Zamanın Davetçisi

Kapak Dosya – Cihad Ülkü / 2021 Mart / 100. Sayı

“İnsanlardan öyle kimselerde vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için canını satar (feda eder). Allah kullara çok şefkatlidir.”(Bakara, 207)

Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Her kavmin bir doğru yolu göstereni vardır.” (Rad, 7) Allahu Teâlâ bu ayeti ile bize her toplumda gerek peygamberlerin gerekse peygamberlerin yolunu takip eden davetçilerin olduğunu kesin bir şekilde beyan etmektedir.

Hz. Âdem ile başlayan bu tebliğ ve davet misyonunu, bütün peygamberler çeşitli ağır imtihanlar geçirmiş olsalar da sonunda Allah’ın izni ile hakkını vererek ifa etmişlerdi. İki peygamber arasında bulunan fetret dönemlerinde de havariler, sahabiler ve davetçiler bu hanif olan dini uzak yakın demeden yayarak bu uğurda ellerinden gelen bütün gayretleri gösterdiler.

Davetin en ağır yükleri, imtihanları, sorumlulukları Ulu’l Azm denen 5 peygamberin üzerineydi. Onlar; Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. İbrahim, Hz. İsa ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem idi. Kur’an-ı Kerim’deki bu peygamberlerle alakalı ayetlerin tümünü okuduğumuzda onların en ağır imtihanlardan geçtiklerini ve sonunda Allah’ın izni ile görevlerini sabrı sebat ile yerine getirdiklerini okumaktayız.

Peygamberlerin şüphesiz hepsinin sorumlulukları ağırdı. Bu sorumlulukları ve tebliğ vazifelerini canları pahasına sürdüren peygamberler dışında da davetçiler bulunmaktaydı. Bu davetçiler bazen Ashab-ı Kehf gibi birkaç gençten bazen elçilerin davetini desteklediği için bu uğurda şehid edilen ve cennetlik olan Habib-i Neccar gibi kimselerden bazen de fetret dönemi 500 küsur yıl uzamış olmasına rağmen hanif olan Hz. İbrahim’in dininden aktarmayı sürdüren kişilerden oluşmuştur.

Şirkin zirve olduğu o dönemde öyle bir tebliğ yapmışlar ki daha efendimiz doğmamış olmasına rağmen sanki Kur’an tamamıyla inmiş ve tüm ayetleri öğrenmiş gibi İslam’ın özünü insanlara anlatmışlardır. Onların davet konuşmaları kaynaklarımızda şu anda da bulunmaktadır. Bunlar isimlerini hiç duymadığımız fetret dönemi davetçileriydi. Ebu Kays b. Enes, Kus b. Saide el-İyadi, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl hatta bazılarına göre Varaka b. Nevfel.[1]

Daha sonra dünyaya örnek olacak bir toplum oluştu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı tüm engellemelere ve işkencelere rağmen iman ve tebliğ hareketlerini can pahasına yaymaya başladılar. Ashab Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefatından sonra da durmadı. Bütün gayretleriyle Orta Doğu’nun her yerine ve tüm kıtalara ulaşacak İslam dininin ilk tohumunu ekerek kendilerinden sonrakilere bu bayrağı teslim ettiler. Artık ahir zamanda Hz. İsa gökten inene kadar bir peygamber gelmeyecektir. Böylelikle tebliğ ve davet görevi sadece Müslümanlara kalmıştır. Allah’a hamdolsun ki geldiğimiz son asırlara kadar bu vazifenin yerine getirilmesini elzem kabul eden davetçiler çıkmıştır. Onlar da bu yolda büyük gayretler sarf ederek bu dine hizmet ettiler.

Asrımızda yaşadıklarını yaşatan, özü sözüne uyan, amelini sözünün efendisi yapan Hasan el-Benna, Ahmed Yasin, Abdullah Azzam, Timurtaş Uçar, Seyyid Kutub, Malcolm X (Malik Şahbaz), Mevdudi, Metin Yüksel ve daha isimlerini sayamayacağımız nice davetçiler bu yolda kendilerini feda etmişlerdir.

Yazımızın başında verdiğimiz: “Her kavmin bir doğru yolu göstereni vardır” (Rad, 7) ayeti elhamdulillah içimizde tecelli etmiştir. Allah bize, doğru yolu ilimle gösteren merhum Hasan hocamızı, ondan da bize Şehid Zafer hocamızı bahşetmişti. Birçok insan bu asrın puslu olan ortamında kararsızlık içinde hareket ederken onlar, bu ahir zamanda muvahhid bir Müslüman olarak nasıl hareket edileceğini, sıratı mustakimden sapmadan nasıl yol alınacağını bize öğrettiler. Yakınımızda oturması açısından en çok zaman ve mekân paylaşımı açısından bir de nasihatine, davetine, çalışmasına, hedefine, projesine şahid olduğumuz için onu anlatmayı uygun buldum. Allah iki hocamıza da gani gani rahmet eylesin. 

Gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum ki tebliğci bir insan bazen hiçbir şey söylemeden bile tebliğ yapabiliyor hatta kendisi de yeri geldiğinde şu sözü söylerdi. “Lisan-ı hâl (Beden dili, yani amel etmek) Lisan-ı kal’den (konuşmaktan) daha entaktır (daha çok şey anlatır)”. Onunla ilk tanışmam da böyle olmuştu. Allahualem 98’li yıllarda ilk defa onu mescitte biri ile konuşurken görmüştüm. Bir ara konuşmasına ara verip kendine bir bardak su doldurdu. Sonra oturup besmele çekti ve sağ eli ile 3 yudumda suyunu içti. Onun bu hareketi bana birkaç yıl önce babamın öğrettiği su içme adabını hatırlatmıştı. Giyimi mütevazı bir gömlek ve yarım şalvardan oluşmakta ve devamlı muhatabıyla gülümsemekteydi. İşte o an ben gerçekten dış görünüşü ve hareketiyle, konuşmadan tebliğ eden birini görmüş ve küçük yaşta inşallah ben de böyle örnek bir Müslüman olurum diye kendime yakın bir örnek bulmuştum. İşte bana ilk tebliğini dış görünüşüyle göstererek yapmış oldu.

Zafer hocamın ilk dinlediğim sohbetleri içinde bir sohbeti var ki onu hiç unutamam. Yaklaşık 20 küsur sene geçmiş olmasına rağmen o sohbet hâlâ zihnimde tazeliğini korumaktadır. Sanki o sohbeti onun gelecekteki tüm planlarını ve hedeflerini özetliyordu. Sanki bu sohbeti anlatırken ileride onu yaşayacağını ve yaşayarak örnek olacağını çağrıştırıyordu. O sohbeti burada anlatmaya çalışsak yazımızda yer kalmaz ve zaten o anı yansıtamayız. Ancak ana konusunu şöyle söyleyebiliriz. Sohbette Vakıa suresinin tefsirini yapıyordu. “Amel defterleri sağ tarafından verilenler ve amel defterleri sol tarafından verilenler”. Bu ayetleri biraz şerh ettikten sonra devamındaki şu ayet üzerinde iyice durdu. Ve örneklerle konuyu daha iyi anlamamızı sağladı. “Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler.” (Vakıa, 10)

İşte o günkü sohbetin ana konusu hayırda öncülerden olmaktı. Ve hocam bunu anlatırken o öncülerden olmayı sevinçli ve gıpta eder bir şekilde anlatıyor, onlardan olmak için dua ediyor ve herkesin onlardan olması için temennide bulunuyordu. Allah da duasını kabul etmişti. Gerçekten de dünyada öncü bir şahsiyet olarak davetini yaymıştı. Rabbim katında da onu öncülerin arasında kabul eylesin inşallah.

Zafer hocam gerçekten davet aşığı idi, nerede davet ihtiyacı varsa çağrıldığı yere hemen gider, davet yapar, davete muhtaç olan kimselerin meşrebine ve mezhebine bakmadan ümmetçi bir ruhla gereken tebliği yapardı. Eğer kendisi oraya yetişemez ise mutlaka birini davet için gönderir ya da başkalarına yönlendirir, onları göz ardı etmezdi.

Hocamın gıpta ile baktığı ve davette örnek almak istediği kişi asrımızın en büyük davetçilerinden Hasan el-Benna idi. Onun davet metotlarına hayran kalıyor, bütün kitaplarını büyük bir içtenlikle okuyordu. Hasan el-Benna’nın 42 yıllık kısa olan ömrüne bu kadar çok davet sığdırması onu hayret içinde bırakıyor aynı zamanda hoşnut etmekle beraber enerjisine enerji katıyordu. Bundan ilham alan hocamızın da hayallerinden biri her semtte davet için bir dernek açmaktı ancak ömrü yetmedi. Rabbim bu niyeti ve samimiyetinden ötürü her semtte bir davet yapmış gibi ecir yazsın, âmin.

Hepimiz gençlik dönemimizde “Gelecekte ne olayım?” diye bir hedef koyma karmaşası yaşarız. Kimi zaman iki seçenek arasında gider geliriz. Ben de bir zamanlar bu tip düşüncelere dalarak hedef tayin etme hususunda hocama soru sorup görüşünü almak istedim. Onun cevabını çok merak ediyordum. Ona şu soruyu sordum: “Hocam davetçi mi yoksa âlim mi olmak gerekir?” Onun kanaati şöyleydi: “Herkesin farklı bir düşüncesi olabilir. Benim şahsi fikrim, zamanın adamı olmak lazımdır”. Sonra şöyle devam etti:

“Kişi, kendi zamanına bakar ve en ihtiyaç duyulan şey ne ise onu yapar. Ben de şu an topluma baktığımda en çok davetçi eksiği olduğunu görüyorum. Çünkü toplumun ekseri İslam’dan bihaber yaşamakta. Binlerce davetçi ihtiyacı var, davetçi olmak için de âlim olmaya gerek yok. Temel dini bilgiler bilen herkes bildiği kadarıyla davet yapabilir fakat âlim olmak uzun yıllar gerektiren bir mesele ve toplumun ihtiyacı çok acil. Onun için bu zamanın adamı olmak demek davetçi olmaktır” ve sözünü tamamladı.

Kurslarda eğitim gören talebelerimiz ilmî olarak iyi bir seviyeye geliyorlardı. Fakat kurslarda hususi davet veya vaaz etmeye yönelik bir ders olmadığı için mezun olan talebeler davet için kürsülere çıkacakları zaman davet alt yapısı olmadığı için vaaz etmede ve davet yapmada sorunlar yaşıyordu. Hocam bu sorunları görünce bir çalışma başlattı. Hali hazırda son 1 veya 2 senesi kalmış olan talebelerle genç hocaları bir araya getirip onlarla hususi dersler yapmaya başladı. Böylelikle son 1 veya 2 yılı kalmış olan talebeler, nasıl davet yapılacağını, nelere dikkat edileceğini bu ders vesilesiyle öğreniyor ve davette yabancılık çekmiyordu. Hocam mezuniyeti yakın olan bu talebeleri alışmaları için küçük çaplı davet görevleri veriyordu. Bazen bir düğüne bazen bir cenazeye bazen de bir sohbete göndererek geleceğe hazırlıyordu. Bu davet grubuna da “Mollalar” ismini vermişti. 

Davet yaparken herkese ve her yaşa aynı daveti değil kişilerin konumuna, yaşına, bölgedeki halkın ihtiyacına göre davet yapılacağını iyi biliyordu. Onun için yakın arkadaşlarıyla istişare ederek her birinin toplumla ve fertlerle alakalı görüşlerini alır, ona göre bir hedef belirler ve çalışmaya başlardı. Mesela genç kesime davet yaparken tümünü tek bir potada davet etmiyor, eğitim gördükleri okullara göre gruplara ayırıp, her birine özel bir kitap ve davet çizelgesi hazırlıyordu. Toplumla alakalı davette ise gerekli istişareleri yaptıktan sonra hangi bölgede davet yapılacaksa oraya göre bir davet kitapçığı belirler, gençler, gönüllüler ve talebelerle birlikte belirlenen zamanda işlek cadde ve mekanlarda davet kitapçıklarını dağıtır ve davetin bizzat içinde bulunurdu. 

O sözünde doğruydu (sadıktı), Allah da onu doğruladı. Hayatı davetle dolu olduğu gibi vefatı da davetin yapıldığı mescitte olmuştu. Zaman zaman kendisiyle istişare yapan arkadaşlarına en büyük hayalinin davet sahasında iken tabiri caiz ise Metin Yüksel gibi şehid olmak olduğunu anlatırdı. Öyle de olmuştu. Allah, ona mescidde (inşallah) şehid olmayı nasip etmişti.

Şahsım olarak hocamın genel açıdan hayatına baktığımda sahabeden Suheyb b. Sinan er-Rumi hakkında inen, yazının başında aktardığımız Bakara Suresi 207. ayeti hatırlarım. Veya Kur’an-ı Kerim okurken bu ayete her denk geldiğimde Zafer hocamı hatırlarım. Çünkü bir açıdan hocamın hayatı büyük zat olan Suheyb er-Rumi’nin hayatına benzemekteydi.

Suheyb radıyallahu anh hicret ettiğinde müşrikler bir grup olup onun peşine düşüp takip etti. En sonunda ona yetiştiler. Onlara şöyle dedi:

Ey Müşrikler beni iyi tanırsınız ki çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerek elimde parçalanana kadar durmam!

Takipçileri durmuştu. İçlerinden biri konuşmaya başladı:

Senin malınla birlikte Medine’ye kaçmana müsaade etmeyiz. Bizden hem malını hem de canını kurtaramazsın!

Size tüm malımı bıraksam yolumdan çekilir misiniz?

Evet, dediler. Suheyb radıyallahu anh Mekke’den çıkmadan önce altın ve gümüşlerini evin uygun bir yerine gizlemişti, onlara yerini söyledi. Kureyşliler istediklerini elde edince Suheyb radıyallahu anh’ı bıraktılar. O da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına gelince durumu anlattı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem durumu işitince: “Kazançlı bir alışveriş olmuş” buyurdu. Bunun üzerine “İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için canını satar (feda eder). Allah kullara çok şefkatlidir.” (Bakara, 207) ayeti indi.

İşte Suheyb radıyallahu anh böyle fedakâr biri olduğu için Hz. Ömer cenaze namazının kıldırılmasını ona vasiyet etmiş ve Hz. Ömer’in cenaze namazını o kıldırmıştır. Suheyb radıyallahu anh Ammar b. Yasir’le birlikte beraber Daru’l Erkam’da Müslüman olanların ilklerindendi.[2]

Zafer hocamın, Suheyb radıyallahu anh’a benzer olan yönü şurasıydı; Suheyb radıyallahu anh hem canını hem de malını Allah yoluna feda etmişti. Hocamın Allah yolunda infak edecek bir malı yoktu ama ilmini, vaktini, gayretini ve canını bu yolda feda ettiğine şahidiz. Bunun için bu ayeti her okuduğumda hocamın fedakâr yaşantısını hatırlarım. Rabbim hocamı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve Suheyb’le beraber cennette buluştursun ve bizi de aralarına katsın, âmin…


[1]Bunların davet konuşmalarının okunmasını tavsiye ederiz

[2]. El-İstiab, 2/78; Kurtubi, 31/20; el-İsabe 2/195; Muhtasar İbni Kesir, 1/184-185, İbni Asakir, 6/453