Tarihin Karanlık İdeolojilerinin Yakın Döneme Etkileri:

Yakın Tarihi – Furkan Uyanık / 2019 Ağustos / 81. Sayı

Hamd, yerin ve göğün yaratıcısı olan, gücün ve kuvvetin gerçek sahibi Allahû Teâlâ’yadır. O ki vaadini yerine getirendir. Salat ve selâm Efendimiz, komutanımız Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme, ailesine ve ashabına olsun.

“Ey insanlar, muhakkak Bizler sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık.  Sizleri büyük halk toplulukları (kavimler) ve kabileler halinde kıldık ki birbirinizle tanışasınız diye. Muhakkak sizin Allah katında en kerim (üstün ve değerli) olanınız en çok takva sahibi olanınızdır.”

Milliyetçilik, yaşadıkları topraklar ve vatanları değişik bile olsa aynı soydan gelen ve aynı dili konuşan kimselerin, tek duygu ve sevgi etrafında birleşmelerini gerektirir. Her ne kadar milliyetçiliğin diğer bir manası, son aşamada milliyetin bütün fertlerini kuşatan bir vatanda toplanmalarını hedef alacak şekilde çalışmaktır.

Bizler ümmettik, cemaattik lakin büyük bir şerre düşerek (düşürülerek) önce camia sonra da ulus olduk.

Tarihte toplumları bir araya getiren en önemli unsur her zaman din olmuştur. İslâm’ın gelmesiyle birlikte insanların en şereflisinin yukarıda da belirttiğimiz gibi takva sahiplerinin olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat orta çağda ayyuka çıkan lakin tarihte her zaman var olan milliyetçilik hastalığı yakın dönemimize de yansımış ve insanlar arası savaşlara ve ölümlere yol açmıştır. Milliyetçilik hastalığı ve propagandası son İslâm devletini de bölmüş, parçalamış ve bir kapana kısarak şimdilik tarih sahnesinden silmiştir. Bizler bu ayki yazımızda milliyetçilik kavramının doğuşundaki süreci ve kısaca bu topraklara etkisini aktaracağız. Gelecek yazımızda ise bu karanlık ideolojinin bu topraklarda yol açtığı kaosu, eylemleri ve Avrupa’dan sistem ve ilkelerin ithal edilmesinin büyük bir yanlışlık ve acziyet olduğunu ortaya koymaya çalışacağız inşallah… Bu yazıda ki hedef milliyetçilik düşüncesinin çözülmesinin başlangıç sürecini verip gelecek yazıda Fransız ihtilalinden sonra Hilafet merkezindeki fiili eylemler verilecektir.

Sebepleri bir arada göz önünde bulundurduğumuz takdirde, Hıristiyan Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında gerçekleşen birliğin, İslâm’ın egemenliği altında gerçekleştirdiği şekilde gerçekleşemeyişinin ve İslâm ümmetinin oluşum seviyesine hiçbir zaman çıkamayışının nedeni karşımıza çıkar. Çünkü İslâm ümmetinde akide, şeriattan ayrı görülmedi, birliğini dağıtan itikadî ihtilaflar baş göstermedi, uzun bir dönem dilleri tek bir dil olarak Kur’an dili şeklinde kaldığından uyumlu ve tek bir şekle sahip ümmet olarak varlığını sürdürdü. 

Papa’nın ve çevresini oluşturan din adamlarının ruhî tuğyanları, Avrupa’da bulunan farklı kiliselerin Roma Kilisesi’nden ayrılarak bağımsız kiliseler haline gelmeleri arzusunu uyandırdı. Bu arzu, çoğu zaman -vaktiyle- bütün kiliselerin boyun eğmiş olduğu Katoliklik ile mezhebi bir ihtilaf halini alıyordu. Önce Britanya Kilisesi, arkasından Almanya Kilisesi, bunların arkasından da diğer kiliseler…

Hasan en-Nedvî şunları aktarır. “Semavi bir din ne kadar tahrif edilse ve değişse bile insanlar arasında sun’i birtakım farklılıkları cinsler, renkler ve vatanlar arasında fark gözetmez. O bakımdan Hıristiyanlık, Avrupa’daki toplulukları din bayrağı altında bir araya getirdi ve Hıristiyan dünyasını tek bir aşiret, tek bir toplum halinde ortaya çıkardı. Pek çok halkın Latin Kilisesi’ne boyun eğmesini sağladı. Bu bakımdan ırk taassubu ve toprağa bağlı milliyetçilik davaları azaldı. Bu şekliyle Hıristiyanlık uzun bir süre halkların bu gibi bölücü davalarla uğraşmasına fırsat vermedi. Fakat Luther (1483-1546 m.), Latin Kilisesi’ne karşı ünlü reform hareketini başlatınca kendi ulusundan olan Almanların yardımını istemenin, işinin başarıya ulaşması açısından yararlı olacağını gördü. Giriştiği işten küçümsenmeyecek bir başarı da sağladı. Sonunda Latin Kilisesi’ni yenilgiye uğrattı, onun birleştirici bağı çözülerek uluslar bağımsızlaştı ve aralarında herhangi bir bağ kalmadı. Her geçen gün bağımsızlıkları ve dağınıklıkları daha da arttı. Sonunda Avrupa’da Hıristiyanlık çözüldü, buna karşılık milliyetçilik ve yurtseverlik taassupları güçlendi. Din ile milliyet, terazinin iki ayrı kefesine benziyordu. Birisi alçalınca diğeri yükseliyordu… Bilindiği gibi din kefesi her geçen gün hafifliyor, karşı kefesi ise gittikçe ağırlık kazanıyordu.”

Endülüs’teki Hıristiyan gençlerin hangi boyutlarda İslâmi varlıktan etkilendiğini ortaya koyan ve artık onların Hristiyan Lâhût’a ait kitapları küçümsediklerini, üzerlerinde durulmaya değer bulmadıklarını belirten Kurtubalı Alvaro’nun sözlerine işaret etmemiz yeterlidir. Daha az derecelerde olmakla birlikte benzeri birtakım etkilerin Haçlı savaşlarıyla, barışçı ilişkiler dolayısıyla var olduğunu umabiliriz. O zamanlar yeryüzünde Müslümanlardan başkasının yanında ilim bulunmadığından Endülüs’te, Kuzey Afrika’da, Sicilya’da ve İslâm ülkesinin diğer bölgelerinde ilim öğrenmek maksadıyla Avrupa’nın öğrencilerini göndermesi suretiyle ortaya çıkmıştı bu barışçı etkiler.

Hıristiyanlar, Müslümanlarla ilişkiye geçtiklerinde tümüyle değişik bir dünyayla karşılaştılar. Bu dünyada ne kilisede papa ne de din adamları vardı…

İşte o zaman, reformu arzulayan kimselerde, kilisenin asırlar boyunca üst üste biriken fesatlarını düzeltme ve Papa’nın ve diğer din adamlarının din adına insanlar üzerinde kurdukları azgın otoritelerini ortadan kaldırma arzusu harekete geçti. Fakat onların bu çabaları, İslâm’a girmeyi kabul etmeyip onu gerçekleştirecek hakiki aracı ellerine almaksızın reforma kalkıştıklarından dolayı çürümeye yüz tutmuş bir elbiseyi yamamaktan başka bir şeye benzemedi. Diğer taraftan krallar bu hareketleri -bundan önce de belirtmiş olduğumuz gibi- kendi nam-ı hesaplarına istismar etmeye başladılar ve hiçbir zaman gerçek dinî ıslahatı arzu etmediler. İnsanların sahih din üzerine dosdoğru yürüyerek kendi itaatlerinin dışına çıkmalarını kabul etmediler. Bu krallar, reform hareketlerinin Papa’nın otoritesinden kurtulmalarında kendilerine yardımcı bir araç görevini yerine getireceğini gördüklerinden, sadece bu sınırlar çerçevesinde bu hareketleri kullandılar. 

Bu oyunun arka planında yer alanlar, krallardan ibaret değildi. Onun arkasında aynı şekilde Hıristiyanlardan intikam almalarına imkân verecek her fırsatı dört gözle bekleyen Yahudiler de vardı. Çünkü Hıristiyanlar, Yahudilere Hz. Mesih’in asılmasına sebep teşkil ettikleri için ve onları alabildiğine aşağılamışlardı. O bakımdan Hıristiyanların birliğini dağıtmaya ve kilisenin otoritesini paramparça etmeye yönelik hareketler baş gösterince, onların bu hareketleri bağırlarına basarak gizli ya da açık bir şekilde kilise ile bu hareketler arasındaki ayrılığın artması için yönlendirmeleri, hiç şüphesiz kendi menfaatlerineydi. İster reform, isterse de bozgunculuk yapma hedefiyle ortaya çıkan her ayrılıkçı hareket, son tahlilde gerçek düzelmeye götürmediği sürece Yahudilerin menfaatineydi. Yahudilerin bilinen durum sebebiyle- bizzat Protestanlıkla olan ilgileri, bu hareketin tarihini inceleyen herkes tarafından -bu ilişkiyi kabul etmeseler bile bilinen bir husustur. 

O her şeyden önce insanın dünyasını sınırlandırır. İnsanın ufku insanlık dünyası olacağı yerde, sadece kendi kavmi olup çıkar. Yüce manalar olacak yerde, değer ölçüleri kendi kavminin ve kavminin üzerinde yaşadığı bu daracık yer parçasının menfaatleri olup çıkar. Belirli bir yerde doğmak, doğduğu bölgede konuşulan dili konuşmak, kaçınılmaz maddi menfaatler ile kuşatılmış olmak gibi…

Fakat Avrupa cahiliyesinin, hidayetin asıl kaynağı olan İslâm’ı reddetmesiyle birlikte, bu yüce anlamlara doğru yol bulmaya imkânı olamazdı…

Şayet bu dava sahipleri, tabii hallerinde gerekli güce sahip iseler, ilk yönelecekleri şey, kendilerinden daha zayıf olan ya da daha zayıf olduğu sanılan bir milliyetin zararına kendi alanını genişletmek olacaktır. Ve vahşi hayvanların, zayıf gördüğü hayvanlar üzerine avlanmak amacıyla atılması gibi onun üzerine atılmaya çalışacaktır. Üstad Nedvî, az önce aktardığımız ifadelerinden sonra da şunları söylemektedir: 

“Dini reform hareketi olduğu ileri sürülen Luther hareketi, Avrupa’nın kültürel ve dini birliğine son verince bu kıta çeşitli ulusal yönetimlere bölündü ve bunların arasındaki anlaşmazlık ve çatışmalar, bütün dünyanın güvenliği için ebedi bir tehlike haline dönüştü.”

Durum her ne olursa olsun, Avrupa’da milliyetçi akımları, emperyalizmin bütün aşağılık işlerinde ve çirkinliklerinde ayrılmaz bir parça olarak varlıklarını sürdürdüler. Çeşitli milliyetler arasında en çirkin şekliyle savaşlar baş gösterdi. Ve sonunda bu savaşlar dünya savaşları haline geldi. Bütün milliyetler bu savaşlara katıldı ve suçlu, suçsuz bütün dünya bu savaşlara girdi.

Milliyetçiliğin Bu Topraklara Yansımasına Dair Kısa Bir Kesit

Siyonizm’in babası Herzl, 1897 yılında İsviçre’nin Bale şehrinde ünlü kongresini yaptı. Söz konusu bu kongrede Yahudilerin liderleri, “elli yıllık bir süre içinde Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasının zorunlu olduğunu” kararlaştırdı.

Herzl, Müslüman sultan Abdülhamid’in yanına giderek arzda egemenliğinin devam etmesini arzulayan herkesin hoşuna gidecek teklifler götürdü. Ona Osmanlı iktisadını canlandırmayı vaad ve teklif etti. Çünkü Osmanlı Devleti’ni ya da son dönemde onu adlandırdıkları şekilde “Hasta Adamı” zor duruma düşürmek amacıyla düşmanlarının sürekli olarak kışkırttıkları iç kargaşaları durdurmak üzere devlet büyük harcamalara girmiş ve dolayısıyla Osmanlı ekonomisi oldukça gerilemiş durumdaydı. 

İşte bu noktada olan oldu ve Yahudiler, önce Sultan Abdülhamid’i azletmek, daha sonra da halifeliği tümüyle ortadan kaldırmak için plan kurmaya başladılar. 

Bunun için kullanılacak araç da milliyetçilikti.

Dönme diye bilinen, zahiren Müslüman olduklarını gösteren ve batıdan hicret edip Balkanlarda yerleşen Yahudiler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gerçek kurucuları ve düzenleyicileri oldular. İşte İttihat ve Terakki (Türklerin İslâm’a girişlerinden önceki milliyetleri olan) Turancılığı ortaya koydu. Ayrıca İttihat ve Terakki, devletin Türkleştirilmesi, yani devlet görevlerinin Türklere verilmesi zorunluluğunu da ilan etti. Bunun anlamı ise Arapların, Türklerin yönetiminde zulme uğradıkları, haklarının verilmediği duygusuna kapılmaları demekti… Gerçekten de böyle oldu. İşte tam bu noktada İslâm’a karşı Yahudilerle yan yana çarpışan haçlılar, Arapları tavlayarak onlara Lawrence’i gönderdi. Lawrence’in görevi, Turancılık milliyetçiliğine tepki olarak Arap milliyetçilik ruhunu alevlendirmek ve halifelik devletine karşı Büyük Arap Devleti’ni oluşturmaktı. 

İş gayet basit bir şekilde -Müslümanlar farkına varmadan- gerçekleşti.

Tarihin açıkça belirttiğine göre, Arap milliyetçiliğini ilk olarak öne sürenler Lübnan ve Suriye Hıristiyanlarıdır. Daha sonra da misyoner okullarında yetişen “Müslümanlar” onlara katıldı… Bunların arkasına ise İslâm ile Arapçılık arasında herhangi bir çelişki görmeyen gafil Müslümanlar takıldı. Bu gafil Müslümanlar, Arapçılığı İslâm’ın damarı ve Arapları İslâm’ı bütün insanlığa taşıyan kimseler olarak görüyorlardı.”[1]

Bu bölümde mevzu 1897’den alınsa da İslâm devletinin içerisindeki ilk milliyetçi propagandanın tarihi 1804 Kara Yorgiisyanıdır. Akabinde Sırplar Yunanlar ve Ermeniler başta olmak üzere birçok grup Siyonist-Haçlı ortaklığının kışkırtmalarıyla ayaklanma, isyan ve ihanet içerisine girmiştir. Bu konunun detayına bir sonraki yazıda girilecektir…  Milliyetçilik propagandası ne kadar yangın olursa olsun biz şunun farkındayız ki, bizler ne sömürgeci emperyalist oluruz ne de kabuğumuza çekilmiş ulus bir yapı oluruz. Bizler sadece bizlere benzeyip bizler gibi oluruz, bizler gibi yaşarız ve bizler gibi ölürüz.  Bizler kimiz sorusunun cevabı da çok açıktır: Bizler ışığımızı İSLÂM ‘la yakanlarız…  


[1]Muhammed Kutup, Çağdaş Fikir Akımları, İstanbul, Nisan 2016, s.569-605