Küfür Kavramı-6

Kavramlar – Mahmut Varhan / Aralık 2024  / 145. Sayı

c) Şeriatı İnkâr Etmek:

Bir önceki yazıda şeriatı inkâr etme türlerinden şu üç konu üzerinde durmuştuk:

1) Şeriatın tümünü inkâr etmek

2) Şeriatın bir kısmını inkâr etmek

3) Şeriatı yürürlükten kaldırıp, onun yerine başka bir hukuk sistemini uygulamak

Bu yazımızda şeriatın inkârı neticesinde ortaya çıkan küfür çeşitlerinden diğer bazıları üzerinde durmaya çalışacağız.

4) Zarûriyyat-ı Diniyyeyi İnkâr Etmek:

İmanın temeli Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i tasdik etmek olduğu gibi; küfrün temeli de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i tekzib etmektir. Rasûlullah’dan sabit olduğu kesin olarak bilinen herhangi bir şeyi reddetmek, onu tekzib etmek anlamına geleceği için küfürdür. Burada mühim olan, reddedilen bu şeyin, Hz. Peygamber tarafından ümmete bildirildiğinin sabit olmasıdır. Bunun ölçüsünü de alimlerimiz şöyle koymuşlardır: Dinden olduğu zarureten (alim-cahil, büyük-küçük herkes tarafından) bilinen hususlar, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği sabit olan hususlardır. Bunların inkârı, Hz. Peygamberi tekzib etmek anlamına gelir. Peygamberi tekzib eden ise kafir olur.

“(Rasûlüm!) Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler açıkça Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Fakat onlar, yalancılıkla itham edilmelerine ve eziyete uğramalarına rağmen sabrettiler; sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazıları sana da geldi.”[1]    

Ayet-i kerimede açıkça ifade edildiği üzere zalimler/kafirler, Hz. Peygamberin Allah’tan alarak ümmetine tebliğ ettiği hakkı inkâr etmektedirler. Diğer bütün peygamberlere de aynı şekilde davrandıkları belirtilmektedir. Zira Allah’ın şeriatı ancak peygamberleri aracılığıyla bilinmekte olup, peygamberlerin tebliğ ettiği hakikat ve hükümleri reddetmek ve onların tekzib etmek, Allah’ın şeriatını reddetmek olup küfür olacağında şüphe yoktur. Buna göre Hz. Peygamber tarafından tebliğ edildiği zarureten bilinen namaz, zekât, oruç, hac ve cihad gibi emirleri inkâr etmek veya zina, içki, kumar ve faiz gibi yasakları helal kabul etmek bütün alimlerin ittifakıyla küfürdür. Aynı şekilde meleklerin ve cinlerin varlığını, ahiretin, cennet ve cehennemin hak olduğunu, kıyametin kopmasından sonra haşredilmenin sadece ruh ile olmayıp beden ile gerçekleşeceğini inkâr etmek de icmâ ile küfürdür.   

5) Şeriat İle İstihza/Alay Etmek:

  Allah’ın şeriatını küçümsemek, değersiz görmek, onu alaya almak ve tahkir etmek de alimlerin icmâ-ı ile küfürdür. Aynı şekilde şeriatı temsil ettiği ve dinin bir nişanesi/simgesi olduğu kesin olarak bilinen herhangi bir hususu hafife almak, alay etmek, değersiz görmek veya böyle bir hususa sövmek de küfürdür. Bundan dolayıdır ki Kuran-ı Kerimi pisliklerin içine atmak, yakmak, onu hafife alacak ve değersiz kılacak herhangi bir söz söylemek veya bir davranış ortaya koymak küfür kabul edilmiştir. Aynı şekilde peygambere sövmek veya Kâbe’ye hakaret etmek ya da İslam dininden olduğu kesin bilinen herhangi bir hususu alaya almak küfür sayılmıştır. Yine dini temsil ettikleri için alimlerle alay etmek ve onları tahkir etmek küfür alameti kabul edilmiştir. Günümüzde özellikle laik çevreler arasında yaygın hale gelen bu küfür çeşidi hakkında yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Münafıklar, kendileri hakkında kalplerindekini ortaya çıkaracak bir sûrenin indirilmesinden endişe ediyorlar. De ki: “Alay edin bakalım! Allah mutlaka o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır.” Şâyet kendilerine (niçin alay ettiklerini) sorsan, “Biz sadece lâfa dalmıştık ve aramızda eğleniyorduk,” derler. De ki: “Allah’la, O’nun âyetleriyle ve peygamberiyle mi eğleniyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.”[2]

6) Kuran-ı Kerim’in tahrif edildiğini iddia etmek:

Şia’nın bazı temel kaynaklarında geçtiği üzere ve aşırı bazı şia gruplarının kabul ettiği Kur’an’ın tahrif edildiği iddiası küfürdür. Zira böyle bir iddia, şeriatı inkâr etmek ve ümmetin elinde bulunan Kur’an’ı Kerimin sahabeler tarafından uydurulduğunu söylemek olur ki, bunun küfür olduğunda şüphe yoktur. Bu düşünceyi şianın aşırı kolları olan batınî fırkaların hepsi benimsemektedir. Ne yazık ki küfür olduğu açık olan bu düşünce, şianın en temel kaynağı olan Kuleyni’nin “el-Kafi” isimli kitabında bile yer almıştır. Bu husus, şianın sahabe nesline düşmanlık etmesinin kötü bir sonucudur. Yine bu, küfür olan bu düşüncenin şia arasında ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir.

Laik Cumhuriyetin kurucusu tarafından söylenen ve ondan sonraki laikler tarafından benimsenip uygulanan, “Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını/yalanlarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.”[3] Sözü de Kur’an-ı Kerimin peygamber efendimiz tarafından uydurulmuş olduğu iftirasını tekrarlamaktadır. Nitekim müşrik toplumlar, kendilerini kurtarmak için gönderilen peygamberlere, Allah’a iftirada bulundukları ithamında ısrar ederek helak olmuşlardır. Arap müşrikleri de peygamber efendimizin Allah’tan alıp getirdiği vahyi, onun tarafından uydurulmuş olmakla itham etmişlerdir. Günümüze kadar bütün müşrikler de bu ithamı sürdürmüşlerdir. Yüce Mevlâ Kur’an’ı Kerimde müşriklerin bu iftirasını şöyle beyan etmektedir:

“Tek olarak yaratıp, kendisine geniş servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim, kendisi için (nimetleri önüne) serdikçe serdiğim o kimseyi bana bırak!
Üstelik o (nimetlerimi) daha da arttırmamı umuyor. Asla (ummasın)! Çünkü o, bizim âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim!
Çünki o, (Kur’ân hakkında ne diyeceğini uzun uzadıya) düşündü ve ölçtü biçti. Sonra kahrolası, nasıl ölçtü biçti! Sonra (yine o) kahrolası, nasıl (da) ölçtü biçti!  Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı. En sonunda, kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: “Bu (Kur’an) dedi, olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) nakledilen bir sihirdir. Bu, insan sözünden başka bir şey değil.”
Ben onu “Sekar”a (cehenneme) sokacağım. Sekar’ın ne olduğunu sen ne bileceksin? Hem (bedeninden hiçbir eser) bırakmaz (hepsini helak eder), hem yine (eski haline getirip aynı azâbı yapmaktan) vaz geçmez o, İnsanın derisini kavurur; Orada on dokuz bekçi vardır.”[4]

7) Şeriatın Mensuh Olduğunu İddia Etmek:

 İslam tarihi boyunca ortaya çıkan batınî hareketler[5] ve İngilizlerin, Hindistan’ı işgal etmesiyle ortaya çıkarılan Bahailik/Kadıyanilik gibi hareketlerin iddia etmiş oldukları şeriatın bütün olarak veya kısmî olarak neshedildiği düşüncesi icmâ ile küfürdür. Zira bu düşünce, şeriatı bir bütün olarak veya kısmî olarak inkâr etmenin başka bir ifade tarzıdır.

8) Tarihselcilik:

Kur’an ve sünnette beyan edilen hakikatleri tarihselci bir anlayışla ele alıp zaman aşımına uğrayarak geçersiz olduklarını iddia etmek de küfürdür. Tarihselciler, Kur’an’ı Kerim’de beyan edilen Peygamber kıssalarının bir kısmının, o günkü Arap toplumunun anlayışına ve onların arasında yaygın olan kanaate muvafık bir şekilde varid olup hakikati yansıtmadığını iddia etmektedirler. Yine cennet ve cehennem hakkında yapılan tasvirleri de hakikat dışı kabul etmektedirler. Aynı şekilde bazı hükümlerin o günkü toplumun vakıasına uygun olduğunu ancak uygarlığın gelişmesi ile modern toplumların vakıasıyla uyuşmayıp tarih tarafından neshedildiğine inanmaktadırlar. Bu ve benzeri bütün vehimler, Kur’an ve Sünnette sabit olan hakikatleri ve hükümleri ya gerçekte yalan/batıl olmakla veya zaman tarafından neshedilmekle itham etmek anlamına gelir. Bu iki husus da ümmetin icmâı ile küfürdür.

9) Batınîlik:

Allah Teâlâ lütfuyla Kur’an ve Sünneti Arap diliyle gönderdiğini açık bir şekilde belirtmiştir. Dolayısıyla Kur’an ve Sünneti Arap dili kurallarına uygun bir şekilde tefsir ve te’vil etmek farzdır. Arap dili kurallarına aykırı bir şekilde yapılacak tefsir ve te’vil alimlerin ittifakı ile bâtıl kabul edilmiştir. Buna rağmen tarih boyunca ortaya çıkan bir takım batınî hareketler, Kur’an’ı Kerim naslarını Arap dili ile hiç uyuşmayacak bir şekilde kendi hevalarına göre te’vil ederek batınî manalara yorumlamakta ısrar etmişlerdir. Bunlar Kur’an ve Sünnetin en temel hakikatleri olan namaz, oruç, zekât, hac, abdest, gusül, cihad vb. bütün hükümleri kendi meşreplerine uyacak şekilde te’vil etmekte ve zahirinden anlaşılan manaları inkâr etmektedirler. Aynı şekilde haram kılınan hususları da meşreplerine göre batınî manalara yormakta ve bu hususların kendilerine yasak olmadığı sonucuna varmaktadırlar. Bundan dolayı bu tür hareketler şeriatta var olan helal ve haram sınırlarını çiğnemiş ve mutlak ibahiyyecilik (her şeyi helal görmek) anlayışına sahip olmuşlardır. Bu fırkaların kafir olduklarında bütün ümmet icma etmiştir.

Teessüfle belirtmek gerekir ki, bu batınî anlayış şia/rafızilik taifesinin geneline düşük oranda da olsa sirayet etmiştir. Rafıziler, genel olarak şeriatı kabul etmekle birlikte pek çok nasları, Arapça dil kurallarına aykırı olarak ehli beyt imamlarına hamletmişlerdir. Bu tasarruflarıyla da ğaliz bir bidat işlemişlerdir. Aynı şekilde bu batınî anlayış, kendilerini ehli sünnet ve’l-cemaate nispet eden bazı aşırıcı tasavvuf ehline de sirayet etmiştir. Hatta bunlardan bazı aşırılar şeriat ile hakikatı birbirinden ayırarak, şeriatı kabuk, hakikatı da asıl murad olan öz olarak kabul etmişlerdir. Alimler, şeriat ile hakikatı birbirinden ayıran bu anlayışın zındıklık olduğunu ifade etmişlerdir.

10) Allah’ın Marifetine Ermekle ibadetlerin Sakıt Olacağı Düşüncesi:

“Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et”[6] ayet-i kerimesinin nassıyla ölüm gelinceye kadar Allah’a kulluk etmekle mükellefiz. Bu kulluk vazifesi, hayatta olduğumuz sürece şeriatın belirlediği şartlar dışında hiçbir şekilde bizden düşmez. Bu konuda bütün alimler icmâ etmişlerdir. Buna rağmen özellikle felsefe ile mezc edilerek bozulan tasavvuf meşrebine mensub olan bazı kimseler, ibadetlerin amacının marifet ilmini elde etmek olduğunu, dolayısıyla ilahi marifete erince ibadetlerin sakıt olacağını iddia etmişlerdir. Bu anlayışla bazı bozuk kimseler ibadetleri terk etmişlerdir. Bu anlayışın ve bunun sonucu olarak ibadetleri terk etmenin küfür olduğunda alimler icmâ etmişlerdir. Çünkü bu bozuk kişiler, ibadetleri terk etmenin kendileri için mübah olduğunu iddia ederek, ibadetlerin kendilerine farz olduğunu inkâr etmiş olurlar. İslam’ın temeli olan ibadetlerin farziyetini inkâr etmek icma ile küfürdür. İstikamet üzere olan pek çok mutasavvıf da bunun zındıklık olduğunu açık bir şekilde ifade etmişlerdir.

Bu konuda Hafız İbni Kesir yukarıdaki ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “Yakînden maksadın, marifet olduğunu ileri süren mülhidlerin de hatalı olduklarına bu âyet delil getirilir. Onlara göre, bir kimse marifete ulaştığı zaman; ondan teklîf düşer. Muhakkak ki bu; bir küfür, bir sapıklık ve bilgisizliktir. Zîrâ peygamberler ve onların ashabı; insanlar içinde Allah’ı en iyi bilen, Allah’ın haklarını ve sıfatlarını, O’nun müstehak olduğu ta’zîmi en iyi bilen kimselerdi. Bununla birlikte onlar insanların en çok ibâdet edenleri, ölümlerine kadar hayır işlerine en fazla devam edenleridir. O halde burada yakînden maksad, yukarda söylediğimiz gibi ancak ölüm olabilir. Hamd ve minnet Allah’adır. Hidâyet bahşettiği için Allah’a hamdederiz. O’ndan yardım diler ve Ona tevekkül ederiz. Durumların en mükemmeli ve güzeli üzere bizi öldürmesi de elbette O’ndan istenilir.”[7]


[1].  Enam, 33-34

[2].  Tevbe:  s 64-66

[3].  Kazım Karabekir Anlatıyor s.83-84. Yayına hazırlayan Uğur Mumcu

[4].  Müddessir: 11-29

[5].  Batınîlik; şianın aşırı kolları olan İsmailliye, Nusayrilik vb. hareketlerin taşıdığı düşüncedir ki, buna göre Kur’an ve sünnetin zahirî murad olmayıp, bu ifadeler şifre gibi sadece imamların bildiği gizli bazı manalara delalet etmektedir. Bütün bu fırkaların ortak özelliği Hz. Peygamber’in getirdiği şeriatın mensuh olduğunu iddia etmektir.

[6].  Hicr, 98-99

[7].  İbni Kesir c.4 s.475