Nebevi Damlalar – Yener Yılmaz / 2019 Ağustos / 81. Sayı
Âişe radiyallahu anhâ’dan rivâyet edildiğine göre,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez.”
Müslim’in bir rivayeti şöyledir:
“Kim bizim dinimizde olmayan bir şey yaparsa o merduttur, makbul değildir.”
(Buhârî, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17,18. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 2)
Hadisi rivayet eden; Hz Âişe’nin (r.a) hayatından kesitler;
Hz. Ebû Bekir’in kızı ve Hz. Peygamberin hanımıdır. Babası Hz Ebû Bekir, es-Sıddîk lakabıyla tanındığı için kendisine Âişe es-Sıddîka binti’s-Sıddîk denilmiştir. Annesi, Kinâne kabilesinden Ümmü Rûmân bint Âmir’dir.
Babası Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile daha önce hicret ettiği için aynı yıl (622) annesi, abisi Abdullah, kız kardeşi Esma, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde, kızları Fâtıma ve Ümmü Külsüm ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hicretin 2. yılı Şevval ayında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile evlendi.
Hz. Âişe, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile evlendikten sonra, üstün bir mevki ve haklı bir şöhrete ulaştı. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma, haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde çalışmış, Hendek savaşında ise Benî Harise kabilesinin kalesinde Sa’d b. Muâz’ın annesiyle birlikte bulunmuştur. Hudeybiye anlaşmasına da katılmış, Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber diğer hanımlarıyla birlikte ona da bir miktar hisse ayırmıştır. Hicretin 10. yılında yapılan Veda Haccına Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in diğer eşleri ile birlikte katılmıştır.
Hz. Âişe’nin iştirak ettiği en önemli seferlerden biri, hicretin 5. yılı (bazı kaynaklara göre 6. yıl) Şaban ayındaki Benî Mustalik Gazvesi’dir. Hz. Peygamber sefere çıkarken Hz. Âişe’yi de yanına almış, savaş sonrası Medine’ye dönülürken ordunun konakladığı bir yerde Hz. Âişe devesinden (mahfilden) inip bir ihtiyacını gidermek için ordudan biraz uzaklaşmış, dönüşünde boynundaki gerdanlığın düştüğünü fark etmişti. Gerdanlığı aramaya çıktığı sırada O’nun devenin üzerine konulan kapalı oturakta olduğu zannedilerek orduya hareket emri verilmişti. Hz. Âişe geri dönünce konak yerinde kimseyi bulamadı ve kendisini almaya gelecekleri ümidiyle beklemeye başladı. Ordunun artçısı Safvân b. Muattal Hz. Âişe’yi görünce onu devesine bindirip orduya yetiştirdi. Bu savaşa katılmış olan münafıkların reisi Abdullah b. Übey, Hz. Âişe aleyhine iftira ve dedikoduya başladı. Bazı Müslümanlar da onun bu çirkin iftirasına alet oldular. Hz. Peygamber ve Hz. Âişe’nin anne babası dedikodular sebebiyle çok üzüldüler. Savaş dönüşü bir ay kadar hastalanan Hz. Âişe, kendisine yapılan bu iftirayı çok sonra tesadüfen öğrendi. Hz. Peygamber’den izin alıp babasının evine gitti ve üzüntüsünden günlerce ağlayıp ıstırap çekti. Nihayet Nûr süresinin 11-21. âyetleri nazil oldu ve Allah Teâlâ yapılan dedikoduların tamamen asılsız olduğunu ve Âişe’ye iftira edildiğini bildirdi. Bu olay “İfk hadisesi” olarak bilinir, ifk ise; iftira demektir
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hicretin 11. yılı Safer ayının son haftasında rahatsızlanınca, diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe’nin odasına geçti ve mübarek başı onun kucağında olduğu halde vefat etti ve onun odasına defnedildi. Hz. Âişe, Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi.
Hz. Aişe, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında eğitimini aldı. Çocuğu olmadı. Bununla birlikte, Hz. Peygamber ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah b. Zübeyr’e nisbetle “Ümmü Abdullah”künyesini verdi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem onu çok sevdiği için kendisine Ayşe, Uveyş ve Âiş diye de hitap ederdi. Ayrıca Hz. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine Humeyrâ diye hitap ettiği de rivayet edilmiştir. Hz. Ali bir hadis rivayet ederken ondan “Rasûlullah’ın sevgilisi” diye söz etmiş, tabiînden Mesrûk ise Hz. Aişe’den rivayet ettiği hadislerin senedinde, “Allah’ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen ayetle temize çıkan kişi” ifadesini kullanmıştır.
Kendisine büyük yakınlık ve sevgi gösteren Hz. Peygamber ile koşu yaptığı, onun omuzuna dayanarak Mescid-i Nebevi’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşliler’i seyrettiği ve Hz. Peygamber’e nazlanmaktan hoşlandığı bilinmektedir. Hz. Peygamber de onunla bir arada bulunmaktan, özellikle seyahatlerinde kendisiyle sohbet etmekten, davetlere onunla birlikte katılmaktan, sorularına cevap vermekten pek memnun olurdu.
Hz. Peygamber vefat ettiği zaman çok genç olmasına rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber’in sünnetini en iyi bilen, anlayan ve muhafaza eden sahâbîlerin başında yer alırdı.
Arap dilini maharetle kullanması yanında Arap şiirini de çok iyi bilirdi. Ünlü şair Lebîd’in birçok beytini ezberlemişti. Kuvvetli hafızası sayesinde Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler ifa etti. Rivayet ettiği hadislerin sayısı 2.210’dur. Binden fazla hadis rivayet eden ve “Müksirûn” diye adlandırılan yedi sahâbînin dördüncüsü oldu. Rivayet ettiği hadislerin çoğunu, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den nakletmiştir.
Hz. Âişe, 23 yılından vefatına kadar her yıl hac için Mekke’ye gittiğinde, muhtelif yerlerden gelenlerin kendisini çadırında ziyaret etmelerine ve soru sormalarına izin vermiştir.
Hz. Peygamber’den sonra kırk yedi yıl daha yaşadı, 17 Ramazan 58 Çarşamba gecesi, vitir namazını kıldıktan sonra Medine’de vefat etti. Ölümü Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılanmış, cenazesi aynı gece kaldırılmıştır. Kadınlar da dahil olmak üzere Medine ve civarındaki bölgelerde yaşayan bütün halk geceleyin Cennetü’l-Baki’ mezarlığına gelmiş, cenaze namazı mezarlığın ortasında Medine vali vekili Ebû Hureyre tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine Bakii mezarlığına defnedilmiştir. Onu kabre erkek ve kız kardeşlerinin çocukları koymuşlardır.[1]
Açıklama
Bu hadis, İslâm’ın en önemli temellerinden biridir. Kitab ve Sünnet’e dayanmayan her amel-ibadet merdut, yani kabul edilemez niteliktedir. Böyle bir şey dinden sayılmaz ve bâtıl-fasit olarak adlandırılır.
Hz. Peygamber, bu hadisleriyle, dinde haddi aşıp ileri gidenlerin aşırılıklarını, bâtıl yollara sapıp dini tahrif edenlerin tahrifatını din olarak kabul etmemek gerektiğine dikkatimizi çekmektedir. Bunların her biri bid’at olarak nitelenmiştir. Bid’at; Asr-ı saâdet’ten sonra ortaya çıkan, şer‘î bir delile dayanmayan inanç, ibadet, fikir ve davranışlar hakkında kullanılan bir terimdir.
Daha dindar olabilmek veya öyle görünmek için Kur’an’da ve Rasûl-i Ekrem’in sünnetinde bulunmayan birtakım ibadetler veya Allah’a yakın olmaya vesile sayılabilecek bazı ameller ortaya çıkartan kimse daha dindar değil, dine ilavelerde bulunan bir bid’atçidir. Kendisi ve yaptığı işi asla kabul edilemez. Bunun aksine, dinde bulunup da Kur’an ve Sünnet’e uygun olan ibadet ve amelleri yok sayan, noksanlaştıran veya değiştiren, böylece dini tahrif eden bâtıl ehli de bid’atçıdır. Onlar ve amelleri merdut olup, asla kabul edilemez.
Bidatler Kaç Kısma Ayrılır?
Bid‘at biri geniş, diğeri dar kapsamlı olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir.
1- Geniş kapsamlı tarife göre bid‘at Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şeydir.
Bid‘atın sözlük anlamından hareketle yapılan bu tarife göre, dinî mahiyette görülen amel ve davranışlardan başka günlük hayatla ilgili olarak sonradan ortaya çıkan yeni fikirler, uygulama ve âdetler de bid‘at sayılmıştır.
Başta İmam Şâfiî olmak üzere Nevevî, İzzeddin b. Abdüsselâm, Mâlikîler’den el-Karâfî, Zürkānî, Hanefîler’den İbn Âbidîn, Hanbelîler’den Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve Zâhirîler’den İbn Hazm bid‘atı bu şekilde kabul edenlerdendir.
Bu tarifi benimseyen âlimler, görüşlerini Hz. Peygamber ve sahâbîlerden nakledilen bazı rivayetlere dayandırmaktadırlar. Meselâ Müslim’in naklettiği bir rivayette “Rasûl-i Ekrem, İslâm’da güzel bir çığır (sünnet-i hasene) açana o çığıra uyanlar bulunduğu sürece sevap verileceğini, kötü bir çığır (sünnet-i seyyie) açana da aynı şekilde günah yazılacağını ifade etmiş, Hz. Ömer de teravih namazını topluca kılanları görünce, “Bu ne güzel bir bid‘attır” (Buhârî) demiştir.
Bid‘atı sonradan ortaya çıkan her şeyi içine alacak şekilde geniş kapsamlı olarak kabul eden âlimler, bid‘atı “iyi bid‘at” (bid‘at-ı hasene) ile yapılması yasaklanan “kötü bid‘at” (bid‘at-ı seyyie) diye ikiye ayırmayı uygun bulmuşlardır. Kur’an’ı bir mushafta toplamak, teravih namazını cemaatle kılmak, minare ve medrese inşa etmek iyi bid‘ata, kabirlerin üzerine türbe yapmak ve buralara mum dikmek de kötü bid‘ata örnek olarak gösterilebilir.
Bu anlayışa göre hadislerde reddedilen bid’at kötü bid‘attır. Şâfiî fakihlerinden İzzeddin b. Abdüsselâm daha da ileri giderek bid‘atı mükellefin fiillerine paralel olarak vâcip, mendup, mubah, mekruh, haram olmak üzere beşe ayırmaktadır.
2- Bid‘atı dar kapsamlı olarak anlayanlar ise onu, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilâve veya eksiltme özelliği taşıyan her şey” diye tarif etmişlerdir.
Bu görüşü benimseyenler arasında, Mâlikîler’den başta İmam Mâlik olmak üzere Turtûşî, Şâtıbî; Hanefîler’den Bedreddin el-Aynî, Birgivî; Şâfiîler’den Beyhakī, İbn Hacer el-Askalânî, İbn Hacer el-Heytemî; Hanbelîler’den İbn Teymiyye ve İbn Receb sayılabilir.
Bunlara göre dinle ilgisi ve dinî mahiyeti bulunmayan şeyler bid‘at sayılmaz; bu bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bid‘at kavramının dışında kalır. Dar kapsamlı bid‘at anlayışına sahip olanlar görüşlerine delil olarak, “İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir (ortaya çıkarılanlardır)”[2] ; “Sonradan ihdas edilen her şey bid‘attır”[3] ve “Her bid‘at dalâlettir”[4] meâlindeki hadislerin genel ifadelerini esas almışlardır.
Bunlar diğer grubun dayandığı hadisleri de kendi görüşleriyle bağdaşacak şekilde yoruma tâbi tutmuşlardır. Meselâ yukarıda söz konusu edilen hadis, “Kim İslâm’da güzel bir çığır (sünnet-i hasene) açarsa” anlamında değil, “Kim İslâm’da güzel bir çığırı (sünneti) ihya ederse” anlamındadır. Hz. Ömer’in teravih namazının cemaatle kılınması için söylediği “ne güzel bir bid‘at” sözündeki “bid‘at” da terim anlamında değil sözlük anlamında kullanılmıştır, yani daha önce yapılan fakat unutulup sonradan tekrar canlandırılan bir adettir anlamındadır.[5]
Hadisten Çıkarılan Dersler
1. Yukarıda gördüğümüz gibi İzz bin Abdisselâm gibi bazı âlimler bid’atları, vâcip, mendup, mübah, haram ve mekruh olmak üzere beş kısımda ele almışlardır. Bu taksimata göre örneğin; yeni savaş aletleri üretmek ve zamanın şartlarına uygun kuvvet hazırlamak vâciptir. Üniversiteler, enstitüler kurmak, ilmî kitaplar hazırlayıp basmak, ilmi yaymak, insanlara öğretmek, okul-medrese binaları yapmak gibi şeyler mendup ve makbuldür. Helal olan şeyleri yiyip içmek mubah, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yapmadığı veya yapılmasını tavsiye etmediği bir ibadet şekli çıkarmak ise haramdır.
2. Bid’atı îcat eden de, onun yolunda ve izinde giden de aynı şekilde günahkârdır.
3. Müslümanların bidatlerle mücadele etmesi bir nafile değil vecibedir, bunun yolu da Kur’an ve Sünnet hükümlerini iyice öğrenmekten geçer.
4. İslâm dini mükemmeldir, hiçbir eksikliği yoktur bidat olarak icat edilen her bir ibadet ise sanki dinde bir eksiklik varmış da onu tamamlamak için çıkarılmış adetlerdir.
5. Yapılan bir amelin bidat olup olmadığını tespit edebilmek için o konuda yeterli bir ilime sahip olmak şarttır. Hakkında bilgimizin olmadığı bir amelin bidat olduğunu söylemek, bidat işlemek kadar tehlikeli bir durumdur. Dolayısıyla toplumda yapılan bazı ibadetleri şeklen sünnete aykırı zannederek tepki vermek yanlış sonuçlar doğurabilir.
6. İslâm mükemmel bir dindir hiçbir eksiği yoktur, dinde var olan sahih ibadetler kulu Allahu Teâlâ’ya yakınlaştırmak için yeterlidir, ibadet olduğu ve kendisiyle sevap alacağımız iddia edilen bir ameli araştırmadan uygulamak Allah muhafaza bizi ateşe yaklaştırabilir, bu konuda titiz davranmak her bilinçli Müslümanın görevidir Allahu Teâlâ bizlere doğruyu öğrenip uyabilmeyi batılı öğrenip kaçınabilmeyi nasip eylesin…
[1]. Daha geniş bilgi için bkz. DİA, Hz.Aişe Md.
[2]. Müslim.
[3]. Nesâî.
[4]. Müslim.
[5]. Bkz DİA bidat maddesi.