetin İlgasındaki Asıl Hedef Neydi?
Ne gariptir ki Kemalistler Sultan Vahdettin’i halkın nazarında düşürmek amacıyla kötülemelerinin ve yönetimden uzaklaştırmalarının ardından, tam bir hoşnutluk ve saygıyla yetkilerinden soyutladıkları Abdülmecit’e halife olarak biat ettiler. Sonra Abdülmecit’ten kaynaklanan herhangi bir sebep olmaksızın, Kemalistler daha 1 yıl önce saygı ve hoşnutlukla tayin ettikleri halifeyi küçük düşürmeye, alaya almaya ve aşağılamaya başladırlar.
Tüm bunlar, Müslümanların gözü önünde cereyan eden, herkesçe malum, gerçeklerdir. İnsanlar bu garip hadise üzerine, kabul ve ret cephesine ayrıldılar. Fakat çelişkiliymiş gibi görünen bu olayların sebebine inen, sebepleri üzerinde düşünen pek olmadı. Kemalistlerin iki hedefi vardı:
Yönetimi Osmanoğullarından alıp Mustafa Kemal’e nakletmek, hilafetin hükümetten soyutlanması ve görünüşte millet meclisine geçmesi, aslında hedeflerini gizlemek için tezgâhladıkları bir oyundu.
Hilafet müessesesinin tedrici olarak kaldırılıp, böylece ülkeyi İslam yönetiminden uzaklaştırarak laik bir düzen kurmaktır.
İşte halifenin hükümet yetkisinden soyutlanmasının tek izah tarzı bu laik maslahattır. Konuyu biraz açıklayalım:
Aralarındaki ittifak ve memleket evlatları arasında kendi fikirlerine uyup uymamalarına göre ayrım yaparak bir kısmına hiddet edip, diğer kısmını sevmemelerinden de anlaşıldığı gibi, Kemalistler, İttihatçılardan gayrileri değildir. Hala daha önce ilan edilen anayasa ile İslam şeriatını bağdaştıramıyorlar. Avrupalıların bu meşruti İslam devletine güven duyabileceğinden de emin olamıyorlar. Mutlak hürriyet ile mukayyet dinin arasının bulunmasının mümkün olmadığını anlayamıyorlar.
Dinî hükümlerinin, laik Avrupa yönetimi biçimlerine aykırılığı ve memleket içindeki heva ve zulümlerine engel teşkil etmesi nedeniyle, dini omuzlarından atılması gerekli ağır ve sıkıntı verici bir yük olarak görüyorlar.
Meşrutiyetin getirdiği mutlak hürriyet gereği birçok eylemlere kalkışıyorlar ancak karşılarında dini buluyorlardı çünkü onların hürriyet ve medeniyeti Avrupa’da gördükleri her şeyi iyisiyle kötüsüyle adım adım izlemekti. Ayrıca ülke içindeki tuğyan ve zulümlerin karşısına da yine din dikiliyor, onların mutlak hürriyet ve istibdatlarını engelliyordu.
İşte çoktandır, Türk başkentinde dinin konumu böyle… Kendi vatanında ve Avrupa eğitimi görmüş insanları arasında garip!
Bunların siyasi bir parti haline gelmeleri ve zahirlerinin ittihatçı, batınlarının ise mason olarak tecelli etmesinden sonra durum daha da vahim boyutlara varmıştır.
İzmir’in fethiyle gelen alkış ve övgü seli, içlerindeki dinden kurtulma eylemini dışa vurmalarına vesile ve cürret kaynağı olmuş, devleti İslami olmaktan çıkaracak eylemlere açıktan açığa girişmeye başlamışlardır. Müslümanların şaşkın bakışları arasında dini esasları yıkmaya yönelik eylemlere girişmişlerdir.
Sormak istiyorum: Desise ve hileler sadece hilafet makamını mı kuşatmıştı? Bozulan sadece hilafet makamı mıydı? Hükümet makamı bu bozukluk ve desiselerden arınmış ve temizlenmiş miydi ki, Kemalistler can-ı gönülden hükümete sahip çıkarken ıslahat ve desiselerinin önüne geçme iddiaları ile hilafet makamını ortadan kaldırıyorlar?
Abdülmecit için otorite iddia edenlerin veya halifenin etkinliğini arttırmaya çalışanların Kemalistler tarafından şiddetle cezalandırıldıklarının da kimsenin haberi yok muydu?”[4]
C) Hilafet Kalkan Mıdır?
Hilafet Müslümanların yol haritasıdır. Bugün hilafeti akademisyenler, aydınlar ve medyada ön plana çıkmış kişiler, geçmişte kalmış, tarihe gömülmüş ve bir daha gün yüzüne çıkmayacak bir sistem olarak görmektedirler (tabi ki içlerinden tenzih ettiklerimiz bulunmaktadır). Onlar hilafetin gerekli olup olmadığı, daha önceden oldu da ne oldu gibi hayali, üretilmiş safsatalarla ümmeti zehirlemektedirler. Bu konu üzerinde cesur bir şekilde konuşanlar, Kur’an ve sünnetten bi haber olduğu gibi, dünya üzerinde yapılan açıklama ve olaylara gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış insanlardır. Lakin hilafet düzeni sadece Müslümanlara kalkan olmakla yetinmeyip, gayrimüslimlere de adaletle hüküm sürmüştür.
“İslam devletinde kanun, kelimenin tam anlamıyla kanundur. Çünkü o kanun ilahidir. Bu yeter. Halife dahi kanunun otoritesi ve yönetimi altındadır.” Şeyh Sabri’nin hafızasında bu görüşlerini destekleyen birçok olaylar ve hatıralar vardı. Bunlardan biri de şudur: Osmanlı meclisinde Tokat temsilcisi olarak bulunduğu sıralarda, o sıralarda Osmanlı toprakları içerisinde olan Makedonya kiliseleri üzerinde Rum ve Bulgarlar üzerinde bir anlaşmazlık olmuştu. Her iki taife de kiliseler üzerinde hâkimiyet iddia ediyorlardı. Hükümet konunun görüşülüp karara bağlanması için olayı meclise intikal ettirmişti. İzmir temsilcisi Aristidi Paşa (Rum) mecliste söz alarak şöyle bir konuşma yaptı: “Bu devletin bir ifta[5]* organı var ve arz edilen meseleleri şeriat hükümlerine göre çözüme kavuşturmaktadır. Bu meseleyi de çözüme kavuşturmak için fetva makamına sunalım. Biz Rumlar oradan çıkacak her türlü kararı kabul etmeye hazırız.” Burada Rum Paşa’nın meseleyi fetva makamına götürmesinin sebebi olarak, verilecek kararın hak olacağına ikna olmasını görmekteyiz.
Son kertede şunları aktarmak isteriz. Konumuz oldukça geniş bir konudur, üzerinde kitaplar yazılması gereken ve çokça düşünülmesi gereken bir konudur. Bizler hiç değilse ateşe su taşıyan karınca misali konuyu aktararak Müslümanların meseleyi fark etmesi ve araştırması açısından emek verdik.
[1]. Müslim, İmâre, 20
[2]. Saff, 8
[3]. Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgası, 27-28
[4]. Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgası
[5]. * Yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir açıklamaktır. Bu yetkiye sahip olana müftü denir.