Kavramlar – Mahmut Varhan / 2020 Nisan / 89. Sayı
Bütün peygamberlerin ortak mesajı tevhid akidesidir. Bütün peygamberler, tevhide davet etmek ve tevhid akidesini bozan küfür ve şirki ortadan kaldırmak için gönderilmiş ve bu gayeyi gerçekleştirmek uğrunda mücadele etmişlerdir. Bu yolda çok büyük meşakkatlere maruz kalmış, birçoğu yurtlarını terk ederek hicret etmiş ve pek çok peygamber de öldürülerek şehit edilmiştir. Peygamberlerden sonra onların ümmetleri tevhide davet etme ve şirki ortadan kaldırma sorumluluğunu üstlenerek bu yolda çok büyük mücadeleler vermişlerdir. Böylece tevhide davet etme ve şirki, küfrü ortadan kaldırma mücadelesi günümüze kadar ulaşarak çağımızdaki ümmet-i Muhammed’in omuzlarına yüklenmiştir. Tevhid ile şirk arasındaki mücadele/savaş bütün şiddetiyle devam etmekte olup kıyamet kopuncaya kadar da aralıksız sürecektir. Zira bu dünyamızın hilkat hikmeti ve âdemoğlunun şu zıtlar dünyasındaki imtihan sırrı budur.
Bütün bu büyük mücadelelere rağmen tarih boyunca tevhid akidesinden sapmalar meydana gelmiş ve muvahhitlerin kisvesine bürünen münafıkların sinsi desiseleri neticesinde tevhid akidesinden inhiraf/sapma hasıl olmuştur. İşte inhirafların zirveye çıktığı günümüzde bu inhiraf seline kapılmamak için tevhidin hakikatini, kısımlarını ve tevhidin zıddı olan şirkin hakikat ve kısımlarını bilmek; muvahhitlerin yolunu müşriklerin, mücrimlerin yolundan ayırt etmek zaruridir. Bunun için de Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyeyi sapasağlam bir yolla bize nakleden ve dosdoğru bir şekilde fehmeden fukahanın, muhaddislerin ve müfessirlerin kitaplarını anlayarak okumak ve incelemek gerekir. Bu birkaç makale ya da kitapçık okumakla hasıl olacak bir şey değildir.
Tevhidin Kısımları
Tevhid akidesinin kâmil bir şekilde meydana gelmesi için Allah azze ve celle’yi zatında tevhid etmek/birlemek, sıfatlarında tevhid etmek ve fiillerinde tevhid etmek gerekir.
1- Allahu Teâlâ’yı zatında tevhid etmek: Bütün mahlukatın tek bir yaratıcısının ve düzene koyucusunun bulunduğunu kabul edip ikrar etmektir. Âlemi yaratan ve işlerini düzene sokan birden fazla ilahlar olmadığı gibi birçok parçadan, unsur ve elementten mürekkep bir zat da değildir. Zira farklı parçalardan mürekkep olmak, yaratılmışlara mahsus bir durumdur. Halık-Yüce yaratıcı mahlukata, yaratılmışlara benzemekten münezzehtir. İşte birçok millet bu hususta şirke düşmüştür. Örneğin Mecusiler âlemin iki yaratıcısının olduğuna inanarak şirke düşmüşlerdi. Onlara göre âlemdeki hayrın yaratıcısı Yezdan, şerrin yaratıcısı da Ehrimen idi. Birincisini ışık-ateş, ikincisini ise karanlık temsil etmektedir. Bunun için de onlar ateşe tapmaktaydılar. İslam tarihinde ortaya çıkan itikadî mezheplerden Kaderiyye – Mutezile ve Şia mezhepleri de kulların şer fiillerinin kulların kendileri tarafından yaratıldığını benimsemekle bu vahim dalalete sürüklenmişlerdir.
Yunanlılar, Hindular ve Arap müşrikleri gibi pek çok millet de kâinatın işlerinin birçok tanrı tarafından düzene sokulduğuna inanarak şirke düşmüşlerdir. Hristiyanlar ise Allah’ın üç parçadan-uknumdan mürekkep tek bir zât olduğuna inanarak şirke düşmüşlerdir. İşte Allah azze ve celle yüce kelamında bütün bu müşrik toplumların tüm şüphelerini ve batıl vehimlerini izale etmeye kâfi vahdaniyet burhanlarını ve tevhid delillerini serdetmiştir. Ezcümle; Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Eğer Allah ile beraber, onların söylediği gibi, başka tanrılar da bulunsaydı, o zaman Arş’ın Sahibine ulaşmak için bir yol ararlardı. Allah onların söylediklerinden çok çok uzak, çok çok yücedir. Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.” (İsra, 42-44)
“Allah asla evlât edinmiş değildir. Onunla beraber başka bir tanrı da yoktur. Eğer olsaydı her biri kendi yarattığını kapar, böylece birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. Allah onların yakıştırdığı şeylerden uzaktır.” (Müminun, 91)
“Eğer gökte ve yerde Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisinde de düzen kalmazdı. Arş’ın Rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı şeylerden uzaktır.” (Enbiya, 22)
Bu ayet-i kerîmelerin açıkça ifade ettiği gibi şayet âlemi yaratmada ve işlerini düzene sokmada Allah azze ve celle dışında ilahlar olsaydı, her bir ilah kendi yarattıkları üzerinde bağımsızlığını ilan eder ve diğer ilahlara da galip gelmeye çalışırdı. Böylece kâinatta nizam, intizam, düzen ve disiplin diye bir şey olmazdı. Nitekim dünyada aciz meliklerin çokluğu dünyadaki nizamı altüst etmiş ve dünyayı bir savaş alanına çevirerek insanlığı bu iktidar ve çıkar savaşına kurban etmiştir. Hâlbuki pek zalim ve çok cahil olan insan elinin müdahil olmadığı kâinatta gözlemlenen bunun tam aksidir. Hiç şüphe yok ki bu durum birlikte hareket eden bu kâinatın tek bir yaratıcının eseri olduğunu ve tek bir müdebbir tarafından idare edildiğini göstermektedir.
2- Allahu Teâlâ’yı sıfatlarında tevhid etmek: Allah azze ve celle’ye mahsus olan sıfatların sadece onda bulunduğunu ve bu sıfatların ondan başkasında bulunmadığını kabul edip ikrar etmektir. Allah azze ve celle’nin hayat, ilim, irade, kudret, kelâm, semi’ ve basar gibi sıfatlarına iman etmektir. O’nun zatında bir benzeri olmadığı gibi sıfatlarında da bir benzeri olmadığını tasdik etmektir.
Allah’ı sıfatlarında tevhid etme konusunda O’nun sıfatlarını inkâr eden Mu‘attıla (Cehmiyye ve Mutezile) mezhebi ile O’nun sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzeten Müşebbihe-Mücessime mezhebi büyük bir dalalete düşmüşlerdir. Hâlbuki Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir şey O’na benzemez. O, her şeyi işiten, her şeyi görendir.” (Şura, 11) “Hiçbir şey O’na benzemez” cümlesi, Müşebbihe mezhebini reddetmekte; “O, her şeyi işiten, her şeyi görendir” cümlesi de Mu‘attıla (Cehmiyye ve Mu‘tezile) mezhebini reddetmektedir. Allahu Teâlâ bu hakikati ifade ederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: O Allah birdir. Her şey her halinde o Allah’a muhtaçtır; O hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğurmamış, doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlas, 1-4)
Diğer taraftan Batınîler, Rafizîler ve bazı sapkın tarikatlar kendi imamlarına ve şeyhlerine Allah’a mahsus olan sıfatları vererek büyük bir dalalete düşmüşlerdir. Bunlar imamların, ermişlerin ve şeyhlerin gaybı bildiklerini ve kalplere nüfuz ettiklerini, hidayet ve dalaletin onların elinde olduğunu ve iradelerinin kâinatın tedbiri ve düzene sokulması hususunda geçerli olduğunu iddia etmektedirler. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok ayet-i kerimede gaybı bilenin, hidayet ve dalaleti verenin ve bütün kâinatın işlerini düzene sokanın sadece Allahu Teâlâ olduğu açık bir şekilde belirtilmiştir.
Allahu Teâlâ’ya iman etme ve O’nu tanıma konusunda esmaul hüsna ve bunların delalet ettiği Allah’ın yüce sıfatları çok önemlidir. Zira akıl Allah’ın zatını idrakten acizdir. O’nun sıfatlarının keyfiyetini de idrak etmekten acizdir. Bundan dolayı “Kişinin aczini idrak etmesi, hakiki idrak ve kavrayıştır” denilmiştir. Yine Ziya Paşa benzer manada şu sözleri sarf etmiştir: “İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez/ Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Fakat akıl, Allahu Teâlâ’nın isimlerinin tecellisini ve sıfatlarının eserlerini müşahede ederek idrak edebilir. İşte bunun içindir ki “Allah’ın zatı hakkında tefekkür etmeyin. Ancak Allah’ın sıfatları (ve fiilleri) hakkında tefekkür edin” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ’nın sıfatlarının tecellisi olan fiilleri üzerinde durulmuş olup, bu fiiller üzerinde tefekkür ederek O’nun cemal ve celal sıfatlarını tanımamız ve ancak bu şekilde O’nun yüce zatını tanıyabileceğimiz vurgulanmıştır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan yüzlerce levhadan sadece iki levhayı arz etmekle yetinelim.
Birincisi: Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Haydi siz, akşama ulaştığınızda, sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde Allah’ı tesbih edin, ki göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur. Ölüden diriyi, diriden de ölüyü O çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız. Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz. Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır. Gece olsun gündüz olsun, uyumanız ve Allah’ın lütfundan (nasibinizi) aramanız da O’nun (varlığının) delillerindendir. Gerçekten bunda, işiten bir kavim için ibretler vardır. Yine O’nun delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteriyor, gökten su indirip ölümünün ardından arzı onunla diriltiyor. Doğrusu bunda, aklını kullanan bir kavim için (alınacak) dersler vardır. Göğün ve yerin O’nun buyruğu ile düzen içinde durması da O’nun (varlığının) delillerindendir. Sonra sizi topraktan bir çağırdı mı hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz. Göklerde ve yerde olanlar hep O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmiştir. Yaratmaya başlayan, sonra onu tekrarlayan O’dur, ki bu, O’nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O’nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Rum, 17-27)
İkincisi: Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sizi Biz yarattık; hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Gördünüz mü döktüğünüz meniyi? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Kimse bizi alıkoyacak değildir: Ne yerinize benzerlerinizi getirmekten ne de bilmediğiniz bir âlemde ve şekilde sizi tekrar yaratmaktan. İlk yaratılışınızı biliyorsunuz; öyleyse niçin hâlâ düşünmezsiniz? Gördünüz mü ektiklerinizi? Siz mi o ekinleri bitiriyorsunuz, yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik onu kupkuru çöp yapardık da geveler dururdunuz: “Mahvolduk, borca battık, “Biz mahrum kaldık” diye. Gördünüz mü içtiğiniz suyu? Onu buluttan siz mi indiriyorsunuz, yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardık; öyleyse niçin hâlâ şükretmezsiniz? Gördünüz mü tutuşturduğunuz ateşi? Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz onu bir ibret yaptık ve tutuşturanlar için yararlı kıldık. Öyleyse Ulu Rabbinin adını kusurdan ve ortaktan tenzih et.” (Vakıa, 57-74)
3- Allahu Teâlâ’yı fiillerinde tevhid etmek; Allah azze ve celle’ye mahsus olan fiillerin sadece O’nda bulunduğunu ve O’nun dışında herhangi bir kimsede bu fiillerin (O’nda bulunduğu şekliyle) bulunmadığına itikâd edip teslim olmaktır. Allahu Teâlâ’nın yaratmak, rızık vermek, öldürmek, diriltmek, aziz kılmak, zelil düşürmek ve kâinatın bütün işlerini düzene sokmak gibi pek çok fiillerinin bulunduğunu kabul/tasdik etmektir. Bu konuda şu ayet-i kerîme ne kadar da manidardır: “ Allah’ın kendisine verdiği hükümranlıkla şımarıp da İbrahim ile Rabbi hakkında tartışmaya giren kimseyi görmedin mi? İbrahim “Benim Rabbim dirilten ve öldürendir” dediği zaman, o “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim ise “Benim Rabbim güneşi doğudan getirir; haydi, sen de onu batıdan getir” dedi ve o kâfir donup kaldı. Zaten Allah öyle zalimler güruhuna yol göstermez.” (Bakara, 258) Görüldüğü gibi İbrahim aleyhisselam, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanıtmak için, O’nun çok geniş bir dairede tecelli eden hayat ve ölümün sahibi olma sıfatını, diriltme ve öldürme fiillerini O’na isnat ederek belirtince; iktidarı sebebiyle azgınlaşmış olan Nemrut, diriltme ve öldürme fiillerinin kendisinde de bulunduğunu iddia ederek bir nevi ilâhlık taslamaya çalışmıştır. Allah azze ve celle de Hz. İbrahim’e kuvvetli bir hüccet ilham ederek “Benim Rabbim güneşi doğudan getirir; haydi, sen de onu batıdan getir” (Bakara, 258) demek suretiyle o azgın kâfiri rezil rüsva etmiştir.
Allah azze ve celle pek çok fiilini bir arada zikrederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter. Gündüzü geceye katar, geceyi de gündüze katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini de hesapsız şekilde rızıklandırırsın.” (Âl-i İmran, 26-27)
Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “O Allah ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra da Arş üzerine istivâ etmiştir. Ondan başka sizin ne bir veliniz vardır ne bir şefaatçiniz. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? Gökten yere kadar her işi O çekip çevirir. Sonra bütün işler, sizin hesabınızla bin sene kadar tutan bir günde Ona yükselir. İşte bu, görüneni de görünmeyeni de bilen, kudreti her şeye üstün olan, rahmeti her şeyi kuşatan Allah’tır. O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı, insanı yaratmaya da çamurdan başladı. Onun neslini ise bayağı bir suyun özünden yarattı. Sonra ona güzel ve düzgün bir biçim verdi ve ruhundan üfledi. Böylece size kulaklar, gözler, kalpler verdi. Fakat ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde, 4-9)
Allah azze ve celle’nin fiillerinden herhangi birini başka bir varlıkta tasavvur etmek ve başka bir varlığın böyle bir yetkiye sahip olduğunu kabul etmek, fiillerinde Allah’a şirk koşmaktır. Zamanımızda bunun en açık örneği bazı âlimlerin Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından olduğunu diğer bazı âlimlerin de Allahu Teâlâ’nın fiillerinden olduğunu kabul ettikleri teşri/yasama hakkını kullara verenlerin işlediği şirktir. Bu konuda muhterem Hasan Karakaya rahimehullah şöyle demektedir: “Allahu Teâlâ’nın, tek yaratan ve tek yöneten olması hasebiyle kendisine ait birçok hususiyeti ve özelliği vardır. Bunlardan biri de yasaları koyması, helal ve haramı belirlemesi, yasak olanı ve serbest olanı bildirmesidir. Binâenaleyh, kim yasa koymayı veya helal ve haramı belirlemeyi Allah’ın dışında herhangi bir fert veya topluluğa verecek olursa, Allah’a ortak koşmuş olur. Zira Yüce Allah hem kâinatı yoktan var eden hem de onu düzenleyen ve gerekli kanunları koyandır. Hiç Hâlık, yarattıklarını düzensiz, başıbozuk bırakır mı? Elbette ki bunun cevabı “Hayır!” olacaktır.
Evet, yasaları Allah koyduğundan kendisi dışında yasa koyanları, Yüce Allah’a ortak koşulanlar diye sıfatlandırmış ve şöyle buyurmuştur: “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyi, kendileri için dinden bir şeriat (yasa) yapan ortakları mı var?” (Şura, 21). Görüldüğü gibi Allah izin vermediği halde yasa koyanların yasalarına hür iradeleri ile bağlı kalanlar, yasa koyanları Allah’a ortak koşmuş olurlar. Nitekim şu ayetin manası bunu ifade etmektedir: “Onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) hahamlarını ve papazlarını Allah’ın dışında rabler edindiler.” (Tevbe, 31).
Bu ayette zikredilen Ehl-i Kitap, hahamlarının ve papazlarının kâinatı yarattığına inanmıyor ve onlara herhangi bir ibadet de yapmıyorlardı. Fakat onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen şu hadisin izah ettiğine göre hahamların ve papazların koydukları yasalara bilerek ve isteyerek itaat ediyorlardı. Böylece onları rabler edinmiş oluyorlardı. Adiyy b. Hâtim radıyallahu anh diyor ki: “Boynumda altından bir haç bulunarak Rasûlullah’ın yanına geldim. Rasûlullah “Ey Adiyy, bu putu üzerinden at” dedi ve onun Tevbe Suresi’nden şu ayeti okuduğunu duydum: “Onlar (Yahudi ve Hıristiyanlar) hahamlarını ve papazlarını Allah’ın dışında rabler edindiler.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Dikkat et, onlar haham ve rahiplerine ibadet etmiyorlardı. Fakat onlar bir şeyi helal kıldıklarında onu helal sayıyorlar, haram kıldıklarında da onu haram kabul ediyorlardı.” (İşte bu Allah’tan başkasını Rab edinmek demektir.)”[1] [2]
[1]. Tirmizî, 3095
[2]. Hasan Karakaya, İslam Akaidi, s. 175-176.