Ümmetin İşlerini Üstlenmenin Fazileti

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2022 Eylül / 118. Sayı

Allah azze ve celle’nin en büyük nimeti bizi İslam dini ile şereflendirmesidir. Bu nimetin en değerlisi de Rabbimizin bize kulluğu sevdirmesi, ibadetinin lezzetini hissettirmesi, kendisine ibadeti bizlere kolaylaştırması, kendisine secde ve rükû etmemize izin vermesidir. Bunu idrak edebilen mümin kişi için Allah’a kulluk gerçekten çok büyük bir nimettir. Bu öyle değerli bir nimettir ki bugün dünya üzerindeki birçok kimse gerek kâfir, müşrik, putperest olsun gerekse de Müslümanlardan olsun bu nimetten mahrum kalmışlardır. Bugün isimleri Müslüman olan kişiler bile Allah’a secdeden uzaklaşmışlar, namaz ve benzeri ibadetleri terk etmişler, bunları büyük bir zorluk ve meşakkat olarak görmüşlerdir. Namazdan, oruçtan, hacdan, zekâttan ve benzeri diğer sorumluluklardan kopuk bir şekilde sadece Müslüman isminden ibaret bir kullukla huzurdan mahrum bir şekilde hayatlarına devam etmektedirler. Diğer taraftan namaz kılan ancak namazın ruhunu anlayamamış bazı kimseler ise şekilci bir yaklaşımla bir an önce namazlarını kılarak bu mesuliyetten sanki büyük bir yükmüşçesine hızlıca kurtulmanın yollarını aramaktadırlar. Maalesef onlar da bu nimetten mahrum kalmışlar, kulluğun lezzetine varamamışlardır. 

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz o (sabır ve namaz), Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelen bir görevdir.” (Bakara, 45)

Oysa ihlasla ve samimi bir şekilde huşu duyarak Allah’a yönelen kalpler ancak huzur ve sükûnete kavuşabilecektir. Bilinmelidir ki kalpleri mutmain kılacak tek şey Allah’ın zikridir. 

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d,28)

Allah azze ve celle, Hz. Âdem aleyhisselam’ın yaratılıp dünyaya gönderilmesinden itibaren her bir peygambere ümmetler takdir etmiş, bunlar içerisinde en hayırlı ümmetlerden olan Hz. Muhammed aleyhisselam’ın ümmeti olmakla da bizleri şereflendirmiştir. Bu bizim için çok büyük bir bahtiyarlıktır. Bu ümmetin içinde 73 fırka arasından da “Fırka-i Naciye” yani “kurtuluşa eren fırka” olarak takdir ettiği tek fırka olan “ehli sünnet ve’l cemaat” olmakla da bizlere daha büyük bir lütufta bulunmuştur.

Yine bunların da içinden tehvidi gerçek manada anlamakla ve yaşamak uğruna gayret sarf etmekle bizi daha fazla bir şereflendirmiştir.

Bunun da ötesinde bu ümmetin iyice süzgeçten geçirilmiş bazı kimselerini de dinine özelde yardım etmekle, onun uğrunda gece-gündüz demeden koşuşturmakla, ümmetin işlerini üstlenmekle, gayret ve çaba sarf etmekle ve gerektiğinde canını, malını ve tüm sevdiklerini bu uğurda feda etmekle nimetlendirerek dini için seçkin bazı kimseleri takdir etmiştir. Allah’ın dinine hizmet etmek herkese nasip olamayacak kadar önemli ve Rabbe yakınlaştıracak kadar özel ve değerli bir vazifedir. Allahu Teâlâ ilk olarak bu vazife için öncelikle nebî ve rasûlleri daha sonra da âlimleri, şehidleri, sıddıkları ve salih kullarını seçmiştir. 

İslam’ın emirlerinin her geçen gün daha da fazla göz ardı edildiği böyle bir zamanda ümmetin işlerini üstlenmek kadar değerli bir vazifeyi omuzlamak, haliyle mesulü olan kişiyi de değerli kılacaktır. Ancak buna talip olan kimsenin bu sorumluluğun kıymetini gerçek manada anlaması ve buna canı gönülden teslim olarak kendini bu yüce vazifeye adaması gerekmektedir. Nasıl ki çalıştığı işte terfi alan bir kimse bulunduğu makamdan bir üst makama çıktığında daha fazla değer görüyor, daha bir itibar elde ediyorsa Allah’ın dinini omuzlayan kimseler de hem Allah katında hem de insanlar nazarında daha bir muteber olacaklardır.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki; “Çalışın! Yaptıklarınızı hem Allah görecek, hem Rasûlü, hem de müminler görecektir. Sonra da gizliyi ve açığı bilen Allah’ın huzuruna iletileceksiniz. İşte o zaman, neler yaptığınızı size O bildirecektir.” (Tevbe,105)    

Allah’ın dini uğruna çalışmak ve bu uğurda gayret göstermek, kurtuluş yollarına ulaşmaya ve Rabbe yakınlaşmaya vesiledir.

Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz. Gerçekten Allah iyilik edenlerle beraberdir.” (Ankebut, 69)

Bu ayeti, “Bize itaat uğrunda gayret gösterenleri sevabımızın yollarına kılavuzlarız” şeklinde yorumlayan Abdullah bin Abbas radıyallahu anhuma da mücahedenin Allah’a kulluğu esas alan bir kavramolduğunu dile getirmektedir.

Müslüman kimse, hayır ve hizmet adamıdır. Hayatta herkes bir şeylerin peşinde koşup durmakta, adeta başkalarıyla yarışmaktadır. Mal uğruna, nam uğruna, soy-sop uğruna, para ve makam uğruna koşuşturmaktadırlar. Müslüman kimseye ise hayır yarışında olması yaraşır. Çünkü en büyük ödül hayır uğruna yapılan yarıştadır. Nitekim bir ayette yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan göklerle yer genişliğindeki cennete koşun!” (Âl-i İmrân, 133)

Allah’ın bağışını kazanmak, en büyük başarıdır. Genişliği, yerle gökler arası kadar olan cennete ulaşmak ise, çok büyük bir kurtuluştur. İşte bütün bu büyük nimetler, ancak Allah’ın dini uğrunda koşuşturmakla elde edilebilir. Mümin kişiye yakışan, bu kadar büyük ve değerli olan hedeflere süratle yönelmesidir. Bu uğurda yapılan yarış, en büyük yarıştır. Bu yarış ise inşallah cennetle sonuçlanacaktır. Öyleyse herkes kendine göre, imkânı ölçüsünde, kendi alanında ama mutlaka bu yarışın içinde yerini almalıdır. Bu yarış asla ertelenmemeli ve savsaklanmamalıdır. Nitekim her geçen gün daha da kötüleşecek, gelen geçeni aratacak, belki de salih ameller işlenmeye dahi fırsat bulunamayacaktır.

“Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar.”

“Yedi (engelleyici) şey(gelme)den önce iyi işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz, unutturan fakirlik, azdıran zenginlik, (her şeyi) bozup perişan eden hastalık, saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık, ansızın geliveren ölüm, gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl, belâsı en müthiş ve en acı olan kıyametten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz?”

Bu dünya hayatında kulluk sadece belli bir zamana veya mekâna münhasır değildir. Belki dünya işlerinde emekli olmak düşünülebilir ancak Allah’ın dininde emekli olmak diye bir şey asla söz konusu olamaz. Müslümanın istirahat etmesi ancak mezarda olur. İmtihan alanı olan dünya koşuşturma ve çalışma yeridir. Müslüman dünyada ekecek ki ahirette bu çabasının semeresini elde edebilsin. Yüce Rabbimiz bu kutlu gerçeği şöyle beyan etmektedir: “Ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et!” (Hicr, 99)

Ümmetin işlerini üstlenmenin türlü şekilleri vardır. Bazen amir olarak bazen de memur olarak bu kutlu vazife ifa edilebilir. Bazen ise bizim nazarımızda hiçbir önem arzetmeyen bir meselenin Allah katında cenneti kazandıracak kadar büyük ve değerli bir amel olabileceği unutulmamalıdır. Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Müslümanları rahatsız eden yol üstündeki bir ağacı kesen bir kişiyi cennet nimetleri içinde yüzer gördüm.” 

Bir başka rivayette de şöyle buyurulmaktadır: “Adamın biri, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve ‘Allah’a yemin ederim ki, bunu müslümanları rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım’ dedi (kaldırdı ve) bu yüzden cennete konuldu.” 

Buhârî ve Müslim’in müşterek bir rivayetlerinde de şöyle buyurulmaktadır: “Bir adam yolda yürürken yol üzerinde bir diken dalı buldu ve onu yoldan uzaklaştırdı. Bu sebeple Allah ondan hoşnut oldu ve onu bağışladı.”

Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilen bir başka rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “… Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” 

Müslümanların işini üstlenmenin, onlara rehberlik edip yol göstermenin, onları irşad etmenin ve onlara yaptıkları işlerde yardımcı olmanın da ecri vardır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Kim bir iyiliğe aracılık yaparsa, iyiliğin sevabından ona pay vardır.”  (Nisâ, 85)

“Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır…” (En’am, 160)

Ebû Mûsâ el-Eş`arî radıyallahu anh şöyle dedi: Peygamber aleyhisselam’a sıkıntı içinde bulunan biri geldiği zaman, yanındakilere döner: “Bu adama yardım ediniz, sevap kazanırsınız. Allahu Teâlâ istediği şeyi Peygamberi’ne söyletir”buyururdu.”  

Yüce Rabbimiz mü’minleri birbirine kardeş yapmış, sonra da onlara birbirinin derdiyle ilgilenmeyi, birbirinin yarasına merhem olmayı ve kardeşlerinin sıkıntılarını gidermeyi emretmiştir.

Ebû Ya’lâ Ma’kıl İbni Yesâr radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi: “Cenâb-ı Hakk’ın, yönetici yaptığı bir kimse, yönettiği insanları aldatarak ölürse, Allah Teâlâ ona cennet yüzü göstermez.”

Bir başka rivayette: “Onlara sahip çıkıp korumazsa, cennetin kokusunu duyamaz”, şeklindedir.

Müslim’in bir rivayetinde de şöyledir: “Müslümanların işlerini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir yönetici, onlarla birlikte cennete giremez.”

Ebû Meryem el-Ezdî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, kendisi Muâviye radıyallahu anh’a şöyle dedi:

Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim: “Allahu Teâlâ bir kimseyi müslümanların başına idareci yapar, o da halkın işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine engel olmaya kalkarsa, kıyamet gününde Allahu Teâlâ da onun işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine engel olur.”Bunun üzerine Muâviye, halkın ihtiyaçlarını tesbit etmek için bir adamını görevlendirdi.

Hadisimizin Sünen-i Tirmizî’deki rivayeti, devlet reisinin ihtiyaç sahipleriyle ilgilenmesi gereğini şöyle belirtmektedir: “Bir devlet reisi kapısını, ihtiyaç ve sıkıntı içinde olanların, yoksulların yüzüne kaparsa, Allahu Teâlâ da göklerin kapısını onun sıkıntılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına kapatır.”

Allahu Teâlâ’nın göklerin kapısını bir adamın sıkıntılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına kapaması demek, onun dileklerini ve duasını kabul etmemesi, özellikle de âhirette onu kendi sıkıntılarıyla baş başa bırakması demektir.

Abdullah bin Amr İbni’l-Âs radıyallahu anhuma‘dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah Teâlâ’nın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.”

Adâletli devlet başkanı, adaletli vâli, kaymakam, adaletli hâkim, aile fertlerine âdil davranan ve onlara haksızlık etmeyen aile reisi, idaresine verilen yetim malını veya vakıf malını adâletli bir şekilde kullanan yönetici ve benzeri kimseler de bu müjdenin içine girmektedir.

İdaresi altındaki kimselere adaletli davranan yöneticilerin Allahu Teâlâ katında büyük bir itibara sahip olacaklarını bu hadîs-i şerîf çok açık bir ifadeyle ortaya koymaktadır. 

Avf İbni Mâlik radıyallahu anh Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:

“Devlet başkanlarınızın en hayırlısı, sizi seven ve sizin tarafınızdan sevilen, size dua eden ve sizin duanızı alan kimselerdir. Devlet başkanlarınızın en kötüsü de, size buğzeden ve sizin buğzunuza hedef olan, size lânet eden ve lânetinizi alan kimselerdir.”

Bunun üzerine: Ya Rasûlallah! Onlara karşı tavır takınalım mı? diye sorduk. Bize şu cevabı verdi:

“Aranızda namaz kıldıkları sürece, hayır. Aranızda namaz kıldıkları sürece, hayır.”

Görev İstenilmez Verilir

İslam dininde görev almak büyük bir mesuliyet kabul edilmektedir. Hele hele bu yönetim gibi büyük bir mesele ise sorumluluğu daha da büyüktür. Allahu Teâla’nın en sevmediği kimseler zalim idarecilerdir. On kişiye amirlik eden kimse kıyamette elleri bağlı olarak getirilir. Adilse kurtulur, değilse zulmü yüzünden helak olur. Adil olmayan amir yüzüstü cehenneme atılır. Hâlbuki hakkını gözetenler hariç amirlik, kıyamette pişmanlıktır. Bu sebeple hakkını verebilecek kimseler dışında hiç kimse bu ağır mesuliyetin altında ezilmeyi istememelidir. 

Ebû Saîd Abdurrahman İbni Semüre radıyallahu anh şöyle dedi: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellembana şöyle buyurdu: “Abdurrahman İbni Semüre! Kimseden yöneticilik görevi isteme! Zira bu görev sen istemeden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah’dan yardım göremezsin. Bir de bir şeye yemin ettikten sonra başka bir davranışı daha hayırlı görürsen, hayırlı olanı işleyip yeminin için keffâret öde!”

Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “Ebû Zer! Senin gerçekten zayıf olduğunu görüyorum. Kendim için ne istiyorsam senin için de onu isterim. İki kişiye bile olsa sakın başkan olma! Yetim malına da yöneticilik yapma!”

Ebû Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Siz memuriyet alma konusunda pek istekli davranacaksınız. Hâlbuki o yanıp tutuştuğunuz görev, kıyamet gününde bir pişmanlık sebebi olacaktır.”

Ebû Zer el-Gıfârî’yi, çok mütevâzî oluşu, açık kalpliliği ve doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen tabiatı sebebiyle Rasûlullah efendimiz pek severdi. Bir defasında onun hakkında “Şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” buyurmuştu. Zaman zaman kendisine adıyla hitap ederek nasihatlerde bulunan Peygamber Efendimiz, Ebû Zerr’e, valilik gibi önemli memuriyetler bir yana, iki kişiye bile başkanlık yapmamasını, bir de yetim malına velî, diğer bir ifadeyle mütevellî olmamasını tavsiye etmiştir. Yöneticiliğin, altından kalkılması zor ilâhî bir emanet olduğunu, onu ancak yöneticiliğe yatkın insanların başarabileceğini söylemiş, üstesinden gelemeyecekler için idareciliğin kıyamet günü bir rezillik, pişmanlık ve perişanlık olacağını bildirmiştir.

Burada anlaşılması zor gibi görünen husus, kendisi bütün memurların, yöneticilerin ve valilerin üstünde bir âmir ve bir devlet başkanı iken Peygamber aleyhisselam’ın Ebû Zerr’e yönetici olmamayı tavsiye etmesidir. Rasûlullah Efendimiz Ebû Zerr’in huyunu, karakterini, daha açık bir ifadeyle onun aşırı zühdünü, dünyaya hiç değer vermemesini iyi biliyordu. Ona “Sen zayıf bir adamsın” diye buyururken, valiliğin gerektirdiği bazı özelliklerin onda bulunmadığına işaret ediyordu. Nitekim Ebû Zerr hazretleri Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra, diğer sahâbîlerin aksine, zekâtı verilmiş bile olsa, ihtiyaç fazlası olan malın biriktirilmeyip Allah yolunda harcanması gerektiğini savunmuştur. 

Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemEbû Zer’e kendisini misâl olarak gösterirken, seni çok severim, kendim için istediğimi senin için de isterim, şayet Allahu Teâlâ bana yardım edip desteklemeseydi, doğrusu ben de bu işin altından kalkamazdım. Onun için sen yöneticilik isteme, iki kişiye başkan olmayı, hatta bir yetimin malını idare etmeyi bile arzu etme, demek istemiştir.

Bir kimse, lâyık olmadığı ve üstesinden gelecek yeteneği bulunmadığı bir göreve tâlip olmadan önce, Rasûlullah Efendimiz’in haber verdiği kıyamet günündeki acı sonu, rezilliği ve pişmanlığı iyice düşünmelidir. Fâni dünyanın iki günlük sultanlığı için âhiretin bitip tükenmeyen rezilliğini göze almak nasıl bir akıl, nasıl bir ihtirastır?

İyi ve âdil bir idarecinin kıyamet gününde Cenâb-ı Hakk’ın arşının gölgesinde barınacak yedi bahtiyardan biri olacağı da unutulmamalıdır. Üstesinden gelip gelemeyeceğini düşünmeden memuriyet alma hırsıyla yanıp tutuşan kimselerin bulunduğu bir zamanda, görevini mükemmel bir şekilde yapacağı bilinen kimselerin yöneticilik görevinden kaçınmaları da tabi ki doğru bir düşünce değildir. Hatta kendisine teklif edilen böyle bir görevi almak, yerine göre bazen bir zaruret bile olabilir.

Yöneticilik İsteyenlere Görev Vermemek

Devlet yöneticiliği ve kadılık gibi memuriyetlere talip olan ve bu görevlere aşırı düşkünlük gösteren kimseleri tayin etmemek gerekir. Nitekim Ebû Mûsâ el-Eş’arî radıyallahu anh şöyle dedi: Amcamın oğullarından ikisiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna girmiştim. Onlardan biri: “Yâ Rasûlallah! İdaresini Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği görevlerden birine bizi âmir tayin et!” dedi. Öteki amcaoğlu da benzeri bir şey söyledi.

Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “Vallahi biz isteyeni veya görev hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz.”

Yüce Rabbimiz herkesi farklı kabiliyetlerde yaratmıştır. Bu sebeple her şahsın, bir başkasına nisbetle daha iyi yapabileceği bir iş vardır. İdarecilik ise özel kabiliyetlere, üstün meziyetlere sahip olmayı gerektiren bir iştir. 

Hadisimizin diğer rivayetinden öğrendiğimize göre, Ebu Musa el-Eş’arî’nin amcaoğulları ona, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile görüşerek kendisine bir konuyu arzedeceklerini söylemiş ve bu hususta aracılık yapmasını istemişlerdi. Ebû Mûsâ amcazâdelerini kırmamış, fakat Hz. Peygamber’le hangi konuda görüşmek istediklerini de sormamıştı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in huzuruna çıkınca, bu iki zat ondan yöneticilik istediler. Bunu duyan Ebu Musa pek şaşırdı ve zor durumda kaldı. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemona dönerek: “Sen bu işe ne diyorsun, Ebû Mûsâ?” diye sorunca: “Seni hak din ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bunlar içlerinden geçeni bana söylemediler. İş isteyeceklerini bilmiyordum,” diye özür diledi. O zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Görev isteyen kimseyi biz işimize tayin etmeyiz” buyurdu. Daha sonra Peygamber Efendimiz kendisinden herhangi bir görev istemeyen Ebû Mûsâ radıyallahu anh’in yanına gelerek onu Yemen’e vali tayin etti. 

Yine bir başka zamanda Yâ Rasûlallah! Falan kimseyi vali (veya vergi memuru) tayin ettiğin gibi beni de tayin etmez misin? diyen Üseyd İbni Hudayr hazretlerinin bu isteğine hiç cevap vermedi. Onu kırmamak için bir başka konuya temas ederek, ileride adam kayırma türünden bazı haksızlıklar göreceklerini, kendisiyle Kevser havuzu başında buluşuncaya kadar bunlara sabretmelerini tavsiye etti. Halbuki Üseyd radıyallahu anh “Ensar” dediğimiz Medineli müslümanların ileri gelenlerinden biriydi. İslamiyet’i ilk kabul edenlerdendi. Akabe biatinde Medineli müslümanların temsilcisiydi. Uhud Gazvesi’nde Peygamber Efendimiz’in etrafından ayrılmayan birkaç yiğitten biriydi. Buna rağmen Rasûlullah Efendimiz onun memuriyet isteğini sükûtla geçiştirdi. 

Meziyet ile faziletin birbirinden başka şeyler olduğu unutulmamalıdır. Nice eli öpülecek, duası alınacak faziletli kimseler vardır ki, idarecilik ve yöneticilik yapacak kabiliyetleri yoktur. Üseyd İbni Hudayrradıyallahu anh’ın: “Falan kimseyi vali tayin ettiğin gibi beni de tayin etmez misin?” derken kastettiği zâtın Amr İbni Âsradıyallahu anh olduğu söylenmektedir. Amr İbni Âsradıyallahu anh yöneticilik ve kumandanlık konularında üstün meziyetlere sahipti. Hz. Ömer radıyallahu anh onun bu yönünü pek takdir eder ve “Amr’a mutlaka yöneticilik yaptırmak gerekir” derdi. Halkın menfaati işe ehil olanı tayin etmeyi gerektirdiği için Rasûlullah Efendimiz Amr bin Âsradıyallahu anh’ı yönetici yapmıştı.

Devletin idaresi kendilerine teslim edilecek kimseler,   Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ortaya koyduğu bu ölçüye göre seçilmelidir. Maalesef yönetici olmayı aşırı derecede isteyen kimseler, genellikle dünya zevklerine pek düşkün ihtiras sahibi kişilerdir. Tarih boyunca hep böyle olagelmiştir. Onların bu hırsı sebebiyle ordular birbiriyle çarpışmış, binlerce mâsum kanı dökülmüş, ırz ve namuslar çiğnenmiş, servetler heder olup gitmiştir.

Rabbimiz hakkını verebileceğimiz işleri yapmayı altından kalkamayacağımız büyük mesuliyetlerle bizi imtihan etmemesini dileriz. 

“…Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.” (Bakara, 286)