Gündem Analiz – Nedim Bal / 2020 Haziran / 91. Sayı
Mayıs ayının son haftası Diyarbakır Ulu cami müdavimlerinden Ramazan Pişkin isimli mazlum bir Müslümanın yüksek güvenlikli akıl hastanesine yatırılması Türkiye’nin gündemine oturdu. Türkiye’nin her yerinden ve farklı kesimlerden bu olay karşısında tepkiler ortaya koyuldu. Herkes gibi biz de bu olayın arka planını aydınlatmaya çalıştık.
Kısaca Tanıyalım
Ramazan Pişkin, Diyarbakırlı ve 43 yaşında. Küçük yaşlardan beri İslam’ı araştırıp dini kitaplar okuyan ve kendini İslam’a adamış bir kimse. Kendi ifadesiyle 28 yıldır ilmi kitaplar okuyarak kendini yetiştirmeye gayret eden bir mümin.
Diyarbakırlıların “Ramazan Hoca” diye andığı bu zat Ulu Cami’ye gelen yerli ve yabancı turistlere İslam’ı tebliğ etmeyi kendine görev edinmiş bir davetçi. Ulu Cami’nin yanında tek odalı bir yerde yaşıyor ve gününün çoğunluğunu caminin avlusunda geçiriyor. Daha önceleri mahallelerde çocuklara İslami dersler veren, insanlara kitaplar dağıtıp okumaya teşvik eden son 6 yıldır da Ulu Cami civarında tebliğ faaliyetleri yapan Allah yolunun yolcusu bir davetçi.
Zulme Gelen Tepkiler
Halkımızın, Diyarbakırlı Ramazan’ın anlattıklarına ve görüşlerine birebir katılmasalar bile derdi Allah olan, derdi Allah’a ve onun dinine çağırmak olan bir davetçinin uğradığı zulüm karşısında sessiz kalmayıp dirayet göstermesi, bu zulmün ortadan kalkması için yetkilileri en yüksek tondan uyarması Müslümanların geleceği adına çok sevindirici bir gelişme. Çünkü yaşadığımız dönemin en büyük sorunlarından biri, olaylara adalet ve hakkaniyet penceresinden değil maalesef taraf olduğumuz partinin, cemaatin, grubun, kuruluşun menfaatleri penceresinden bakmamız. Bu imani hastalığın bir nebze olsun terk edilmişliğini görmek gelecek adına hepimizi umutlandırmıştır.
Bu olayda olduğu gibi her olayda da zulmü kim yaparsa yapsın zalimden yana değil mazlumdan yana olmalıyız. “Zulüm nerden ve kimden gelirse gelsin, zalime karşı mazlumdan yana olmak” sadece parti mitinglerinde attığımız veya canlı yayınlarda söylediğimiz bir slogan olmamalı. Biz “Kızım Fatıma da hırsızlık yapsa elini keserdim” diyen adalet sahibi bir peygamberin ümmetiyiz.
Tüm bunlarla beraber aslında bütün bu saçmalıkların, zulümlerin ana sebebi muhafazakâr bir iktidar döneminde çoğunluğu Müslüman bir topluma dayatılan İstanbul Sözleşmesi’dir.
Nedir Bu İstanbul Sözleşmesi ve Binlerce Mağduriyetin Asıl Sebebi?
Tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan İstanbul Sözleşmesi, imzaya açılmasından sonra onay için TBMM Genel Kurulu’na sunuldu ve 14 Mart 2012 tarihinde istisnasız tüm partilerin oybirliğiyle 246 kabul ve sıfır ret oyuyla Meclis’te onaylandı.
Avrupa’nın bu sözleşmeyi özellikle Türkiye’ye dayatmasının ve üstüne üstlük sözleşmeye uyulup uyulmadığını tespit emek için rutin gözlemler yapmasının sebebi; kendi toplumlarında yaşanan ahlaksızlığın ve çürümüş aile yapısının bu topraklarda da hâkim kılınması.
Müslümanların dünya hakimiyeti kurmalarının önünü açan ve yeni bir çağın başlangıcının sembolü olan İstanbul’un adını, aile yapısını yıkan, ahlaksızlığı ve sapıklığı meşrulaştıran bir sözleşmeye isim olarak vermek de ayrı bir garabettir. Bu fesat sözleşmeye İstanbul adının verilmesi her şeyden önce Peygamber efendimizin müjdesine nail olabilmek ve tevhid sancağının bu topraklarda dalgalanması uğruna şehit olmuş Müslüman dedelerimizin kemiklerini sızlatacaktır. Bu sözleşme haçlı ruhunu ve ahlakını Müslüman topraklarda hâkim kılmak için dayatılmış bir sözleşmedir. Dolayısıyla bu sözleşmeyi İstanbul olarak değil olsa olsa “Konstantinopolis Sözleşmesi” olarak anmak ve bu isimle gündemde tutmak daha doğrudur.
Yaratan ve yaşatan Yüce Allah’ın hükümlerinin terkedilip yerine batının kokuşmuş gayri İslami hükümlerinin Müslüman topluma dayatılması ve uygulanması, Diyarbakırlı Ramazan kardeşimizin de binlerce insanın da şu an hapiste suçsuz yere yatıyor olmasının sebebidir.
İstanbul Sözleşmesi’nin her ne kadar kadın ve çocuk haklarını korumaya yönelik olduğu iddia edilse de eşcinselliği meşrulaştıran, kadını putlaştıran, binlerce aileyi dağıtan anlaşma olduğu açıktır. Hatta bu sözleşme ülkelerin bekasına yöneltilmiş en büyük tehditlerden biridir.
Sonuç Olarak
Hiç kimsenin düşünmediği bir zamanda, nübüvvetin Mekke döneminde, etki alanı az, bir avuç insanın seslerinin bütün dünyaya nasıl yayılacağı sorulmuştur. Ama Allah azze ve celle bu şartlar altında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e müjde vermiştir. Aklın almayacağı bir yol ile Allah azze ve celle bu vaadini, düşmanlarımızın eliyle gerçekleştirmiştir. Mekke’deki kafirler Mekke’ye gelen herkese, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i kötülemeye çalıştılar. Lakin bunun sonucu olarak karalamaya çalıştıkları isim ve daveti bütün kabilelere yayıldı.
Diyarbakırlı Ramazan kardeşimizin davetine düşman olanlar da onun sesini kesmek istediler. Onun sırtını dayayabileceği bir dayısı, bir makamı, hatırlı kişileri hatta cemaati bile yoktu. Diyarbakır Ulu Camii’nin bir köşesinde tek odalı bir yerde yaşayan garibandı. Yani kolay lokmaydı. Ama Allah azze ve celle’nin muradı farklı tecelli etti. Çünkü onun dostu, velisi Allah’tı ve o sırtını alemlerin Rabbine yaslayan muttaki bir kuldu.
Eli öpülesi Ramazan kardeşimizi kimse pek tanımazdı, sohbetlerini kimse pek bilmezdi. Onun sesini, sözünü, tebliğini yok etmek isteyenler onun tevhidî mesajlarının tüm Türkiye’ye yayılmasına ve milyonlarca insanın bundan haberdar olmasına istemeden de olsa vesile oldular. Onlar başka bir şey murat etti ama alemlerin Rabbi olan Allah ise bambaşka bir şey murat etti. Allah’ın takdiri onların hilelerine galip geldi. Hakkı duyurma hususunda çırpınıp duran ve bu yolun delisi olan Ramazan kardeşimiz muradına erdi. Milyonlarca insana tevhidî davetini duyurdu.
Elhamdulillahi Rabbil alemin…