İslam’a Davet Bir Meslek Midir?

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2024 Mayıs / 138. Sayı

Bireysel ve toplumsal yaşamın İslam’dan fersah fersah uzağa düştüğü hazin bir çağın girdabındayız. Girdaptan kurtulmak için çırpınıyoruz, canhıraş gayret ediyoruz, ecel terleri döküyoruz ve çareler arıyoruz. Akıntının tersine yüzen ve selameti arayan yorgun kolların sahipleri gibiyiz. Yorgunuz ama umutsuz değiliz. İslam’la aramıza konulan engelleri aşmak ve onun kıyısında mesut bir hayat yaşayan bahtiyar evlatlar olmak istiyoruz. Uzun bir yolculuğun ardından hidayeti bulan ve kendisini İslam’ın çocuğu olarak kabul eden Selman radıyallahu anh ile aynı kaderi paylaşma, aynı hazzı duyma peşindeyiz. İslam güneşi yeniden doğsun, bizi yeniden doğursun diyoruz. Rahmet yağmurlarından daha bereketli İslam ahkamının sağanağı altında sırılsıklam olma arzusundayız. İslam’ın adalet ve merhametiyle gırtlağımıza kadar dolmak istiyoruz. Bunu sadece kendimiz için değil karanlıklar ortasında kalmış tüm biçareler, yardım eli bekleyip umutsuz düşen tüm divaneler için istiyoruz. Bu bir hayal değil, gerçekleşmeyecek bir ütopya değil mümin kalpleri neşelendiren, Allah yolunda azmi perçinleyen hakiki, sahici bir duygudur.

Evet, İslam bu zamanın hem yetim hem öksüz evladı olsa da bu duygular gerçekçidir. İnanıyoruz ki; bu günleri bize unutturacak yiğitler çıkacaktır içimizden. Tek dertleri İslam olan, dünyayı ellerinin tersiyle iten ve dünyanın kendi peşlerinden koştuğu yiğitler… Ana babaları tarafından özgürce Allah’a adanmış yiğitler… Allah için her şeylerinden vazgeçebilecek fedakâr, vefakâr yiğitler… İslam bugüne kadar onların sırtında yükseldi, bugünden sonra da aynısı olacak elbet.

Bu yiğitlere en çok ihtiyaç duyduğumuz çağdayız. Hz. Ömer’in radıyallahu anh özlem duyduğu bir oda dolusu adama biz de özlem duyuyoruz. Belki de O’ndan daha şiddetli bir şekilde… Çünkü İslam’ın sesinin kısıldığı, sözünün kesildiği bir zamanın içindeyiz. Sözümüz etkin, sesimiz keskin olsun istiyoruz. Boynu bükük, sesi kısık Müslüman görmek acı veriyor yüreklerimize. İslam’ın izzetiyle heybetle yürüdüğümüz günleri özledik. Aziz olduğumuz günler hep mazide kalmasın, şan ve şerefimize hep tarihten örnekler verilmesin. Bu günümüz de bizler için şeref sonrakiler için bir nişane olsun. Allah düşmanları hak ettikleri cevabı bugün de alsınlar. Hesaplar hep mahşere kalmasın, mümin gönülleri huzura erdirecek adalet bizim ellerimizle de gerçekleşsin.

Aziz ve Hamid olana yakinen iman ettik. Bu iman sebebiyle bela ve musibetlerle boğuşuyoruz diye gerisin geriye dönecek, rabbimize sitem edecek değiliz. Kulluğumuz, mücadelemiz son nefesi verinceye dek devam edecek elbet. Ancak artık ümmetimiz adına yüzümüzü ak edecek zaferler istiyoruz. Günler bizim lehimize dönsün diye niyaz ediyoruz. Yeni bir sabaha ulaştığımızda açlıktan vefat edenlerin, üzerlerine bomba yağanların, memleketlerinden sürgün edilenlerin haberlerini değil İslam’la hayat bulmuş mühtedilerin, büyük operasyonlar gerçekleştirmiş mücahitlerin, kıtalar katetmiş davetçilerin haberlerini okumak istiyoruz. Sadece bizim değil tüm dünyanın seyri değişsin, zulmün karanlığı yerini İslam’ın aydınlığına bıraksın istiyoruz.

İsteklerimiz çok. Evet, İslam adına bir şeyleri istemek, arzulamak boş ve değersiz şeyleri talep etmek gibi değildir. Ama hal böyle olsa da hep istemekle mi yetineceğiz. Müminler olarak bize düşen, amellerimize yansıyan hiç mi bir şey olmayacak!   

NEYE İHTİYACIMIZ VAR?

Geçiştirmeden, ezbere gitmeden cevap vermemiz gereken esaslı bir soru var: “Bugünün, bu şartların Müslümanı olarak başarıya ulaşmak için neye ihtiyacımız var?”

Tüm bu gidişatı değiştirmek için teşhisimiz ve tatbikimiz doğru olmak zorunda. İçinde bulunduğumuz hal ile arzu ettiğimiz hal arasında dağlar kadar fark var. Bu farkı kapatmak için sadece istemek yetmez. Bunun için ümmetin tamamının bu durumu dert edinmesi, hikmetli ve basiretli liderler öncülüğünde emin adımlarla yürümesi gerekir. Çünkü Rabbimiz sadece temenniyle bu işlerin yürümeyeceğini bildirmekte ve bizlerden icraat beklemektedir.

“Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı.” (Tevbe, 46.)

Peki bizler hangi durumdayız? Uzun bir nefes alıp yola koyulduk mu? İslam’ın galip gelmesi için bir hazırlığımız, plan ve programımız var mı? Nereden başlayıp nereye varacağımıza karar verdik mi? Bugün ve yarın için neyi hedefliyoruz? Hangi adımların bizi başarıya ulaştıracağını düşünüyoruz? 

Yoksa bir hazırlık içinde değiliz de kendimizi mi avutuyoruz!

PEYGAMBERİN (SAV) BAŞLADIĞI YERDEN BAŞLAMAK

Eğer avunmak ve avutmaktan yorulduysak ihtiyacımız olan da bellidir yapmamız gereken de! Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem nereden ve nasıl başladıysa bize lazım olan da odur.

“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar! Sadece rabbinin büyüklüğünü dile getir.” (Müddessir, 1-3.)

Bu ayet-i kerimeler Efendimiz’i sallallahu aleyhi ve sellem kaldıran, üzerindeki örtüyü attıran ayetlerdir. İslami hakimiyete giden yola bu şerefli sözlerle çıkılmış ve tarihte eşi benzeri az görülmüş bir zafer elde edilmiştir. Başta Efendimiz olmak üzere Müslümanlar birer birer üzerlerindeki örtüleri atarak büyük bir gayretle insanları İslam’ın nuruna davet ettiler. Bu ilahi vazifeyi yerine getirirken karşılarında duranların sahte güçlerine aldırış etmeden Allah’ın(cc) en büyük oluşunu seslerinin ulaştığı her yerde ilan ettiler. İman, şuur, ihlas, azim ve gayret… Ve akabinde gelen büyük bir zafer… Müslümanlar davetin ilk yıllarında sadece Mekke müşriklerinin karşısındayken kısa bir süre sonra devrin süper güçlerinin karşısına dikildiler. Dünyanın seyrinin değişmesi için çok değil sadece 30 sene yeterli oldu. İnanmış, azmetmiş, davayı dert edinmiş yiğitler kâh cihat meydanlarında kâh davet meydanlarında Müslümanların yüzünü ak edecek başarılara imza attılar ve bu örneklikle aramızdan ayrıldılar.

DAVETİN NERESİNDEYİZ?

Ümmetimizin gidişatını değiştirecek ve bizi yeniden hak ettiğimiz sahneye çıkaracak olan şey İslam davetine dört elle sarılmamız olacaktır. Çünkü Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem işe oradan başlamış ve metodun meyvesini kısa süre içinde almıştır. Hz. Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem risalet süresi boyunca en yakınında bulunanlardan başlayarak sonunda bütün Arap yarımadasını kapsayan davet faaliyetinde ulaştığı büyük başarı, onun uyguladığı davet metotlarının son derece tutarlı, makul, mantıki, sistemli, gerçekçi, olayların gelişimine uygun ve başarıya götürücü metotlar olduğunu göstermektedir. Bu metotların uygulanışında “hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme” şeklinde dört merhaleden geçildiği görülür. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, davet faaliyetinin başlangıcında öncelikle etrafında inançlı bir kadro oluşturma çabasına girmiş, daha sonra bu kadro elemanlarının da katkılarıyla gittikçe genişleyen bir Müslüman kitle oluşturulmuş ve son merhalede İslâm’ın hükümranlığını ayakta tutacak, başlattığı davet faaliyetlerini başka milletlere ve ülkelere taşıracak olan İslam devletini teşekkül ettirmiş, hem Allah’ın elçisi hem de bu devletin lideri sıfatıyla komşu ülkelerin devlet başkanlarına davet mektupları göndererek sonraki yüzyıllarda hızla gelişecek olan cihanşümul davet çalışmalarını fiilen başlatmıştır.[1]

Aradan asırlar geçse de yöntemler bazı yönlerden revize edilmeye ihtiyaç duysa da asıl takip edilmesi gereken ana yol davet olmak zorundadır. Ümmetimiz daveti önemsediği, hakkını gereğince ifa ettiği ölçüde öncü bir ümmet olma vasfını taşıyacaktır. Peki biz bu yöntemin neresindeyiz? Hazırlığımız var mıdır? Kadrolarımız nerededir? En azından kendi bulunduğumuz bölgelerde kitle haline gelebildik mi? Devletleşmeye dair çabalarımız bir yana buna dair umutlarımız hala canlı ve dinamik midir?

DAVETİ BİR MESLEK HALİNE GETİRMEK ZORUNDAYIZ!

Davetin bu merhalelerden geçmesi ve netice vermesi için ciddiyetle takip edilmesi gereken bir plan programa ihtiyaç vardır. Ancak bundan da daha elzem olan, bu işi tatbik edecek davetçi kadroların yetiştirilmesidir. Zira yolumuzun ana esasları kitabımızda, tatbiki de Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem hayatında en güzel haliyle mevcuttur. Burada bize düşen asıl kısım; Ashab-ı kiram misali Efendimize ve onun bıraktığı yola sahip çıkacak olan davetçilerin varlığını sağlamaktır.

Rabbimiz; “Sizden öyle bir cemaat bulunsun ki -onlar insanları- hayra davet etsin; iyiliği emredip kötülükten sakındırsın” (Âl-i İmran, 104.) buyurmakta ve bu durumu bizlere emir şeklinde bildirmektedir.

Rabbimizin bu buyruğuna icabet etmek ve davet yolunu sürdürmek için günümüz Müslümanına düşen görev geçmiş dönem Müslümanlarına düşenden kat be kat fazladır. Zira içinde bulunduğumuz zaman Müslümanların en edilgen oldukları, düşmanın saldırısına karşı en çok zafiyet gösterdikleri ve içerden akıl almaz bir hızla çürümeye başladıkları bir zamandır. Bu bakımdan olağanüstü şartlardan geçen, olağanüstü saldırılara maruz kalan ümmetin buna aynı şekilde mukabelede bulunması ve olağanüstü bir gayret sarf etmesi gerekecektir.

Geçmişimize baktığımızda Müslümanların davet alanında gösterdiği reflekslerin diğer alanlara nispetle biraz farklılık gösterdiğini müşahede ederiz. Söz gelimi; cihat ve fetih hareketleri düzenli ordu ve mücahitlerle, ilmi mirasın devamı medrese ve mollalarla, emri bi’l maruf nehyi an ’il- münker vb. vazifeler hisbe teşkilatı ve muhtesiplerle, vakıf sistemi vakıflarla daha muntazam bir halde seyrederken ümmetin en hayati fonksiyonu olan davet işi teşkilatlı bir yapıya dönüştürülmemiştir. Bunun sebebi Müslümanların bu alanı ihmal etmiş olmalarından ötürü değildir elbet. Çünkü neticeye baktığımızda ümmetin bu konuda çok yüksek bir gayret içinde olduğu ve ülke sınırlarının çok ötesinde büyük bir başarı elde edip İslam’ı dünyanın neredeyse tüm bölgelerine ulaştırdığı hakikati önümüzde durmaktadır. Burada davetin kurumsallaşmamasının arkasında başka bir sebep vardır ki bu da ümmeti Muhammedîn böylesine önemli bir farizayı sadece belirli kişilerin omzuna yüklemek istemeyip bizatihi tüm fertleriyle işe el atmasından ileri gelmektedir. Hal böyle olunca davet farizası diğer kurumlar gibi formal bir kalıba dökülmemiş kendi doğal sürecinde gelişim göstermiştir. Ancak bu doğallığı hiçbir sabitenin olmadığı gelişigüzel devam eden keyfi nitelikten ayırmak gerekir.      

Müslümanlar hayatın her safhasında gerilemenin varlığını derinden hissetmeye başladıktan sonra bu açığı kapatmaya yönelik olarak davet alanında yeni hareketlenmeler meydana gelmiş, bu işi daha teşkilatlı yapmak isteyen teşebbüsler ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru Afrika’da genişleyen misyonerlik çalışmalarına karşılık olarak Osmanlı Devleti’nin Uganda’dan başlayarak bölgenin diğer alanlarına yayılmak üzere faaliyet alanı belirlediği teşkilat, 20. Yüzyılın başlarında Mısır’da oluşturulan hareketler ve yine aynı yüzyılda çeşitli öncüler liderliğinde Hindistan’ın birçok şehrinde faaliyete geçen oluşumlar bu bağlamda zikredilebilir. Ancak bu girişimler de Müslümanları içinde bulundukları vaziyetten kurtarmaya yeterli olmamıştır.

Günümüze geldiğimizde ise davetle alakalı bazı değişimleri kabul etmek elzem olmuştur. Geçmişte ümmetimiz alimiyle, mücahidiyle, tüccarıyla çiftçisiyle bu vazifenin farzı ayn mı farzı kifaye mi olduğuna takılmaksızın azim ve gayret içinde ellerinden gelen tüm çabayı ortaya koymuşlardı. Ancak halihazırda bu iş Müslümanların pörsümüş vicdanlarına bırakılamayacak kadar vahim bir noktaya geldi. Davet alanının neredeyse tamamen sahipsiz kaldığı söylenebilir. İslam’ın hakimiyeti için gayret eden, din-i mübini öğretmek için kapı kapı dolaşan, her fırsatta insanların gündemine İslam’ı sokmak için fırsat kollayan velhasıl bu işi dert edinen davetçilerin sayısı o kadar azaldı ki bu kişilere normal hayatta tesadüf etmek sanki imkânsız hale geldi. Hal böyle olunca Müslümanların bu açığı kapatmak için yeni çareler araması kaçınılmaz oldu.

İçinde bulunduğumuz şartlar davetin belirli ve ehil kişilere özel olarak tahsis edilmesini bize dayatmaya başladı. Aksi halde bu fariza herkesin sorumluluğu ötekisine attığı bir lakaytlık içinde heba edilip gidilecek. Bu ise farz olan bir amelin terki sebebiyle tüm Müslümanları Allah celle celaluhu katında günahkâr bir duruma sokacaktır. Böyle bir duruma mahal vermemek için ehil kişilerin bu hususta titiz bir şekilde yeniden çalışmalara başlaması, ihtiyacı karşılayacak nitelikte davetçiler yetiştirmek üzere davetçi okulları açması ve bu ameliyeyi kurumsal bir muhtevaya sokması mühimdir. Bu kurumsallığın devamı için ise; tek işi davet olup rızık endişesi taşımayacak bireylerin finanse edilmesi, kendi maişetlerini temin edecek şekilde kendilerine maaş bağlanması ve söz konusu sistemin ayakta kalması için gerekli mali desteklerin sağlanması imkân sahibi tüm Müslümanların üzerine yüklenmiş dini bir sorumluluktur. Velhasıl bu işin selameti için davetçiliğin -ibadet ve ihlas kısmı ihmal edilmeksizin- mesleki bir forma dökülmesi, bunun bazı kişiler için meslek olduğu hakikatinin zihinlerimizde daima canlı olması elzemdir.


[1]. Dia, davet