Bir Şahsiyet Bir Eser – Cihan Malay / 2024 Mart / 136. Sayı
HAYATI
Hindistan’ın Haydarâbâd eyaletinde 25 Eylül 1903’te doğan Mevdûdi’ye kendisine bu ismin verilmesini annesi şöyle anlatıyor: “Evimize misafir çok gelirdi. Bir gün bir zat ‘Eğer erkek çocuk olursa onun ismini eskiden Hindistan’a gelen soyunuzun reisinin ismi olan Ebu’l Ala Mevdûdi koyun’ dedi. Biz de adamı dinleyerek oğlumuza bu ismi verdik.”
İlk eğitimini babası Seyyid Ahmed Hasan’dan alan ve özel hocalardan Farsça, Urduca, Arapça, mantık, fıkıh ve hadis dersleri alan Mevdûdi, aynı zamanda sürekli ilim adamlarının konuk olduğu ve ilmi sohbetlerin yapıldığı bir ev ortamında büyüdü. Bu durum onun ilim alanında gelişimine çok büyük katkı sağlamış, 11 yaşında tercüme eser vermeye başlamıştır.
1920-1928 yılları arasında, içlerinde Hint Âlimler Cemiyeti’nin yayın organının da bulunduğu çeşitli Urduca gazete ve dergilerin editörlüğünü yaptı. 1932’de “Ey Müslümanlar Kur’an davetini yüklenin, ayağa kalkın” sloganıyla, ‘Tercümânu’l Kur’an Dergisi”’ni çıkarmaya başladı. Bu dergi bölgede yaşayan Müslümanların bilinçlenmesinde önemli rol oynadı.
1938 yılında, ünlü şair ve düşünür Muhammed İkbal’in daveti üzerine Doğu Pencap’a giderek bir araştırma ve eğitim kurumu olan ve daha sonra İngiliz sömürgesinde bulunan Hindistan’da ve Güney Asya’da en etkili ve en iyi teşkilâta sahip İslami hareket olacak Cemâat-i İslami’nin merkezi haline gelen Dâru’l İslam’ı kurdu. Ağustos 1941’de Cemâat-i İslami kuruldu.
Pakistan’da İslami kuralların yerleştirilmesi konusunda taviz vermez tutumu ve hükümetin İslami olmayan uygulamalarına yönelik eleştirilerinden dolayı 1948-1967 yılları arasında toplam beş yıl olmak üzere dört defa hapse atılan ve bir ara idam cezası ile yargılanan Cemâat-i İslami’nin lideri Mevdûdi, kendisine af dileyince kurtulacağı söylendiğinde İslam davasını anlamış bir önder olarak şöyle cevap verir: “Zalimlerden ve münafıklardan af dilemekten Allah azze ve celle’ye sığınırım. Böyle bir zilleti kabul etmektense ölümü tercih ederim. Eğer Allah azze ve celle benim hayatımı kendi yoluna feda etmemi dilemişse, bu ilâhi irâdeye canı gönülden boyun eğerim. Ama böyle bir iradesi yok ise kimse bana bir zarar veremez.”
Mevdûdi ve Cemâat-i İslami, Keşmir cihadı başladığında hem cihada teşvik etmiş hem de tam kadro iştirak etmiştir. Mevdûdi, radyodan yaptığı cihad konuşmalarında kitleleri kıyama çağırmıştır.
Sünneti inkarın beşiği olan Hint kıtasında ortaya çıkan ve bu düşüncesini yaymaya çalışan Ehl-i Kur’an Ekolü ve Kadıyanilere karşı adeta “Sünnet’in muhafızlığını” yapan Mevdûdi, editörlüğünü yaptığı “Tercümanü’l Kur’an” adlı dergisinde hadis inkarcılarına verdiği reddiyeleri daha sonra “Sünnetin Anayasal Konumu” adıyla kitaplaştırılmıştır.
Başta Tefhimu’l-Kur’an olmak üzere 120’den fazla eser kaleme alan ve eserleri 40’a yakın dile tercüme edilen Mevdûdi, hastalığının en çok şiddetlendiği günlerden birinde çocuklarına şöyle der: “Kendime çok zulmetmişim. Şu kemiklerime hiç acımadım. Gözlerimi hakları olan uykudan mahrum ettim. Onlar uyumak istiyordu ben yazmak istiyordum. Toplumsal sorunlar ve sorumluluklar bütün günümü alıyordu. Gecelerden başka yazacak zamanım yoktu. Nice geceler yatsı namazından sonra yazmaya başlardım da zamanı ancak sabah ezanı okununca fark ederdim. Ama böyle yapmasaydım Tefhimu’l Kur’an’ı tamamlayamazdım. İşte şimdi bu gözler benden intikam almaya başladılar. Uyumak ve dinlenmek istiyorum ama göz kapaklarım kapanmıyor.”
22 Eylül 1979’da vefat etti.
KUR’AN’IN DÖRT TEMEL TERİMİ DÖRT TERİM
İlâh, rab, ibadet, din; Kur’anî kavramların temeli ve Kur’an’ın mesajı bu dört kelimenin çevresinde odaklanmıştır. Kur’an-ı Kerim’in çağrısının özü şudur:
Allah bir ve tek İlähtır; ortağı yoktur. Kulların muhtaç olduğu tek Rab’dır.
O’ndan başka ilah da yoktur; Rab da… İlahlık ve Rab’lıkta kimse O’na ortak olamaz.
İnsana gerekli olan, O’nu tek iläh olarak kabul etmesi, O’ndan başkasını Rab kabul etmemesi, başkasının ilahlığını tanımaması, yalnız O’na ibâdet edip başkasına tapmaması, dinini Allahu Teâlâ’ya tahsis etmesi, O’nun dininden başka bütün dinlere karşı koymasıdır.[1]
Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek, anlamının derinliklerine inmek isteyenlerin bu dört kavramdan her birinin gerçek anlamlarını bilmesi, tam ve kapsamlı olarak neyi ifade ettiklerini anlaması gerekir.[2]
Kur’an’ın yüce ruhu ve mesajının temeli-başka bir sebep olmaksızın-, yalnızca bu dört esas terimin cehaletle kapanması neticesinde kaybolmuştur.[3]
1. İLAH
İnsanın ibadete ve ilah edinmeye iten etkenin asıl kaynağı, kişinin muhtaç ve güçsüz oluşudur… Yine kişi ihtiyaçları gideren, isteklerine cevap veren bir varlığın mevki bakımından yüceliğini itiraf etmekle kalmaz, kuvvet ve kudretteki üstünlüğünü de kabul eder…
İnsanın yöneleceği varlığın, ihtiyacı olduğunda ihtiyacını gidermeye, sıkıntıya düştüğünde sıkıntısından kurtarmaya, ıstıraplı anlarında acılarını dindirmeye gücü yetmelidir.[4]
İnsanın ilah edindiği şeye dua etmesine, ondan yardım istemesine sebep olan düşünce, bu ilahın, tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirdiğini ve tabiat kanunlarının etki etmediği bir güce sahip olduğunu kabul etmesinden kaynaklanmaktadır.[5]
Cahiliyet devri insanları, uluhiyetin, ilâh olduklarına inandıkları varlıklar arasında paylaşılabildiğine ve bunların hepsinin üstünde bir başka ilahın olduğuna inanıyorlardı. Lügatlarında, Allah kelimesi ile isimlendirdikleri bu ilahın, diğerlerinden üstün olduğunu, diğer ilahların onun yanında bir değeri olduğunu, Allah’tan diledikleri istek ve arzularının bunların taşıdığı değer ve aracılık yapabilme özelliği sayesinde mümkün olabileceğini düşünüyorlardı. Bu özelliklerine olan inançlarından dolayı, onları Allah ile birlikte ilâh edinmişlerdir. Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, cahiliye devri insanları, Allah katında kendileri için şefaatçi saydıkları, dua ettikleri, yardım isteyerek yücelttikleri, hürmet gösterip adaklar-kurbanlar sundukları varlıkları, ilah edinmiş demektir.[6]
2. RAB
Rab kelimesinin, aşağıda belirtilen anlamların hepsini ifade ettiği görülür:
a) Mürebbî, ihtiyaçların giderilmesinde kefil, terbiye ve yetiştirme işlerini gören.
b) Kefil olan, murâkebe eden, durumu düzelten ve sorumluluğu üzerine almayı taahhüt eden.
c) Kavmi arasında odak kişiliğe sahip olduğu için etrafında toplanılan efendi, başkan.
d) İtaat edilen hâkim, sözü geçen otorite, efendilik ve üstünlüğü kabul edilen, tasarruf yetkilerinin sahibi.
e) Melik (kral) ve efendi.[7]
Peygamberlerin hepsinin dâveti şudur: Kelimenin bütün anlamı ile Rab birdir. Bunun başka alternatifi yoktur. O da isimleri mukaddes olan Allahu Teâlâ’dır. Rububiyet, parçalanmayı kabul etmez. Onun parçalarından birisi, hangi yoldan olursa olsun Allah’tan başkasına ait olamaz. Bu kâinatın nizâmı, -aslı ve merkezi ile- en sağlam bağlarla birbirine bağlıdır; onu tek olan Allah yaratmıştır. O’na, her türlü müracaatların tek kaynağı olan Allah hükmeder; ondaki bütün salahiyet ve hükümranlığa ortaksız ve benzersiz olan Allah mâliktir. Bu nizamın yaratılmasında Allah’tan başkasının müdahalesi yoktur.[8]
O, bizim Rabbimizdir. Bütün âlemin Rabbidir, terbiye edicimiz ve ihtiyaçlarımızı giderendir.
O kefilimiz, koruyucumuz ve vekilimizdir.
O’na itaat etmek, toplumsal hayatımızın değerli ve sağlıklı bir yöntemle üzerine oturacağı en sağlam temeldir…
Biz de dâhil, bütün yaratılmışların kulluğuna, itaatine, boyun eğmesine layık yegâne varlık O’dur.
O, bizim ve her şeyin sahibi, efendimiz ve hâkimimizdir.[9]
3. İBADET
İbadet kelimesi Kur’an’da şu anlamlarda kullanılmaktadır:
a. Kulluk ve itaat
b. İlah edinmek
İlâh edinmek anlamındaki “ibadet”in, Kur’an’ın ifade buyurduğu gibi iki anlamı da kapsadığını hatırda tutmalıyız.
Bir: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla secde, rükû, adak ve kurban kesme vb. davranışlardan birini göstermesidir… Tüm bu ibadetler, onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış olsun yahut yüce ilâha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı bulunduğuna iman edilmiş olsun, bunun hiçbir önemi yoktur.
İki: Kişinin bir kimseyi, bu âlemde var olan sistem üzerinde egemen zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi, zarar ve felaketler karşısında ondan medet umması, korkuları esnasında malların ve canların yok oluşunda ona sığınması.[10]
4. DİN
“Din” kelimesinin, Kur’ân-ı Kerîm’de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Söz konusu bu düzen, dört unsurdan meydana gelir ki, bu dört unsur şunlardır:
1- Hâkimiyet ve yüce egemenlik.
2- Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.
3- Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve ameli nizâm.
4- Bu nizâma uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfaat veya karşı gelmek suretiyle isyan etmeye verdiği ceza.
Kur’an-ı Kerim, “Din” kelimesini bazen birinci ve ikinci, bazen üçüncü, bazen de dördüncü anlamda kullanmıştır. Bazen de “Din” kelimesiyle, bir anda bu dört unsurdan müteşekkil mükemmel nizamı kasteder.[11]
[1]. Mevdûdî, Kur’an’a Göre Dört Terim, Beyan Yayınları, İstanbul 2014, s.7.
[2]. Mevdûdî, Age, s.8.
[3]. Mevdûdî, Age, s.12.
[4]. Mevdûdî, Age, s.16-17.
[5]. Mevdûdî, Age, s.19.
[6]. Mevdûdî, Age, s.20.
[7]. Mevdûdî, Age, s.35.
[8]. Mevdûdî, Age, s.72-73.
[9]. Mevdûdî, Age, s.76.
[10]. Mevdûdî, Age, s.81-85.
[11]. Mevdûdî, Age, s.98.