İslam Dünyasındaki Kaşifler – Cihan Malay / 2019 Şubat / 75. Sayı
Tam adı Ebu Zeyd Abdurrahman bin Muhammed bin Haldûn el-Hadramî olan İbn Haldûn, h.732/1332 yılında Tunus’ta dünyaya gelmiştir. Künyesi ilk evladı Zeyd’den gelmektedir.
İbn Haldûn, kendi hayatını kendi kayda kalmış kimselerden biridir. Zira o, “et-Târif” adlı eserinde kendi otobiyografisini kaleme almıştır. Eserinde Endülüs’te yaşayan ve “Beni Haldûn” olarak anılan bir aileden olup, 1332’de (Hicri 732) Tunus’ta doğduğunu ve ailesinin Endülüs fetihlerine katıldğını ve zamanla Endülüs’te önemli devlet görevlerinde yer aldığını ancak 13. yüzyılın ortalarında Endülüs’ün Kastilya kralı III. Ferdinand tarafından ele geçirilmesinden sonra da Tunus’a göç ettiğini yazar.
Aileye “Haldûn” isminin verilmesi hakkında kaynaklarımızda şu bilgi aktarılmıştır: “Ailenin soy ismini aldığı kişi, Hâlid b. Osman b. Hânî’dir. Bu kişi, ailenin Endülüs’e gelen ilk kişisidir. Hâlid ed-Dâhil olarak da bilinen Hâlid’in ismi Endülüs’te âdet olduğu üzere saygı ifadesi olarak “Haldûn” şeklinde söylenmeye başlanmış, onun soyundan gelenler de “Beni Haldûn” diye tanınmıştır. Karmûne’de bir süre ikamet eden Haldûnoğulları, daha sonra yerleştikleri İşbîliye’de (Sevilla) saygın bir aile olarak tanınmışlar, Endülüs’te ve Kuzey Afrika’da siyasî ve ilmî alanda önemli rol oynamışlardır.”
Ömrünün ilk yıllarından itibaren ailesinden gelen ilmi mirasa sahip çıkma özelliği kendisinde de devam etmiş ve ilmi hayata ilk adımlarını erken yaşta atmaya başlamıştır. Erken yaşta Kur’an’ı ezberlemiştir.
Ailesini ve hocalarından bazılarını 1348 yılında yaşanan veba salgınında kaybettikten sonra kendisinden Tunus’tan çıkması istense de hayatını burada sürdürmeye devam edeceğini dile getirerek Fas’a giden hocalarından bazılarından ayrılmak durumunda kalmıştır. Tunus’ta kaldığı bu süre zarfında bir takım idari görevlerde bulunmuş, ardından ilmi birikimini arttırma adına Fas, Endülüs ve “Dünya incisi, âlem bahçesi, milletler mahşeri, karınca gibi insanlar diyarı” adını verdiği Mısır’a yolculuklarda bulunmuştur.
İbn Haldûn’un öne çıkan en önemli özelliklerinden biri, kabileleri ve aşiretleri dolaşarak hanedanlıklar ve emirler lehine veya aleyhine ikna edici propaganda yapabilme yeteneğidir.
Mısır’da bulunduğu süre içerisinde 1384 yılında Kahire’deki el-Kamhiyye Medresesi’nde müderrislik görevinde bulunarak öğrenci eğitimiyle ilgilenmiş, ardından aynı yıl Mısır’da hâkim bulunan Memlük Devleti Sultanı el-Melikü’z-Zâhir Berkuk tarafından sultanın ısrarı üzere Malikî başkadılığına atanmıştır. Bu görevinden dolayı kendisine “Veliyüddin” lakabı verilmiştir.
Çeşitli defalar kadılık görevinden azledilmiş ancak tekrar görevine iade edilmiş, vefat edene kadar da görevini sürdürmüştür. Altı kez Mâliki kadısı olmuş, beş kez de görevi bırakmıştır.
Mısır’da olduğu yıllarda Mâliki fıkhı hocalığı yanında hadis hocalığı da yapmış, İslami ilimlerin diğer bazı alanlarında da öğrenci yetiştirmiştir.
İbn Haldûn’un Ezher Camii’nde verdiği dersler büyük ilgi gördü. Makrîzî, İbn Tağrîberdî ve Sehâvî gibi tarihçiler, geniş bilgisi ve etkili hitabetiyle kendilerinde hayranlık uyandırdığını kaydederler. Talebeleri arasında en önde gelenlerden biri, kendisini bazı hususlarda eleştirmekle beraber İbn Hacer el-Askalânî’dir.
İbn Haldûn, Mısır’da yaşadığı yıllarda Timur Devleti hükümdarı Timur’un Anadolu topraklarını işgal etmesi ve sıranın Şam topraklarına gelmesi üzerine Sultan Ferec tarafından Timur’a elçi olarak gönderilir. (1401) Et-Ta’rîf’ eserinin son bölümünde “Topal Kasırga Timur” başlığını taşıyan bölümde görüşmesine dair bilgilere yer verir.
İbn Haldûn detaylarından eserinde bahsettiği Timur ile tam dört konuşma yapar. Tercüman aracılığıyla yapılan sohbette Timur, İbn Haldun’a özellikle Kuzey Afrika coğrafyasıyla alakalı sorular sorar. İbn Haldûn, Timur’un kendisine “Uzağıyla yakınıyla, dağlarıyla ırmaklarıyla, köyleriyle kasabalarıyla bütün Mağrib diyarını, sanki görüyormuşum gibi bana yazmanı istiyorum” dediğini ve kendisinin de on iki yaprağı bulan kısa bir özetle konuyu işlediğini söyler.
Timur’un bu seferinin İslam dünyasında çok büyük tahribata neden olduğu, Bağdat’ın talan edildiği ve Kuzey Afrika âlimlerinin Timur tarafından esir alındığı aktarılmıştır. Bu âlimler, 1402 yılında gerçekleşen Osmanlı-Timur devletleri arasındaki Ankara Savaşı’na esir olarak götürülmüşlerdir.[1]
Muhammed Ebu Zehra, İbn Haldûn ile ilgili şöyle demiştir: “İbn Haldûn denince hemen akla, onun tarih ve sosyal olaylar ilmindeki yeri, toplumu anlama konusunda ortaya koyduğu kurallar, toplumların güçlüyken nasıl zayıf duruma düştüğü, asabiyet, devlet, devlet-otorite ve hatta hilafet ile ilgili yeri ve fikirleri akla gelir. Hiç kimsenin aklına bu büyük tarihçinin fıkıh ve kadâ (yargı) ile ilgili konumu gelmez. Halbuki o, en olgun yirmi dört senesini fıkıh okutarak ve kadılık yaparak geçirmiştir. Onun diğer Müslüman kadılar içerisinde kendine has bir yargı siyaseti ve çok fazla olmasa veya mahir fakihlere yetişmese de fıkhî görüşleri mevcuttur.”[2]
“Umran İlmi” adıyla kendine ait bir disiplin oluşturan İbn Haldûn, bu yeni ilim dalında tarih üzerine düşünceler ortaya koyarak medeniyet ve kültür tarihine öncülük etmiştir.
Umran, “imar, imaret ve mimar” kelimeleri ile aynı kökten türeyen ve genel olarak “bayındır olma, abad olma uygarlık ve toplumsal kalkınma” gibi anlamlara gelmektedir. Bu yüzden kavram genellikle uygarlık, şehir hayatı ve toplumsal kalkınma olarak algılanmıştır. İlm-i Umran’ın amacı toplumsal sünnetullah’ı araştırmaktır.[3]
Eserlerinde yer verdiği bazı bilgilerden sonra yer verdiği şu satırlar onun İslam hassasiyetini gözler önüne sermektedir: “Geceyi gündüze, gündüzü geceye çeviren Allah’tır. Aziz ve Cebbar olan da O’dur. En iyisini yüce Allah bilir.”
Onun sosyoloji (toplumbilimi) ilminin kurucusu olması hususunda Satı el-Husrî (ö.1969) şöyle der: “İbn Haldûn üç nedenden dolayı sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilmektedir:
O, toplumun bağımsız bir ilmin konusu olması gerektiğini vurgulamış ve bu ilme umran adını vermiştir.
İçtimaî hadiselerin birtakım sebep ve illetlerden kaynaklandığına inanmış ve bu sebep ve illetlerin toplumun tabiatından neşet ettiğini ifade etmiştir.
İbn Haldûn sosyal olayların illiyet kanununa ve determinizme (belirlenimcilik) bağlı olduğunu ifade etmiştir.”[4]
Çağını Aşmış Bir Eser Olarak Mukaddime
İbn Haldûn denilince ilk akla gelen onun “Mukaddime” adlı eseridir. Bu kitap müstakil bir kitap olarak hazırlamamış, ancak daha sonraları “Kitâbü’l-İber” adlı yedi ciltlik dünya tarihiyle ilgili yazdığı eserinin giriş ve önsözünü teşkil eden birinci ciltinin ayrı bir kitap olarak basılmasıyla meydana getirilmiştir.
Tarihçi öğrencilerinden Makrîzî (ö. 845/1442) hocasının bu eserinden şöyle söz eder: “İnsan, muradına ancak bir benzeri daha yazılmayan Mukaddime ile erişebilir. O, ilim ve marifetin özüdür. Hadiselerin ve haberlerin hakikatini tarif eder. Sözleri, eşi bulunmayan pırlantadan daha güzel, meltem ile serinlemiş sudan daha latiftir.”
Mısır’da eser telif eden büyük tarihçi Cebertî (ö.1240/1825), İbn Haldûn’un Mukaddime’sine “Onu kim okursa ilimle dolu bir denizle ve marifenin nefis mücevherleriyle karşılaşır” şeklinde atıfta bulunmuştur.
İngiliz tarih felsefecisi Toynbee eser hakkında şu ifadelere yer verir: “Mukaddimedeki tarih felsefesi, türünün en büyük eseridir. Şimdiye kadar hiçbir ülkede ve çağda, hiçbir insan zekâsı böyle bir eser ortaya koyamamıştır.”
O, yazdığı eserlerinden Kur’an ve Sünnet aydınlığında yol alabilmenin gayreti içerisinde yer almıştır. Nitekim mukaddime eserinde de bu yön bariz bir şekilde göze çarpmaktadır. Meseleleri yorumlama da sık sık bu iki temel kaynağı kaynak göstermiştir.
Eserin yazılış nedenini kendisi şu sözlerle açıklamıştır: “Mukaddime’nin hedefi, sosyal kaide ve kanunları, kavimlerin, asırların, ülkelerin, hallerini, olayların değişmek olduğunu, bu değişmenin tesirlerini bilmek, sebep ve sonuçların incelemek, devletlerin başlangıç ve değişmelerini icap ettiren amirleri, bu devletleri yönetenlerin hallerini incelemektir.”[5]
Eserde tarih, devlet yönetimi, coğrafya, ekonomi gibi çeşitli konulara değinen İbn Haldûn, bu konular hakkında fikirlerine de yer vermiştir.
Tarih
İbn Haldûn, bu eserinde tarih ilminin şu sözlerle dile getirmiştir: “Malum olsun ki tarih ilmi; gayesi şerefli, faydaları pek çok ve usûlü gayet önemli olan bir (disiplin ve) fendir. Çünkü bu ilim, geçmişteki kavimlerin ahlâkı, nebilerin gidişatı, hükümdarların devletleri ve siyasetleri ile ilgili hallere bizi vakıf kılar. Din ve dünya hallerinde, maksadı, örnek (ibret) almak olan kimsenin temin edeceği fayda bu suretle tamamlanmış olur.”
Tarih ilmini şöyle tarif eder: “Tarih ilmi; düşünmek, araştırmak ve hadiselerin sebeplerini bulup ortaya koymaktır.”
Tarihle ilgilenen kimsenin şu hususları iyi bilmesi gerektiğini söyler: “Bu ilimle uğraşan, siyasetin kaideleri ve varlıkların tabiatlarını bilmesi gerekir… Gaib hususları halihazır duruma bakarak kavraması, mevcut durum ile gaib ve tarihi durum arasındaki uygunluğu veya ikisi arasındaki farkı ihata etmesi, uygunluğun ve farkın illet ve sebeplerini göz önünde bulundurması, devletlerin ve milletlerin hangi esaslar üzerinde kurulu olduğuna, ortaya çıkış esnasında dayandıkları prensiplere, meydana gelişlerine temel teşkil eden sebeplere, vücuda gelmesine tesir eden amillere, o devleti idare edenlerin haber ve hallerine dikkat etmesi, bütün bu hususlarda malumat sahibi olması gerekir…
Eskilerin tarih ilmini büyük ve önemli görmelerinin yegâne sebebi söz konusu husus idi. Onun için Taberî, Buhârî ve İbn İshak gibi bu ümmetin âlimleri tarihçiliği bir meslek ve ihtisas dalı olarak benimsemişlerdi.”[6]
Tarihi bir hakikati şöyle dile getirir: “Mağluplar, galiplere doğaları gereği düşkünlük gösterir, hayranlık duyar ve onda üstün/kâmil vasıflar ararlar… Mağlup taraf birinci aşamada galip tarafa ait nişan, kıyafet ve toplumsal hal, tavır ve davranışları taklide eğilim gösterir.”
“Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer” sözüyle, tarihi zamanlar değişse de insanın yine insan olduğu hakikatinin unutulmaması gerektiğini ifade eder.
Câbirî, İbn Haldûn’un tarihçiliği hakkında şöyle der: “İbn Haldûn, İslam tarihi ve onun seyri hakkında kendisine has tecrübelerine, döneminin olaylarına ve kendi döneminde yaşayan toplumların sosyal ve tarihî verilerine dayanan bir tasavvur oluşturmuştur.”
Devlet Yönetimi
Devlet beş tavır ve devreden geçmektedir:
I. Devre. Zafer ve başarı devresidir. Kuruluş ve galibiyetler dönemidir.
ll. Devre. İstibdat devresidir. Bu devrede yönetenlerle teba arasında ayrılıklar baş gösterir. Devlete ortak olanlar arasında mücadele vardır.
III. Devre. Rahat ve huzur devresidir.
IV. Devre. Kanaat ve barışla yaşama çağıdır. Bir taraftan önceki tecrübelerden istifade edilirken diğer taraftan da gevşeme ve gerilemenin başladığı dönemdir.
V. Devre. İsraf ve bozulma devresidir. Sefahat, şehvet ve arzuların hâkim olduğu safhadır. İnsanın olgunluktan ihtiyarlık çağına geçişine karşılıktır. Devletin yıkılmaya ve çökmeye yüz tuttuğu dönemdir.”[7]
İbni Haldûn’a göre devlet; doğan, büyüyen ve ölen bir organizma kimliğindedir. Bu benzetmeden sonra devleti üç döneme ayırarak inceler. Bunlar: “Kuruluş, yükselme, gerileme ve çöküş dönemi.
Kuruluş Dönemi: Devlet bir mücadele sonunda oluşur ve kuruluş döneminde muhalefet edenler sindirilir ve yenilgiye uğratılır. Bu dönemde, devlet örgütlenmesinin bütün şartları tam anlamı ile yerine getirilemez. Bu dönemde sosyal dayanışma aynı kandan gelme gibi bir maddi olguya dayanmaktadır. Daha sonraları bu kabile diğer aşiretlerden katılmalar sonucunda, kandaşlık özelliğini yitirmektedir.
Yükseliş Dönemi: İbni Haldûn’a göre bu dönemde toplumu, “istibdat (baskı)” ve “ferağ” olmak üzere iki tavır karakterize etmektedir.
İstibdat dönemi, iktidarın tamamı ile bireyselleştiği devredir. Bu dönem her şeyden önce hükümdarın kavmini baskı altına alarak devleti kendi başına idare etmeye başladığı dönemdir.
Yükseliş döneminin ikinci aşaması olan ferağ tavrı, taklit yolunun sosyal yaşantıyı tümüyle etkisi altına aldığı devreyi ifade eder.
Gerileme ve Çöküş Dönemi: Gerileme ve çöküş dönemi, hayatın son iki aşamasını içine alan “müsalemet(barış)” ve “israf (gereksiz harcama)” olmak üzere iki madde olarak ifade etmektedir.
Müsalemet aşamasını ifade eden özellik, kanaat ve barışçılıktır.
İsraf, saçıp-dağıtma temel davranış biçimi olur. Hükümdarlar ve çevreleri, bu dönemde kendilerinden önce hükümette bulunanların topladıklarını şehvet, arzu ve zevkleri uğrunda harcarlar. Askere ayrılan masrafları kendi arzuları için sarfederler. Hükümdar ordu örgütü ile ilgilenmez. Ordu teftiş edilmez. Böylece askeri güçlerde bozulmuş olur.[8]
İktisat
Kitabında ekonomi hakkında verdiği bilgiler ve yaptığı çıkarımlarından dolayı Boulakia, İbn Haldûn’un ekonomi biliminin babaları arasında sayılması gerektiğini düşünmektedir.[9]
Toplumların geçim kaynakları ile yaşam tarzları hakkında uyum olduğunu, iktisadi olayların toplumsal olayları etkilediğini dile getirmiştir.
İbni Haldûn şöyle der: “Allah insanı yaratmış, gıdasız yaşaması ve hayatını devam ettirmesi mümkün olmayacak sûrete ve biçime koymuş, fıtratı ile gıdasını aramaya ve kendisine tevdi edilen kudret ile bunu elde etmeyi ona belletmiştir.”
İbn Haldûn üzerine yaptığı araştırmaları kitaplaştırılmış olan Satı el-Husrî (ö.1968) onun ekonomi hakkında yaptığı tespitler üzerine şu sözleri aktarır: “İbn Haldûn, ekonomiye yaklaşımı bakımından yüzyıllarca öncü olma özelliğini korumuştur.
Medeniyet ve Kültür
Toplum ve kültürü canlı bir organizmaya benzeterek, insanın gelişimi ve ihtiyarlaması ile medeniyetin gelişimi ve çöküşü arasında birebir ilişki kurmaktadır.
İnsanın tek başına yaşamasının zorluğundan yola çıkarak onun sosyal bir varlık olduğunu söyledikten sonra bunu insanlar arasındaki birbirine muhtaçlık ilişkisi ile dile getirir.
Toplumların ilerlemelerinin tek yolunun maddi etkenlerden ibaret olduğunu zannedenlere de bunun ahlak olmadan tam anlamıyla gerçekleşemediğini söyler. Toplumda ilerlemenin yolunun güzel ahlak ve ahlaki değerlere sahip çıkmayla gerçekleşebileceği gerçeğini ortaya koyar.
Toplumların ayakta durmasını sağlayan en önde gelen etkenlerin başında adalet geldiğini dile getirdikten sonra adaletin gerçekleşmesine engel olan temel faktörün gurur olduğunu söylemiştir.
Vefatı
Hayatının ilk yirmi yılını Tunus’ta, yirmi altı yılını Cezayir, Fas ve Endülüs’te, dört yılını yine Tunus’ta, son yirmi dört yılını da Kâhire’de geçiren, ilmi kişiliği yanında çeşitli idari görevlerde bulunan ve sosyoloji ilminin kurucusu ve modern tarihçiliğin öncüsü kabul edilen İbn Haldûn, 26 Ramazan 808 (17 Mart 1406) tarihinde Kâhire’de vefat eder ve Nasr Kapısı karşısındaki Sûfiye Kabristanı’na defnedilir. İbn Haldûn’un kabrinin yeri bugün bilinmemektedir.
Batılılar onu “Tunuslu Büyük Bilge” olarak adlandırmıştır.
Avrupalı tarihçi Toynbee, “Herhangi bir zamanda, herhangi bir ülkede, herhangi bir zihin tarafından meydana getirilmiş en büyük tarih felsefesinin sahibi” ifadeleriyle İbn Haldûn’u övmüştür.
“İbn Haldûn, orta çağın karanlık gecesinde muhteşem ve münzevi bir yıldız;
Ne öncüsü var ne devamcısı…
O, kendi semasında tek yıldız.” (Cemil Meriç)
Eserleri
– Lübâbü’l-Muhassal fî Usûli’d-Dîn. Eser, Fahreddin Râzî’nin (ö.1210) “el-Muhassal” isimli eserinin kısaltılmış şeklidir.
– Şifâü’s-Sâil li-tezhîbi’l-Mesâil. İbn Haldûn’un tasavvufa dair eseri.
– Kitâbü’l-İber ve Divânü’l-Mübtede’ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve men Aşârahüm min Zevi’s-Sultânî’l-Ekber. Dünya tarihi niteliği taşıyan eser, üç kitap ve yedi ciltten meydana gelmektedir. Eserin birinci kitabını geniş bir önsöz ve giriş kısmı yani mukaddimesi oluşturmaktadır. Eser bu bölümü daha sonra müstakil olarak “Mukaddime” olarak basılmıştır.
– et-Ta’rif.
Sözleri
“Kıtlık zamanlarında insanları öldüren şey açlık değil, fazlaca alıştıkları tokluktur.”
“Merhamet, masum olduğu için her kalbe misafir olmaz.”
“Adaletsizlik medeniyeti mahveder.”
“Peygamberler bile başkalarını yenmek için, kendileri gibi düşünen yol arkadaşları bulmak zorundadır. “
“İlme yasak koyanlar veya insanları yalanla meşgul edenler, aklın ve insanlığın en büyük düşmanlarıdır.”
“İnsan, alışkanlıklarının çocuğudur. Neye alışırsa doğru ve doğal olan ona oymuş gibi gelir.”
“Şehirlerin de bir ruhu vardır. Bir şehirde yaşayan insanlar zamanla yaşadığı şehrin ruhuyla karakteristik açıdan özdeşleşirler.”
“İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütür.”
“Şehir, istenilen ölçüde refaha ve bolluğa ulaşmış ve artık rahat ve huzurlu bir hayatı tercih eden toplumların edinmiş oldukları bir istikrar ve yerleşim yeridir.”
“İyi hasletlerde yarışmak mülkün alametlerindendir.”
“Elimize geçmeyen ilmî eserler, elimize geçenlerden daha çoktur.”
———————–
Kaynaklar
1. Bahadıroğlu, Diba. İbn Haldun Kimdir?, www.makaleler.com
2. Şulul, Kasım. İbn Haldun’un (1332-1406) Tarih Görüşü, D.E.Ü. İlahiyat Fakiiltesi Dergisi, Sayı XV; İzmir 2002.
3. İbn Haldun, Mukaddime, çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları.
4. Uludağ, Süleyman. TDV İslam Ansiklopedisi “İbn Haldûn” maddesi, cilt: 19, yıl 1999, sayfa: 538-543.
[1]. Cüneyt Kanat, “Orta Doğu’da Hâkimiyet Mücadelesi (1382-1447) Memlûk-Timurlu Münasebetleri”, https://www.tarihtarih.com
[2]. Dr. Emine Gümüş Böke, İbn Haldûn ve Fıkıh İlmine Dair Görüşleri, s.96.
[3]. Alaaddin Yanardağ, İbn Haldun’a Göre Liderin ya da İyi Bir Hükümetin Nitelikleri ve Tek Kişinin İktidarı, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Sayı: 11, Nisan 2017, s.276.
[4]. Cengiz Tomar, Mit ve Gerçek Arasında: Arap Dünyasında İbn Haldûn Yaklaşımları, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 16, 2006, s.18.
[5]. Mukaddime, c.I, s. 64-65.
[6]. İbn Haldun, c. 1,240-241
[7]. İbn Haldûn, Mukaddime, trc.Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, s.?.
[8]. İbn Haldûn’un Devlet Anlayışı, https://www.mepanews.com/ibn-haldunun-devlet-anlayisi-72yy.htm
[9]. Rauf Belge, İbn Haldun’un Mukaddime’sinde İktisadi Coğrafya, Marmara Üniversitesi Öneri Dergisi, Cilt 13, Sayı 50, Temmuz 2018, s.270.