Demokrasi, Laiklik ve İslam Üçgeninde Çırpınışlar!

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2023 Temmuz / 128. Sayı

İslam ümmetinin neredeyse son üç asrı batılı tezleri tartışmakla geçmiştir desek abartı olmaz. Müslümanlar dünyevi anlamda gerilemeye başladıkları günden beri sorunlara çözüm üretme sadedinde batıya dönük bir şekilde hep aynı alanda bocalayıp durdular. Aradan uzunca bir zaman geçmiş olsa da kat edebildiğimiz çok bir mesafe olmamıştır maalesef. Tarihler 2023 yılını gösterirken bizler hala kendi yol haritamızı ortaya koyamamış bir vaziyette batılı değerlerin toplumlarımıza intibakını konuşuyoruz. Batının savunduğu ve tüm dünyaya ithal etmeye çalıştığı bu değersiz değerlerin artık bizim namımıza hayırlı bir sonuç doğurmayacağını çoktan anlamış olmamız gerekir. Aslında batıya doğru bu yönelişlerin beyhude olduğunu halklar olarak idrak ettik ama; hak olan İslam adına özümüze dönük bir yönelişe geçmek bir hayli masraflı ve külfetli bir yolculuk olacağından ötürü zayıf olan iman ve tevekküllerimiz yeni adımlar atmamıza maalesef müsaade etmemektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere, bol ateşli bir seçim sathı mailinden geçmiş bulunmaktayız. Adrenalini oldukça yüksek olan bu süreçte tarafların hepsi gerek meydanlarda gerekse televizyon programlarında karşı tarafı suçlayıp kendi lehlerine olabilecek açıklamalarda bulundular. Ancak dikkatleri çeken bir nokta-i nazar vardı ki; bu taraflar taban tabana zıt olduklarını beyan etmelerine rağmen hep aynı sinir uçlarına dokunuyorlar, samimiyet ve masumiyetlerini hep aynı jargon üzerinden dile getiriyorlardı. Bu ortak jargon tam da yukarıda dile getirdiğimiz ve ileriye doğru bir türlü adım atamadığımız beyhude çabaların bir neticesiydi. Anlaşılacağı üzere bu ortak dilin sihirli kelimesi; “demokrasi”den başkası değildi.

Şüphesiz “demokrasi” bu yoğun gündemin en çok telaffuz edilen kelimelerindendi. Meydanlarda ve programlarda demokrasi nutukları atarak konuşan bu zevat, sistem açısından bir meşruiyet sorunu yaşamamak adına mı bu dili kullandı yoksa halk nezdinde bir karşılığının olduğunu bildiler de bir menfaat devşirmek için mi kullandılar orası henüz bir muamma. Ancak net olan bir şey var ki; demokrasi neresinden tutarsak tutalım nereden bakarsak bakalım bizden olan bize ait olan bir şey değildir. 

NEDİR BU DEMOKRASİ?

Demokrasi, batıdan cebren ithal etmek zorunda kaldığımız bir kavram. Ama görünene göre birtakım Müslümanların bu kavramla çok da bir dertleri kalmamış. Bu sebeple buradaki geçişe cebren demek uygun olur mu bilmiyorum. Cebri ya da iradi olması bir yana demokrasi öz bir ifadeyle; halkların kendi kendilerini yönetmesidir. Daha tam bir deyişle ise demokrasi; siyasal denetimin doğrudan doğruya halkın ya da düzenli aralıklarla halkın özgürce seçtiği temsilcilerin elinde bulunduğu, toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit sayıldığı yönetim biçimidir.

Bu tanıma göre demokrasinin iki ayağı vardır. Birincisi; din, dil, ırk fark etmeksizin tüm vatandaşlar eşittir, aralarında herhangi bir üstünlük durumu olamaz. İkincisi; eşit olan bu vatandaşlar diledikleri bir kimseyi seçerek ya da bizatihi kendileri aday olarak yönetime etkin bir şekilde müdahale etmekte ve özgür iradelerini ortaya koymaktadırlar.

İlk bakışta masum görünen bu tarifler üzerinden birtakım kimseler demokrasinin ismine ve nereden geldiğine takılmamamız gerektiğini, önemli olanın fonksiyon olup onun da İslam’a uygun olduğunu dile getirmektedirler. Bu kimseler demokrasinin faziletlerini bir bir sıralarken saltanat ile mukayesesini yapmakta, bu sistemin diğerlerinden çok daha öte menfaatler doğuracağını savunmakta ve hatta bazı halifelerin bile bu sistemle hilafetin başına geçtiğini iddia etmektedirler. Bu kimselere göre haşa bugün peygamber gelse o dahi bu yönetim şeklini Müslümanlar için uygun görecektir.   

Peki durum gerçekten öyle midir? Burada demokrasiye yapılan itirazlar sadece dil ve kaynak üzerinden sureten yapılmış itirazlar mıdır? İşleyiş açısından demokrasinin İslam’a karşı olduğu, onunla çeliştiği bir husus yok mudur?

Aslında bu sorulara tersinden bakıp bir de şöyle sormak gerekir: “Demokrasinin materyalist batı menşeli olması bir Müslüman olarak sizi neden rahatsız etmemektedir? Demokrasinin hangi temel ilkesi İslam’a uymaktadır, bir tane dahi olsa örnek verebilir misiniz?”

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi demokrasiye neresinden bakarsak bakalım İslam’la uyuşan bir tarafını bulamayız. Çünkü İslam ile demokrasi daha işin en başından birbiriyle taban tabana çatışır. Siyah ve beyaz ne ise bunların durumları da öyledir. Birisi bütünüyle hak, ötekisi tümüyle batıldır. İstikametleri ve maksatları çok çok başkadır. Bu açıdan bu kadar farklı iki unsuru benzer görmek tarifsiz bir garabettir.

İslam ile demokrasi şu ilkelerden ötürü asla yan yana gelemezler:

1- Demokrasi söylem olarak; inşa ettiği sistemde egemenliği ve hükümranlığı durumları ne olursa olsun halka verir. Fiiliyatta ise halk basit bir figürden ibarettir. Çünkü halk şarkıcıyı kendisinin seçtiğini düşünse de çalınan şarkı yine aynı şarkıdır. Netice değişmez. Güç ve otorite hep aynı azınlığın kontrolünde kalmaya devam eder. İslam ise egemenliğin kayıtsız şartsız bir şekilde Allah’a ait olduğunu, bunun hiçbir surette başkalarına devredilemeyeceğini söyler. İslam’a göre halk, egemenliğin sahibi değil ona sahip olanın kullarıdır. Daha ötesi değildir.

2- Demokrasi, yöneticileri seçim yoluyla iş başına getirdiğini söyler. Seçimleri de çoğunluğun görüşüne bağlı kılar. Demokraside 51 kişi her daim 49 kişiden daha çok haklıdır. Yani demokrasi çoğunluğun azınlığa olan tahakkümüdür. İslam ise hakikatin sınırlarını çizmiş ve bunun uygulanmasını da herhangi bir sayıya bağlamamıştır. Haklı, adaletli olan kim ise başa o geçer, hakikati icra eder, herkes de hakkın sınırları içinde ona tabi olmak zorundadır.

3- Demokrasi gayri İslami güçlerin insanları istedikleri gibi idare edebilmek, onların ruhlarını ve bedenlerini son demine kadar sömürmek için ortaya çıkardıkları kirli ve karanlık bir oyundur, batıl bir davadır. Demokrasi kulun kula kulluğunun bir ifadesidir. Demokrasi her neyi vaad etse de mahkumların gardiyanlarını seçme özgürlüğünden başkası değildir. İslam ise insanları kula kulluktan kurtarıp bir olan Allah’a kulluğa çağıran, batıl davaların karanlık dünyalarından çıkarıp hakkın aydınlığına sevk eden yüce bir davadır.

Hal böyleyken cahil olandan başka kim İslam ile demokrasiyi aynı görebilir ki!

LAİKLİK Mİ LA DİNİLİK Mİ?   

Laiklik genel ve klasikleşmiş tanımlaması ile; din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak, toplumu din kuralları ile değil, meclislerin düzenlediği yasalarla yönetmek, dinî duyguları, inancı ve ibadeti, halkın özgür(!) vicdanına bırakmak şeklinde özetlenebilen bir ideolojidir. Yine bu bakış açısına göre laiklik; devletin her inanca eşit mesafede durması sebebiyle toplum içindeki din ve inanç farklarının arasında bir gerilim yaşanmasını önleyen ve bu sayede toplumsal barışı inşa etmeyi hedefleyen, her birey için din ve vicdan hürriyetini teminat altına alan, her bireyin kendi inancına göre dini vecibelerini yerine getirebilmelerine olanak veren eşsiz(!) bir sistemin adıdır.

İslami zaviyeden bakıldığında ise laiklik; her şeyi yaratan ve her şeye nizam veren Allah azze ve celle’nin tüm mahlukata hayat veren ahkam-ı ilahisinin birtakım öncülerin fikirlerini ihkam etmek suretiyle bir kenara itilmesi, Kur’an ayetlerinin yerine anayasa maddelerinin bağlayıcı olması, dini yaşantının idare ve yönetim gibi hayati bir alandan soyutlanıp baskı altındaki vicdanlara mahpus bir hale getirilmesinden başka bir şey değildir. Yine bu bakış açısına göre laiklik; bastırılan ve hor görülen Müslümanların inançlarını hayatın her alanına taşıyamamaları sebebiyle büyük bir rahatsızlık içinde hayatlarını idame ettirmek zorunda kaldıkları, toplumsal barış adı altında dinlerine muhalif her türlü fiiliyata göz yummak zorunda bırakıldıkları eşsiz(!) sistemin adıdır.

İki bakış açısı da apaçık bir şekilde ortada olmasına rağmen birtakım kimselerin bu hususta hala bir takım kimlik krizleri yaşaması, itikadi buhranlar geçirmesi, kendi duruşlarını saf ve berrak şekilde ortaya koyamaması gerçekten hayret vericidir. “Allah katında makbul olan tek din İslam’dır” itikadını benimseyen bir Müslüman için tüm dinlere aynı mesafede duran bir ideolojinin meşruiyetini konuşmak, bu mevzuda şu satırları karalamak bile israftan başka bir şey değildir doğrusu.

NEDEN BOCALIYORUZ?

Neden bocalıyoruz? Hakikatler bu kadar açıkken hâlâ neden hep aynı mecralarda dolanıp duruyoruz? Bu, hakkı arayan bir kimsenin çırpınışı mı yoksa bataklığa gömülmek üzere olanın batışı mı?

Bu sorulara cevap aramada bizlere yardımcı olacak şu sözlere kulak verelim:

Batıdan gelen her fikir gibi, demokrasi bizde halka ‘amentü’ halinde ezberletildi. Tenkit ve münakaşa edilmedi. Bünyemize uygunluğunun şartları üzerinde düşünülmedi. Hukuk ve ahlak yönünden tahlili yapılmadı. Değeri hakkında itirazlar yapılıp cevapları aranmadı. Bir kelime ile, üzerinde düşünülmeden körü körüne benimsendi. Bu yüzden istibdadın çilesini doldurduktan sonra, demokrasi denen, Rousseau’nun tabiriyle bu ‘ilahlar rejiminin’ bir hayli kahrını çekmeye mahkûm olduk.[1]

Söz konusu istibdadı en koyu şekilde yaşayan bir dönemin fertlerinden olan Nurettin Topçu meseleyi çok güzel izah etmiş. Bunca zamandır bu mevzuların gündemimizi işgal etmesinin yegâne sebebi “mahkumiyet”tir. Fikrimiz sorulmadan, inancımıza bakılmadan hayatımıza zorla sokulan kavramlar çöplüğünü hâlâ temizleyemedik. Bu bocalamalar, çırpınışlar bunun eseridir. Avrupa’nın zehrini zihinlere yıllarca öylesine zerk etmişler ki bunlardan arınmak, bütünüyle kurtulup hür bir akla ve vicdana sahip olmak öyle bir iki günde hemencecik oluvermiyor. Sigarayı bırakmış bir kişinin onca yıl aldığı zehri bir anda atabilmesi nasıl mümkün olmuyorsa bu da öyle işte. Zaman gerekiyor, sabır gerekiyor, sebat gerekiyor bunun için. Eğer o kadar kolay olsaydı önlerinde Kızıldeniz’in yarıldığı mucizeye şahit olan İsrailoğulları başarabilirlerdi bu işi. Onlar içlerindeki sindirilmişlik, köleleştirilmişlik duygusunu bir türlü atamadılar ve bunun bir neticesi olarak “Ey Musa, sen git Rabbinle beraber savaş. Biz burada oturacağız!” dediler. Allah azze ve celle de aşağılık duygusunu yenememiş bu rezil kişileri dünyada sefiller olarak cezalandırdı ve hür olarak doğan evlatlarına nasip etti o mübarek fethi. Ama bunun için bir nesil geçti. Temizlenmek için gerekliydi bu. Belki bizim durumlarımız da böyle olacaktır kim bilir! Kim bilir belki Rabbimiz batıldan bir türlü arınamayan, demokrasiyi- laikliği bir türlü sinesinden atamayan nesilleri giderir de analarından hür doğan cesur müminleri bu mübarek ümmete ihsan eder!


[1]. Nurettin Topçu, İradenin Davası- Devlet ve Demokrasi