Daveti Zafere Götüren Önemli Etken: Sabır

Kapak Dosya – Muhammed Sadık Türkmen / 2018 Mart / 64. Sayı

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Rasûlullah’a, onun ailesine ve ashabına olsun.

“(Ey Muhammed!) Ulu-l Azm (azimet sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi sende sabret. Onlar için acele etme.” [1]

Hayatın hangi alanı olursa olsun bir işe başlangıcın heyecan veren bir yönü vardır. Özellikle bu iş kişinin arzuladığı bir mevzuda olursa insanın şevki daha da artar. Fakat bir zaman geçtikten sonra bu istek azalır ve büyük hedeflere ulaşmak için girişilen işler sıradanlaşıverir.

Büyük kâr elde etmek gayesiyle açılan bir işyeri, dürüst çalışacağım temennileriyle girilen her iş, mutlu bir yuva kurmak için girişilen her evlilik, aileye yeni katılan her bebek, hâsılı hayatın farklı sahalarında yaşanan her başlangıç heyecan fırtınalarına vesile olur. Ancak belli bir zaman sonra insan sükun bulur ve bu heyecanlar yerini hayatın gerçekleri olan vazifelere bırakır. İşlerin organizesi, evlerin tanzimi çocukların yetiştirilmesi gibi pek çok uğraş tahammül ve sabırla belirli bir kıvama getirilebilir.

Allah yolunda davette sabırda davetin doğal bir neticesidir. Büyük bir zevk ile bu yüce mesleği tercih eden davetçi, bu yolun yolcusu olduğuna kendisini ikna eden her dava adamı müslüman kendisini demirin ateşe tutulması gibi zorlu bir vazifeye atmıştır. Meyvesi ancak Allah katında ortaya çıkacak bu amelin sevdalısı olan davetçi sabır zırhını giymeden, onun önemini bilmeden zorluklara nasıl tahammül edebilir ki?

Davet tüm rasûllerin ve onlara tâbi olan dava erlerinin asli görevidir. Kur‘an-ı Kerim’i tedkik eden her fert onların davet vazifesini yerine getirirken kötü söze, kınanmaya ve işkenceye maruz kaldıklarını, hatta nicelerinin bu yolda şehid edilmeye varan muamelelere muhatab olduğunu görecektir. Bu durum bize bir hakikati haykırmaktadır: ”Davet yoluna çıkan kişi karşılaşacağı bunca zorluklara iyi hazırlanmak mecburiyetindedir. ”Bu gerçeği davetini hikmet üzere bina eden Lokman aleyhisselâm oğluna yaptığı tavsiyelerle bize de öğretmektedir: ”Ey oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret, kötülüğe mani ol, başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar kesinlikle emredilen hususlardır.” [2]

Davette sabır mevzusu sadece davetçiye İslâm düşmanlarının konusuna hasredilmemelidir. Çünkü bu sabrın yalnız bir konusuna yönelik bir durumdur. Zira İslâm’ın hâkim olduğu dönemlerde dahi davetçilerin İslâm’ı iyi bilmeyen Müslümanlardan pek çok meşakkatler gördüğü bir gerçektir. Davete hazırlık, muhatabın daveti kabul etmemesi halinde o kişiye daha farklı bir metodla sunma, davaya sahip çıkan erlerin sayıca az olması, gayretlerin azlığı yine sabredilmesi gereken durumlardandır.

Peygamber Kıssalarından Sabır Örnekleri:

Allah Teâla, Kur’an-ı Kerim’de peygamber kıssalarında sabır ile alakalı bazı ibretli tabloları öğüt almamız için bizlere sunmuştur. Böylece davet yolunda zorluklarla karşılaşıldığı zaman onlar göz önüne alınıp dirayet gösterilsin.

Bu kıssalardan en dikkat çekenlerden biri Nuh aleyhisselâm‘ın kavmi ile olan sabır yarışıdır. Nuh aleyhisselâm İslâm’a davette, onlar ise hidayete sırt çevirmede uzun soluklu bir mücadele yapmışlardı. Bu inkârcı kavim halkımız arasında inada sebep söylenen “ Nuh dedi, peygamber demedi “ sözünü adeta yaşatmışlardı. Sanki babadan oğula geçen bir vasiyetmiş gibi hidayetten yüz çevirmeyi anane şeklinde sürdürüyorlardı. Nuh peygamber ise dokuzyüz elli yıl boyunca azim ve sabırla davet görevini devam ettirdi. Kur’an-ı Kerim bu kıssanın bir kısmını şöyle anlatıyor: “Yine Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz ki ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Ancak davetim onların kaçmasından başka bir şey artırmadı. Şüphesiz ki Senin onları bağışlaman için ben onları her davet ettiğimde, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler. (İnkârlarında) ısrar ettiler ve büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra şüphesiz ki ben, onları yüksek sesle davet ettim. Şüphesiz ki ben onları, hem ilan ederek davet ettim hem de kendilerine gizli gizli söyledim. Ve dedim ki: ‘Rabbinizden af dileyin. Şüphesiz ki o çok affedendir.” [3]

Hz. Nuh aleyhisselâm’ın nasıl inatçı bir kavim ile muhatap olduğunu ve onun sabrının ne kadar büyük olduğunu bir hadisi şerif bizlere gayet güzel bir şekilde beyan etmiştir:

Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle söyledi: “Nuh kıyamet günü çağırılır, o da hemen “Emret, emrine uymak bana saadet saadet verir ya Rabb!” diye icabet eder. Allah ona “Tebliğ ettin mi?” diye sorar, o da “Evet” der. Ardından onun ümmetine Nuh size tebliğ ettimi?” diye sorulur, onlarda “Bize uyarıcı gelmedi.” diye cevap verirler. Allah, Nuh’a “Sana kim şahitlik edecek?” diye sorar, o da: “Muhammed ve ümmeti o tebliğ etti diye şahitlik ederler.” dedi.” [4]

Hz. İbrahim aleyhisselâm putperest kavmini davet etmesi neticesinde ateşe atılmak ve yurdundan sürülmek ile cezalandırıldı. Hak üzerine sebat edince Allah onun için tutuşturulan ateşi serin ve selamet kıldı. Yurdundan çıkarılması tevhidin simgesi olan iki büyük merkezin Kâbe ve Mescidi-i Aksâ’nın temellerini yükselten mübarek bir yolculuğun başlangıcı oldu.

Hz. Musa aleyhisselâm önce İslâm’ın azılı düşmanı olan Fir’avn’dan ardından onun baskısı altında fıtratını kaybeden bazı yahudilerden akla hayale gelmeyen tahammülü zor hadiselerle sınandı. Bunların en yıkıcı olanlarından birini Kur’an-ı Kerîm şöyle beyan ediyor: “İsrailoğullarını denizden geçirdik. Onlar kendilerine ait bir takım putlara tapıp duran bir kavme rastladılar ve Musa’ya: “Ey Musa! Bunların nasıl ilahları varsa, bize de öyle bir ilah yap.” dediler. Musa dedi ki: ”Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz.”

Oysa bu teklifi yapan kavim kısa bir zaman önce Fir’avn’ın elinden zorla kaçmıştı. Şimdi onlar kaçtıkları putlara tapmak için peygamberlerinden kendilerine put yapmasını istiyorlar.

Bazen davetçi hiç ummadığı şeylerle sınanır. Öyle ki onun haline müdahale edenler “Allah bu kulunu terketti, ondan yardımını kesti.” diye düşünür. Bu durum mal ve evlat sahibiyken bunların alınması ve sıhhatin kaybolması gibi Şeytan’ın vesvesesinin rahatça davetçiyi yolundan alıkoymasına vesile olacak durumlar olabilir. Bu vaziyet alışılagelmiş imtihanlara pek yakınlık arzetmez. Belki de sabırla karşılanabilecek en zor durumdur.

Hz. Eyyüb aleyhisselâm bu ağır imtihanı metanetle karşılamış ve yüce Allah’ın “Biz onu, sabreden biri bulmuştuk. O ne güzel kuldur. Şüphesiz ki o Rabbine çokça yönelendi.”[5] şeklinde övgüsüne mazhar olmuştu.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de davet sahasında kendinden önce geçmiş peygamberlere tabi olmuş ve onlarla aynı kaderi paylaşmıştı. Davetin Mekke safhasında kendisinin ve ashabının işkenceye uğraması, bazılarının sakat kalması, şehid edilmeleri, bir kısmının yurtlarını terketmek zorunda kalmaları, açlıkla terbiye edilmek için ambargoya tabi tutulmaları kuşkusuz Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in imtihanlarının bir kısmını teşkil eder.

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında subra ve onu güzel meyvesine delalet eden en büyük hadiselerden biri de Taif yolculuğuydu. Taif halkını İslâm’a davet eden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onların liderlerinden rencide edici cevaplar işitmiş ve oradan taşlanarak kovulmuştu. Mahsun bir halde Mekke yolunu tutan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Karnut Menazil mevkiine varınca sabrın zirvesi olan şu hadise yaşandı.

Hz. Aişe radıyallahu anha diyor ki: “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e: ‘Senin başına Uhud’dan daha büyük bir olay geldi mi?’ diye sordum. Dedi ki: “Senin kavminden göreceğim kadar sıkıntıyı gördüm. Bunlardan en sıkıntılısı Akabe gününde beni koruması için Abdullah ibn Yalil Abdi Kilâl’e kendimi teklif ettiğimde bana icabet etmediğidir. Bunun üzerine Karnuls-Seâbil’e kadar üzgün bir şekilde yürüdüm. Başımı göğe kaldırdığımda beni bir bulutun gölgelediğini gördüm. İyice baktığımda o bulutun içinde Cibril’i gördüm. O bana: ‘Allah kavminin sana söyledikleri şeyleri ve sana nasıl cevap verdiklerini duydu. Onlar hakkında dilediğin şeyleri emretmen için sana dağlara memur meleği gönderdi’. Dağlara memur melek bana selam vererek şöyle seslendi: ‘Ey Muhammed! Senin isteğine bağlıyım. Eğer onların üzerine iki dağ geçirmemi istersen yaparım’. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ‘Bilakis ben, Allah’ın bunların nesillerinden sadece Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseleri yaratacağını ümit ediyorum’.” [6]

 İslâm davetçisi her biri ayrı bir dünyayı özünde toplayan insan ile muhatap olduğunu bilmelidir. Yine kendisinin bu işi Allah’ın emrini yerine getirmek gayesiyle yüklendiğini gönlüne yerleştirmelidir. Onun vazifesi insana hayatını devam ettirmesi için hastasının verdiği rahatsızlıklara katlanan doktorun görevinden daha ağırdır. Zira o hayatın ve hayattan sonraki asıl hayatın imarına çalışmaktadır. O göklerin, yerin ve dağların altına girmekten kaçındıkları büyük emaneti yüklenmiştir. O halde dağlardan sağlam bir iradeyle vazifesini sürdürmelidir.  


[1]. Ahkaf Sûresi, 35.

[2]. Lokman Sûresi, 17.

[3]. Nuh Sûresi, 5-10.

[4]. Buhari, Tefsîrul-Kur’an, 4487.

[5]. Sâd Sûresi, 44.

[6]. Buhari Bid’ul-Halk, 3231.