Hikmetli Kıssalar – Orhan Sağlam / 2022 Eylül / 118. Sayı
Kâ’b bin Mâlik (r.a)
Kab bin Mâlik gözlerini kaybettiği zaman onu elinden tutup götürme görevini üstlenen oğlu Abdullah’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmadığına dair macerasını Kâ`b İbni Mâlik’ten –radıyallahu anh– şöyle anlatırken duydum:
Rasûlullah ’ın sallallahu aleyhi ve sellem gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım. Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O vakit Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile Müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş kervanını takib etmek için yola çıkmışlardı. Nihayet Allah Teâlâ Müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde bir araya getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek üzere söz verirken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem.
Tebük Gazvesi’ne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu:
Ben katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin olmamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Rasûl-i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için Müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber sefere gidecek Müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi.
Kâ’b (r.a) sözlerine şöyle devam etti:
Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir ayet nazil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile Müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum.
Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı ama mücahidler hayli yol almışlardı. “Yola çıkıp onlara yetişeyim” dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında otururken:
– Kâ’b bin Mâlik ne yaptı? diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam:
– Ya Rasûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu, demiş. Bunun üzerine Muâz bin Cebel ona:
– Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Peygamber aleyhisselam’a dönerek, ya Rasûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz, demiş. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş:
– Bu Ebû Hayseme olaydı, demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi!
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber –aleyhisselam– sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rekat namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allahu Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim. Selam verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi, sonra:
– Gel! dedi.
Ben de yürüyerek yanına gittim ve önüne oturdum.
– Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?
– Ya Rasûlallah! Allah’a yemin ederim ki senden başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mazeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenab-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım.
Kâ’b sözüne devamla dedi ki:
Bunun üzerine Hz. Peygamber:
– İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle! buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları yanıma takılarak:
– Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mazeret söyleyemedin. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in istiğfar etmesi yeterdi, dediler.
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Beni o kadar çok ayıpladılar ki tekrar Rasûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra onlara:
– Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse var mı? diye sordum.
– Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi daha var. Onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar.
– O iki kişi kim?
– Biri Mürâre bin Rebî` el-Amrî, diğeri de Hilâl bin Ümeyye el-Vâkıfî diyerek, her biri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki mükemmel örnek şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam ettim.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde otururken yanına gelir, kendisine selam verirdim. Kendi kendime “Acaba selamımı alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?” diye sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve fark ettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi.
Müslümanların bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katade’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selam verdim. Vallahi selamımı almadı. Ona:
– Ebû Katade! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Rasûlullah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince:
– Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım.
Bir gün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi:
– Kâ’b bin Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdi. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selamdan sonra şöyle diyordu:
– Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikram edelim.
Mektubu okuyunca, “Bu da bir başka belâ” dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım.
Nihayet elli günden kırkı geçmiş fakat vahiy gelmemişti. Bir gün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi:
– Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor.
– Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?
– Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın, dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma:
– Allahu Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların yanında kal, dedim.
Hilâl bin Ümeyye’nin karısı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek:
– Ya Rasûlallah! Hilâl bin Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün? diye sormuş. Hz. Peygamber de:
– Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da şöyle demiş:
– Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki başına bu iş geleli beri durmadan ağlıyor.
Kâ`b sözüne şöyle devam etti:
– Yakınlarımdan biri bana “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı? Baksana Hilâl bin Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi” dedi. Ben de ona: “Hayır, bu konuda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber aleyhisselam’ın bana ne diyeceğini bilemem” dedim.
Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allahu Teâlâ’nın (Kur’an-ı Kerim’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle: “Kâb bin Mâlik! Müjde! diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırınca, Allahu Teâlâ’nın tövbelerimizi kabul ettiğini ilan etmiş. Bunun üzerine ahali bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i görmek üzere yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahabiler tövbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Allahu Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun” diyorlardı.
Nihayet mescide girdim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabın ortasında oturuyordu. Talha bin Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirinden ondan başka kimse ayağa kalkmadı.
Râvi der ki: “Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiç unutmazdı.”
Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
Peygamber aley sallallahu aleyhi ve sellem hisselam’e selam verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak:
– Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun! buyurdu. Ben de:
– Ya Rasûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı?
– Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından.
Sevindiği zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de sevindiğini böyle anlardık.
Rasûl-i Ekrem’in önünde oturduğumda:
– Ya Rasûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Rasûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum, dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur.
– Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum, dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim. Ya Rasûlallah! Allahu Teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.
Vallahi bunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e söylediğim günden beri doğru sözlü olmaktan dolayı Allahu Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenab-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.
Kâ’b sözüne devamla şöyle dedi:
Bunun üzerine Allahu Teâlâ şu ayet-i kerîmeleri indirdi:
“Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir. Hani şu tövbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet Allah azze ve celle’den başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine dönmeleri için Allah onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır. Ey iman edenler! Allah’ın azabından korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 117-119)
Kâ’b şöyle devam etti:
Allah’a yemin ederim ki beni İslamiyetle şereflendirdikten sonra Cenab-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allahu Teâlâ şu yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söyledi ve şöyle buyurdu:
“O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesaba çekmeyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden razı olasınız diye size yemin de ederler. Siz onlardan razı olsanız bile Allah fasıklardan asla razı olmaz.” (Tevbe, 95-96)
Kâb sözüne şöyle devam etti:
Biz üç arkadaşın bağışlanması, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yeminlerini kabul edip kendilerinden biat aldığı ve Cenab-ı Hak’tan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün) geri kalmıştı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkımızda Allahu Teâlâ bir hüküm verene kadar bize yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet Allahu Teâlâ -anlatıldığı üzere- hükmünü verdi. Allahu Teâlâ’nın “tövbeleri geri kalan üç kişinin…” diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Hz. Peygamber’e gelip yemin ederek mazeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise geriye bırakması olayıdır.”
Kıssadan Çıkarılacak Dersler
Neye mal olursa olsun Müslüman doğru sözlü olmalı; doğruluktan ayrılmamalı, hata ettiği zaman da kusurunu, günahını kabul etmelidir.
Samimi bir mümin günah işlediği zaman üzülmeli, pişmanlık duymalı ve bu günahından dolayı tövbe edip temizlenmelidir.
Hata işlediğinde bu hatasından dolayı kendisini affettirmeye ve bağışlatmaya çalışmalıdır.
Bir görevi yapamadığı zaman üzüntü duymalı, ben bu görevi niçin yapmadım diye düşünüp kendisini hesaba çekmelidir.
Müslüman bir kişinin yanında başka bir kardeşinin hakkında olumsuz konuşulmasına müsaade edilmeyip konuşulduğu taktirde Muaz bin Cebel gibi kardeşini temize çıkarmalıdır.
Allah yolunda savaşa çağrıldıkları zaman, durumları ne olursa olsun, Müslümanlar gönül rızasıyla hemen bu savaşa katılmalı, savaştan asla kaçmamalıdır.
Ashab-ı kiramın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı açık sözlü oldukları gibi kendi aleyhlerine bir sonuç doğursa bile gerçeği söylemekten kaçınmadıkları gibi Müslümanların da idarecilerine karşı samimi ve gerçekçi olmaları gerekir.
İnsanların bir şeyi niçin yaptıkları kurcalanmamalı, iç yüzleri Allah’a bırakılmalıdır. Zaten samimi davranmayanlar zamanla kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Açıkça günah işlemekten çekinmeyen Müslümanları yola getirmek düşüncesiyle, bir idareci diğer Müslümanların onlarla olan davranışlarını sınırlayabilir.
Peygamber Efendimiz’in ashabına şefkati, onları memnun eden bir habere onlarla birlikte sevinmesi, sahip olduğu ahlâkın üstünlüğünü göstermektedir.
Birini mutlu edecek bir haber duyunca ona müjde vermek, bir olaya sevinen birini tebrik etmek İslamî bir adet olduğu gibi, müjde alan kimsenin müjdeyi getirene hediye vermesi güzel bir ahlaktır.
Faziletli bir kimse için ayağa kalkmayı dinimiz makbul bir davranış kabul etmiştir.
Bir nimete kavuşan veya bir sıkıntıdan kurtulan kimse sadaka vermelidir. Fakat Allah rızası için bütün malını dağıtıp da başkalarına muhtaç duruma düşmemelidir.
Doğruluk ve doğru sözlülük insanı hem dünyada hem de ahirette kurtarır.
Allahu Teâlâ’nın bir lütfuna eren kimse, buna çok sevindiğini belli etmeli ve bu nimetinden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükretmelidir.