Kavramlar – Mahmut Varhan / 2022 Kasım / 120. sayı
Hani Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”
(Lokman, 13)
D- Allah’ın İlim Sıfatı Hususunda O’na Şirk Koşulması:
Mutlak olarak gaybı bilmek, Allamu’l-ğuyûb olan Allah azze ve celle’ye mahsustur. Gizli-açık her şeyi bilen ve ilmiyle zerrelerden en büyük kürelere kadar her şeyi ihata eden sadece O’dur. O’nun dışındakilerin ilmi, ancak O’nun izin verdiği ve takdir buyurduğu kadardır. Allah azze ve celle bu temel hakikati Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde açık bir şekilde ifade etmiştir. Ezcümle;
“De ki: Göklerde ve yerde, Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” (Neml, 65)
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, yaş- kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” (En’am, 59)
“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokman, 34)
“Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Bütün işler O’na döndürülür. Öyle ise O’na kulluk et ve O’na tevekkül et. Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Hud, 123)
Melekler, Peygamberler, Allah’ın veli kulları olan müminler ve diğerleri ancak Allah’ın izin verdiği ve takdir buyurduğu kadar ilme sahiptirler. Nitekim yüce Mevla şöyle buyurmaktadır:
“O, gaybı bilendir. Hiç kimseye gaybını bildirmez. Ancak seçtiği Rasûller hariç (Onlara bildirir). Fakat O, Rasûlün önünde ve arkasında gözetleyici (melek)ler yürütür ki, rasûllerin, Rablerinin vahiylerini tebliğ ettiklerini bilsin. Allah, onların her hâlini kuşatmış ve her şeyi inceden inceye sayıp dökmüştür.” (Cin, 26-28)
“O, kulların önlerinde olanı ve arkalarında olanı (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.” (Bakara, 285)
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: ‘Kör ile gören hiçbir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?” (En’am, 50)
“De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.” (A’raf, 188)
Gaybı bilenin yalnızca Allah azze ve celle olduğu hakikatini, Hz. Peygamber de birçok hadisi şerifte açık bir şekilde beyan etmiştir. Ezcümle;
Rubeyyi’ bt. Muavviz radıyallahu anha şöyle anlatıyor: “Ben evlendiğim zaman, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem geldi ve yatağımın üzerine oturdu. Bu sırada cariyelerimiz def çalıp, Bedir günü şehit düşen babalarımız hakkında mersiyeler söylemeye başladılar. İçlerinden birisi: “Aramızda yarın olacakları bilen Peygamber var!” manasında bir mısra okudu. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem; “Böyle deme! Söylemekte olduğun diğer şeyleri söyle.” dedi.
İbni Mace’nin rivayetinde şöyledir: “Hayır, bunu söylemeyiniz. Çünkü yarın olacakları bilen Allah’dır.”
Bu açık hakikate rağmen daha sahabeden birçoklarının yaşadığı tabiin döneminde Hz. Peygamber’in mutlak olarak gaybı bildiği inancı yavaş yavaş yayılmaya başlamış olmalı ki, Hz. Aişe validemiz özellikle bu konuya dikkat çekerek şöyle buyurmuştur:
Hz. Aişe radıyallahu anha Mesrûk’a: “Her kim sana Muhammed’in gaybı bilir olduğunu söylerse, muhakkak yalan söylemiştir. Çünkü Yüce Allah: ‘De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah ‘tan başka kimse bilmez…”‘(Neml, 65) buyuruyor, demiştir.” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın kendisine bildirmesiyle geçmiş ve gelecek pek çok gaybî olan konuda ümmetini bilgilendirmiştir. Bu konuların bir kısmı Kur’an-ı Kerim’de, diğer bir kısmı da sünnet-i seniyyede bildirilmiştir. Bu, Allah azze ve celle’nin hem ona ve hem de onun vasıtasıyla ümmetine bahşetmiş olduğu ilahi bir ikramdır. Yoksa Allah’ın bildirmesi olmasaydı, Hz. Peygamberin bir beşer olarak bunları bilmesi mümkün olmazdı.
Yukarıda geçen ayet-i kerimelerde bu husus açıkça ifade edilmiştir. Yine Rasûlullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinden bazı kimselerin muhaddes/mülhem (ilhama mazhar) olacaklarını ve Hz. Ömer’in de bunlardan olduğunu sahih hadis-i şerifte bize haber vermiştir. Bu da Allah azze ve celle’nin bu veli kullarına ve onlar vasıtasıyla ümmet-i Muhammed’e bahşettiği bir ihsanıdır. İster Hz. Peygamber’e vahiy yoluyla bildirilen kat’i ilim olsun ister de kâmil iman sahibi olan muttaki müminlere ilham yoluyla bildirilen gayb ile ilgili bazı hususlar olsun; bütün bunlar yalnızca Allah’ın fazlı ve ihsanıdır. Vahiy yoluyla Peygamberlere bildirilen gaybî bilgilerde yanılma söz konusu olmayıp yakîn ifade ederken, ilham yoluyla Allah’ın veli kullarına bildirilen gayb ile ilgili hususlar yakîn ifade etmeyip, yanılma ihtimali bulunmaktadır.
Hz. Peygamber, cinlerden haber alarak veya bazı emarelere dayanarak gaybı ve geleceği bildiklerini iddia eden kahinlere ve medyumlara gidenlerin ve onların söylediklerini tasdik edenlerin imanlarının sıkıntıya düşeceğini bildirerek şöyle buyurmuştur: “Kim kâhine gider ve ona bir hususta soru soracak olursa, kırk gün boyunca namazı kabul olunmaz.”
Ebu Hureyre radıyallahu anhu dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kim bir arraf (medyum) veya kâhine gider de söylediklerini tasdik ederse, Muhammed’e indirileni (Kur’an’ı) inkâr etmiştir.”
Fakat bu açık hakikate rağmen tarihin pek çok döneminde haktan sapan insanlar, gizemli bazı kişilerin ve cinlerin gaybı bildiklerini sanmışlardır. Öyle ki Hz. Süleyman aleyhisselam’ın o ihtişamlı ve âdil olan ilahi yönetimi döneminde bile sapkın insanlardan bazıları cinler hakkında bu şekilde bir saplantıya kapılmışlardır. Allahu Teâlâ da cinlerin gaybı bilmediğini onlara açık bir şekilde göstermek için Hz. Süleyman’ın ruhunu özel bir şekilde kabzetmiştir. Bu olay da Kur’an’ı Kerim’de bizlere şu şekilde anlatmıştır: “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe, 14)
Ehli Sünnet ve’l Cemaat alimlerinin, Kur’an ve Sünnet naslarına dayanarak üzerinde ittifak ettikleri ve akaid kitaplarında açık bir şekilde ifade ettikleri bu açık hakikate rağmen, teessüf ki İslam tarihi boyunca bu hususta sapkın bir inanca sahip olanlar bulunmuştur. Özellikle Hz. Ali’nin hilafeti döneminden itibaren bu ümmet içerisinde örgütlenen ve Hz. Ali ile Ehli Beyt imamlarına iftirada bulunarak onların taraftarı gibi gözüküp ümmeti bölmeye çalışan sapkın Rafiziler arasında bu bozuk inanç bir hayli yayılmıştır. İmamlarının (ki imamlar onlardan beridir) mutlak gayb bilgisine sahip olduklarını iddia ederek Allah’a, Peygamber’e ve ehli beyt imamlarına iftira etmektedirler. Şayet bunlar Allah’tan bağımsız olarak imamların gayb ilmini müstakil bir şekilde bildiklerini iddia edecek olsalar, zaten dinden çıkarlar. Şayet ihtiyaç duydukları her türlü gaybî bilginin Allah tarafından onlara verildiğini iddia ediyorlarsa, bu durumda hevalarına tabi olan aşırı bidatçiler sınıfından olurlar. Diğer taraftan kendilerini Ehli sünnete nispet eden ve şeyhlerini tazim etmekte aşırıya giden mutasavvıf bazı kimselerde veli olduklarını iddia ettikleri kimselerin gayb ilmine muttali oldukları zannına kapılmışlardır. Bu çevreler arasında veli denilen kimselerin, müridlerinin bütün hallerinden haberdar oldukları hatta onların kalplerinden geçirdikleri düşüncelerini dahi bildikleri inancı bir hayli yayılmıştır. İşte bu sapkın inanç sayesinde açıkça şirk olan pek çok sözler ve davranışlar bu tür kimselerden görülüp işitilmektedir.
Hasan Karakaya rahimehullah şöyle demektedir: “Bu konu ile ilgili olarak bir tarikat şeyhi, vefat eden şeyhi hakkında şunları söylemiştir: “İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar, bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yere o gelince, orası nimetlerle dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve manevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşer, parmaklarını ısırırlardı.”
Görüldüğü gibi bu ifadelerde, Allah’a ait olan sıfatlar ve fiiller, aciz kullara isnat ediliyor, bilmeyerek de olsa, Allah’a sıfatlarında veya fiillerinde ortak koşuluyor. Allah’ı hakkıyla birleyen bir mümin, bu tür ifadelerden ve abartılardan kaçınmalıdır.”
E- Allah azze ve celle’nin Kudret ve Tasarruf Sıfatı Hakkında O’na Şirk Koşulması:
Kur’an ve sünnette kat’i bir şekilde bildirildiği üzere irade ve kudretiyle yaratma sıfatı yalnızca Allah azze ve celle’ye mahsustur. O’ndan başka bir zerreyi dahi yaratma kudretine sahip olan ve bir zerrede dahi tasarruf etme yetkisine sahip olan hiç kimse yoktur. Zerrelerinden en büyük kürelerine kadar bütün kâinatı irade ve kudretiyle yaratan ve kâinat üzerinde tasarruf sahibi olan sadece O’dur. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de açık bir şekilde ifade edilmiştir. Ezcümle;
“Allah’tan başka taptıklarınızın size yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta kendilerine bile yardım edemezler.” (A’râf, 197)
“(Ey Muhammed!) Yemin olsun ki, eğer sen onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan elbette, ‘Allah yarattı’ derler. Sen onlara şöyle de: ‘Söyleyin bakalım, eğer Allah, bana herhangi bir zarar vermek istese, sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınız O’nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut bana bir rahmet dilese, O’nun bu rahmetini durdurabilirler mi?’ De ki: ‘Bana Allah yeter. Güvenenler sadece O’na güvenirler.” (Zümer, 38)
“… Mülk Allah’ındır. O’nu bırakıp taptığınız ilâhlar, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip değillerdir. Eğer Allah’tan başka taptıklarınızı çağırırsanız, çağırmanızı duymazlar. Duysalar bile size cevap vermezler. Kıyamet günü de kendilerini Allah’a ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Sana, her şeyden haberdar olan Allah gibi haber veren olmaz.” (Fatır, 13-14)
“Doğru dua ancak Allah’a yapılandır. Allah’ın haricindeki dua ettikleri varlıklar ise, dua edenlerin hiçbir şeyine cevap veremezler. Allah’tan başkasından yardım isteyenlerin durumu, ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu hâlde kâfirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir.” (Ra’d, 14)
“(Ey Muhammed!) De ki: “Allah’ı bırakıp da ilâh olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip değillerdir. Onların yerde ve gökte hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah’ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.” (Sebe, 22) Daha bunlara benzer sayısız ayet’i kerimeler bulunmaktadır. Bütün bunlar açık bir şekilde ifade etmektedir ki kâinatı yaratma, kâinat üzerinde tasarrufta bulunma ve kâinatı yönetme Allah’a has olan fiiller olup; O’nun irade ve kudret sıfatlarının tecelli etmesidir. O’nun dışında herhangi bir varlığın bir zerreyi dahi yarattığına, kâinat üzerinde mutasarrıf olduğuna ve kâinatta meydana gelen olaylarda bağımsız olarak veya Allah ile birlikte müessir olduğuna inanmak bu sıfatlarında Allah’a ortak koşmaktır.
Bu konuda Hasan Karakaya rahimehullah şöyle demektedir: “Kâinatı yönetme yalnız Allah’a aittir. Allah’ı fiillerinde birlemeye ters düşen ve kulu şirke düşüren düşünce ve inançlardan biri de kâinatın sevk ve idaresinin Allah’ın dışında herhangi bir yaratığa ait olduğuna veya Allah’la birlikte onun da yetkisi dahilin de bulunduğuna inanmaktır. Kâinatı yönetenin yalnız kendisi olduğu hususunda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gökten yeryüzüne, bütün işleri idare edip yürüten O’dur.” (Secde, 5)
Bu konuda tasavvuf erbabının, şeyhleri hakkındaki çeşitli taşkın ifadeleri ve Şiîlerin imamları hakkındaki aşırı düşünceleri asla doğru değildir. Zira bunlar, Allah’ın tek yöneticiliğine gölge düşürmektedir. Konu ile ilgili olarak Humeynî şöyle diyor: “İmam olan kişi için egemenliği kullanma gücü olduğunu belirlemek, imamın manevî makamının bulunmadığı, sadece egemenliği kullanma yetkisinin bulunduğu anlamına gelmemektedir. Zira imamın egemenlik yetkisine ilaveten, onun manevî makamları da vardır. Bu manevî makamlar, “İlahî küllî hilâfet (Allah’ın kayıtsız şartsız halîfesi olma)” makamını ifade eder. Bazen imamların beyanlarında bu manevî makam zikredilmektedir. Bu evrensel bir hilâfet olup bu hilâfet gereğince, “Bütün zerreler veliyyu’l-emre boyun eğerler.” Mezhebimizin gereğince, bu manevî makamlara melek-i mukarreb ve nebiyy-i mürsel dahi erişemez…”
(Bu inancın en tehlikeli sonuçlarından biri şudur ki, bu inanca sahip olanlar ancak Allah azze ve celle’nin bahşedip verebileceği hususları, bu tür makamlara sahip olduklarına inandıkları kişilerden istemektedirler. Bu şekilde yardım isteme sapkınlığı, cahil kesimler arasında o kadar aşırı bir hal almıştır ki, adeta Allah dilemese bile kutsadıkları şahsiyetlerin kendilerine yardım edebileceğine ve kendilerini sıkıntılardan kurtarabileceklerine inanmaktadırlar. Bu husustaki düşünceleri ve yardım isteme şekilleri neredeyse cahiliyye müşriklerinin hallerine benzer bir durum arz etmektedir.)
Hasan Karakaya rahimehullah devamla şöyle demektedir: “Bu şirkten maksat, Allah’tan başkasının veremeyeceği herhangi bir şeyi, Allah’tan değil de başkasından istemektir. Mesela; kulun bizzat ölülerden günahlarını affetmelerini, kalbini hidâyete erdirmelerini, sıkıntılarını gidermelerini, ihtiyaçlarını karşılamalarını istemesi, bu şirktendir. Bu şirke cahillerin kaydıkları gibi yer yer bilgili olan ancak itikadi konularda hassas olmayan insanların da sürüklendiği müşahede edilmektedir. Aşağıdaki satırlarda bu tür sapmalar görülmektedir.
Abdulvehhâb b. Ahmed eş-Şa’rânî “Tabakâtu’l-Kübrâ” isimli eserinde aşırı giderek tasavvuf şeyhlerinden biri olan Ahmed el-Bedevî hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Efendim Abdulazîz, kendisine Şeyh Ahmed Bedevî Efendi sorulduğunda şöyle derdi: “O, dibine ulaşılamayan bir denizdi. Onun haberlerini, Frenk memleketlerinden esirleri kurtarıp getirdiğini, kendisinden yardım dileyenleri yol kesici eşkıyalardan kurtardığını, ondan yardım isteyenlerle yol kesenlerin aralarına girdiğini anlatmak için defterler yetmez. Allah ondan razı olsun.”
Şa’rânî, sözlerine devamla diyor ki: “Ben hicrî 945 yılında Abdul’âl’in minaresinin üzerinde kendi gözlerimle bir esir gördüm. Elleri ayakları bağlı, aklı gidip geliyordu. Kendisine sebebini sordum. Bana dedi ki: “Ben Frenk memleketlerinde esir iken gecenin sonunda efendim Ahmed el-Bedevî’ye yöneldim, bir de ne göreyim! O yanımda. Hemen beni aldı havadan uçurarak getirip buraya koydu. Bu kişi orada iki gün bekledi. Aniden alınıp getirilmesinin şiddetinden hep başı dönüyordu.”
Şa’rânî diyor ki: Ahmed el-Bedevî şöyle dedi: “Rabbimin izzetine yemin olsun ki, kim benim mevlidimde bulunduğu zaman günah dahi işleyecek olursa, mutlaka en güzel bir şekilde ondan tevbe eder. Ben vahşi hayvanları yönetip onları birbirlerinden korurken, denizdeki balıkları besleyip onları birbirlerinden himaye ederken, mevlidimde hazır bulunanı korumamdan Allah beni aciz bırakır mı?”
Bu kadar eser yazmış bir kişinin ağzından bunları duymak oldukça şaşırtıcı ve hayrete düşürücüdür.
Allah’tan başkasından bir şey dilemenin dinden çıkarıp çıkarmadığı hususunda itikat âlimlerinden şu görüşler nakledilmiştir:
a. Eğer, Allah’tan başkasından yardım dileyen kişi, kendisinden yardım dilediği zattan, kendi başına müstakil olarak istenileni var edip verebileceğine inanarak isteyecek olursa, böyle bir kişi ittifakla dinden çıkar, mürted olur. Çünkü onu kutsayıp ilâhlaştırmıştır. Bunun Kur’an’da delilleri oldukça çoktur.
b. Şayet yalnız Allah’ın gücünün yettiği bir şeyi Allah’tan başkasından isteyen kişi, istediği şeyi Allah’ın var edip yarattığına iman eder, ancak kendisinden yardım dilediği kişinin, Allah katındaki itibarı ve yüksek derecesinden dolayı, Allah’ın, yarattığı şeylerden, dilediğini dilediği kimseye verme gücüne sahip olduğuna inanır ve Allah’tan değil de o zattan isteyecek olursa, işte böyle birinin günahkâr olacağı ittifak konusudur. Ancak kâfir olup olmayacağı ihtilaflıdır.
Âlimlerin bir kısmına göre, bu kişi de bir önceki gibi müşrik olur ve dinden çıkar. Zira tarihteki şirklerin kahir çoğunluğu bu türden olmuştur. Allah’a yaratıcılığında ortak koşmak pek nadir vuku bulmuştur. Nitekim Kureyş müşriklerinin şirki bu kabildendir. Aracı yapma şirkidir. Çünkü bunlar taptıkları putlardan taleplerini Allah’a ulaştırmalarını, böylece kendilerine fayda sağlamalarını ve zararlarını önlemelerini istiyorlardı. Taptıklarının, isteklerini tek başlarına yaratacaklarını iddia etmiyorlardı. Bilakis putları sadece Allah ile kendi aralarında şefaatçi yaptıklarını açıkça söylüyorlardı. İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” (Zümer, 3)
Diğer bazı âlimlere göre ise, eğer kişi ancak Allah’ın verebileceği bir şeyi, Allah’ın yarattığına iman eder, bununla birlikte o şeyi Allah’tan değil de Allah katındaki itibarı ve yüksek derecesine inanarak başka birinden isteyecek olursa; böyle bir kişi yaratıcısını birlediğinden, isteyeceği mercide yanlış yapmış, adeta komada olan bir hastadan kendisine yardım etmesini ister olmuştur. Bu itibarla hedefini şaşıran bir sapık, bid’ate sürüklenen bir günahkâr olmuştur. Buna kâfir anlamına eşit olan müşrik demek doğru değildir. Bunu Kureyş müşrikleriyle kıyaslamak, farklı şeyleri birbirine benzetmek olur. Zira bu kişi, “Lâ ilâhe illallah” diyerek inancında Allah’ı birleyen biridir. Bunu söylememek için gerektiğinde kellelerini veren Kureyş müşrikleriyle aynı kefeye koymak afaki bir karar olup meselelerin inceliği göz önünde bulundurulmamış olur ki, bu da itikâdî konularda asla kabul edilemez. Konu ile ilgili olarak bazı âlimler şunları söylemişlerdir:
Yusuf b. Ahmed ed-Dicvî diyor ki: “Allah’tan başkasından yardım dileyen Müslüman kişi, kendisinden yardım istenen mahlûkun, herhangi bir hususta kendi başına hareket ettiğine, Allah’tan yardım almadığına, ona başvurmadığına inanmamaktadır. Bu asla bahse konu olamaz.”
Ahmed b. Zeynî Dahlân diyor ki: “İnsanları şirke düşüren şey, Allah’la birlikte başka bir ilâhın olduğuna veya Allah’tan başkasının, bir şeyin var edilmesinde etkisi bulunduğuna inanmakla gerçekleşir. Müslümanlardan hiçbir kimse, Allah’tan başkasının ilâh olduğuna veya bir şeyin var edilmesinde etkisi bulunduğuna inanmamaktadır.”
Muhammed bin Alevî el-Mâlikî diyor ki: “Allah’tan başkasından yardım dileyen kişi kâfir olmaz. Ancak Allah’tan başkasının yaratacağına, yoktan var edeceğine inanırsa, o zaman kâfir olur.”Kitabının başka bir yerinde şöyle diyor: “Müslümanların sözünde bir şeyi Allah’tan başkasına isnat ettikleri görülürse, bunu mecâzî manaya yorumlamak gerekir. Onların kâfir olduklarını söylemeye dair herhangi bir yol yoktur.
Bu husustaki naçiz kanaatimiz şudur: Allah’tan başkasından yardım dileyen, verilmesini istediği şeyin Allah tarafından yaratıldığına inansa dahi, böyle bir istek ittifakla meşrû olmayan bir bid’attir. Şirk saymayanlar olsa da bizce şirk emareleri taşıdığı aşikârdır. Allah’ı her yönüyle birlemekle yükümlü olan bir Müslümanın, Allah’ı bırakıp da aciz mahlûklardan bir şey dilemesi, tevhid inancı ile bağdaşmamaktadır. Böyle birinin ahirette hesabı çetindir. Cehaletinin kendisi için mazeret sayılıp sayılmayacağını Allah bilir. Bu itibarla böyle bir istekten şiddetle kaçınılmalıdır. Zira şirk olup olmadığı tartışılan böyle bir duruma düşmek, Müslümana yakışmamaktadır.