Salih Kimselerle Beraber Olmanın Fazileti

Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2020 Şubat / 87. Sayı

Toplumsal bir yapısı olan insan, hayatını diğer fertlerle eğlenerek, gezerek, dolaşarak, yardımlaşarak idame ettirmek ister. Bu arzu insanın doğasında vardır. Bireyler tabiatlarından kaynaklanan bu ihtiyacı gideremedikleri zaman ciddi anlamda sıkıntıya düşerler.  Günümüzde yapılan araştırmalarda yalnızlık duygusu içinde olan insanların bir günde yaşadığı stresin yaklaşık olarak 15- 20 adet sigara içmeye tekabül ettiği ve hatta daha ileri boyutlarda intihara sevk ettiği herkesçe malum bir durumdur. Tam aksine kalabalık aile ortamlarında büyüyen, güvendiği eşi dostu fazla olan insanların mutluluğu da ortadadır.

Teknolojik aletlerin hızla geliştiği ve hayatın merkezine yerleştiği günümüz modern dünyasında sosyal hayat açısından bireyleri bekleyen önemli iki tehlike vardır: Var olan her türlü toplumsal bağın çözülmeye başlaması ve yanlış bir yöne evrilmesi. Maalesef telefon, televizyon ve internet bağlantılı diğer cihazlar zaten pamuk ipliğine bağlı olan iletişim ortamını dumura uğratmıştır. Bu sebepledir ki başları televizyon ekranına çivilenerek sabitlenmiş, elleri telefonlara zincirlerle prangalanmış ama yine de kalpleri dostlarına sıkı sıkıya kenetlenmiş öylesine muhteşem muhabbet(?) meclislerine çokça şahit olmaktayız. 

Meselenin ilk yönünü oluşturan bu durum, birlikte yaşama ruhunu baltaladığı için tehlikelidir elbet. Ancak meseleye bir de tersinden bakacak olursak akıllara gelen şu soruya cevap vermek zorunda kalacağız. Her türlü engele rağmen beraber işler yapabilmeyi başarmış, aynı ortamı kullanıp güçlü bir iletişim kurabilmiş insanların hepsini tebrik mi edeceğiz acaba? Birlikteliklerini hayır yolunda kullanmış olsalardı cevabımız “tabi ki evet!” olacaktı. Ama maalesef onları birleştiren ortamlar camiler, sohbet meclisleri, Kur’an halkaları değil de okey salonları, nargile kafeler olunca durum biraz değişiyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin “Allah’ı zikretmeden bir meclisten kalkan topluluk, eşek leşi gibi (bir pislik)den kalkmış gibi olur ve (bu meclis kıyamet gününde) kendileri için bir üzüntü (kaynağı) olur.”[1]sözü de hatırlara gelince böyle bir birliktelik hiç olmasa daha mı iyi olurdu acaba denilmeden edilemiyor. 

Dinimiz İslam, insanlar arasındaki bağı güçlendirmek için birtakım hükümler koymuştur. Anne-baba hakları, sılayı rahim, komşuluk ilişkileri vs. hep bu hükümlerin parçalarıdır. İslam, bu bağları yerine göre imandan sonraki en önemli iş saymış yerine göre cennete girmeye basamak yapmış yerine göre de bu bağları kesmeyi imanî bir eksiklik olarak kabul etmiştir. Ama özünde bütün bu ilişkiler yumağını Allah azze ve celle’nin rızasına uygun olma kaydıyla sınırlandırmıştır. Bu açıdan bakıldığında dinimizin talep ettiği husus salt bir birliktelik değil hayra vesile olmuş bereketli bir muhabbet ortamıdır. İşte bu nedenden dolayıdır ki Müslüman bir fert eşini, dostunu, ahbabını seçerken kendisini çevreleyen bu çemberin salih kimselerden oluşmasına dikkat edecek; namaz kılan, ibadetlerini önemseyen ve ahiret derdi olan kişilerle dost olmaya özen gösterecektir. Aksi takdirde İslam’ın ölçülerine uymayan her arkadaş, her dost kıyamet gününde onun için bir pişmanlık sebebi olacaktır. Kur’an-ı Kerim bu pişmanlığı şöyle tasvir eder: “O gün zalim kimse ellerini ısıracak, ‘Eyvah!’ diyecek, ‘Keşke Peygamberin yanında bir yol tutsaydım!’ ‘Eyvah!’ diyecek, ‘Keşke falancayı dost edinmeseydim. Çünkü Kur’an bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.” (Furkan, 27-29)

Arkadaş tercihi her insan için hayati bir öneme sahiptir. Çünkü insanoğlu demirden, ruhsuz olarak yaratılmış değildir. O, bulunduğu mekândan ve orayı dolduranlardan en tabii olarak etkilenir. Kaldı ki demirden, çelikten yapılmış nesnelerin bile hissiyatı, tabiatı vardır. Bir otomobil, sürücüsüne göre refleksler verirken elektronik bir araç kullanıcısına göre performans sergilemektedir. Hâl böyleyken insanoğlunun sürekli oturup kalktığı ortamdan etkilenmemesi, etrafında bulunan dostlarına kayıtsız kalması mümkün değildir. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hayatında meydana gelen şu olay varlıkların canlı olsun cansız olsun bu hususta ne kadar hassas olduğunu ortaya koymaktadır.

“Bin bir meşakkat dolu Tebük Seferi’nden dönüşte ashabı kiram, gölgelenmek ve su temin edebilmek için Semud Kavmi’nin taşları oyarak yapmış olduğu köşklere girmişlerdi. Bunun üzerine Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

“Bu mekânda Cenab-ı Hak Semud Kavmi’ni helak etti. O gazaptan bir hisse gelmemesi için buralardan su almayınız.” buyurdu.

Ashab:

– Ya Rasûlallah! Kırbalarımıza su doldurduk ve bu sudan hamur yaptık, deyince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

– Suları boşaltın ve hamurları dökün! emrini vermiştir.”[2]

Efendimiz eşyanın tabiatını çok iyi bilir ve ona göre muamele ederdi. Bu olayda da görüldüğü gibi hamur deyip geçmemiş, o ortamdan bir hisse aldığını düşünmüş ve onu yiyecek olan ashabı kirama da bu hisseden bir pay vereceğini hesap etmiştir. İçtiği suyu, tükettiği hamuru dahi önemseyen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz o mübarek nesli işte böyle yetiştirmişti. 

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ashabının kimlerle dostluk ettiğini, hayatlarını kimlerle paylaştığını önemserdi. Çünkü Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e göre “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse herkes, kiminle dostluk kuracağına dikkat etmelidir.”[3]

Ashabı kiram zaten Müslüman olmayanlarla dostluk edemez, onlara haddinden fazla yakın olamazdı. Böylesi bir dostluğu Allah azze ve celle yasaklamıştı (Maide, 51). Bunun dışındaki dostluklarda da dikkatli olunmalıydı. Çünkü kötülerle ve kötülüklerle olmak insana her zaman kaybettirir, yanlışa her daim yakın olmasına sebep olurdu. Bir gün Aişe radıyallahu anha ile olan muhabbetinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ileride meydana gelecek hadiselerden bahsetmişti. “Bir ordu Kabe’ye saldırmak üzere yola çıkacak; bir çöle geldiklerinde baştan sona bütün ordu yere batacaktı.” Bunu duyan Aişe radıyallahu anha annemiz:

“Ya Rasûlallah! Onların arasında ticaret için yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere batacaktır? diye sorunca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“Hepsi birden yere batacak, ahirette yeniden diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir” buyurmuştu.”[4]  

Yani, kişi kendisi kötülük işlemese bile sırf kötülerle beraber olduğu için cezalandırılacak, onların akıbetine dünyada hissedar olacaktı. İşte bundan dolayı Müslümanın kötülerle dost olması bir yana zaruret olmaksızın onlarla aynı ortamı paylaşması bile düşünülemezdi. 

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mesele iyice anlaşılsın diye ashabına çeşitli örnekler veriyor, aklî izahatlar ile zihinlerine hitap ediyordu. Yine bir gün nasihatlerinde şöyle buyurmuştu: 

“İyi (salih) arkadaşla kötü arkadaş misk taşıyan kimse ile körük üfüren kimse gibidir. Misk taşıyan ya sana onu ikram eder yahut sen ondan (miski) satın alırsın ya da ondan güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren kimse ise ya elbiseni yakar ya da ondan kötü bir koku duyarsın!”[5]

Kalpten samimiyetle çıkan bu şerefli sözler ashabın kulaklarına değil gönüllerine işliyordu. Hem kalpleri hem akılları bu hikmet damlaları ile iyice yoğrulmuş, İslam’ın özü ruhlarına sinmişti. İslam’dan önceki döneme de şahit oldukları için kötülüğü de kötüleri de çok iyi biliyorlardı. Artık iyilerle hatta en iyi ile beraber olmalıydılar. Bunun için insanlığın Efendisi ile sürekli beraber olmaya gayret ettiler. Dünya işleri ondan bizi ayırmasın diye didinip durdular. Hem Efendimizin meclisine gelebilmek hem de rızıklarını temin etmek için işlerini kardeşleriyle nöbetleşe devam ettirdiler. Efendimizden uzak geçirdikleri anları kendileri için hüsran bildiler. Öyle ki bazı hallerden dolayı kendilerini ağır ifadelerle bile itham ettiler.

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in katiplerinden Ebu Ribi Hanzala b. er-Rebi el-Üseydi kendi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:

“Bir gün Ebu Bekir ile karşılaştım. Bana:

– Ey Hanzala nasılsın?

– Hanzala münafık oldu.

– Subhanallah sen ne diyorsun?

– Rasûlullah’ın huzurunda bulunuyoruz. O, bize cenneti ve cehennemi hatırlatıyor, sanki oraları gözlerimizle görüyoruz. Fakat onun huzurundan çıkınca, hanımlarımızla, çocuklarımızla meşgul oluyoruz. Onların işleri ile meşgul oluyoruz. Çok (şeyi) unutuyoruz.

(Bunun üzerine) Ebu Bekir radıyallahu anh şöyle dedi: “Vallahi mutlaka biz de bunun benzeri ile karşı karşıya kalıyoruz.”

(Hanzala radıyallahu anh anlatmaya devam ederek) Ben ve Ebu Bekir (Rasûlullah’a) koşup gittik. Nihayet Rasûlullah’ın huzuruna vardık. Ben hemen:

 – Hanzala münafık oldu Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunun üzerine:

– O nedir (o ne biçim söz)! dedi. Ben de şöyle dedim:

– Ey Allah’ın Rasûlü! Senin huzurundayken bize cehennemi, cenneti hatırlatıyorsun. Sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurundan çıkınca, eşlerimizle çocuklarımızla meşgul oluyor, mesleğimizi icra ediyoruz. Çok (şeyi) unutuyoruz.”

Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– Nefsim kudreti elinde olana yemin olsun ki huzurumda bulunduğunuz hal üzere ve (o şekilde) hatırlamaya (zikirde) devam etseydiniz melekler (evlerinizde) döşekleriniz üzerinde ve yollarda sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala, bir saat ibadetle bir saat dünya işleriyle uğraşınız yeter, diye üç defa tekrarladı.”[6]

Ashabı kiramı okuyup da hayret etmemek gerçekten mümkün değil! Koyu bir cehaletten aydınlık bir hayata böylesine koşmaları takdire şayandır hakikaten! Onlar facirler topluluğu iken imanın gücü ile salih kimselere dönüştüler. Bunu yaparken kötülüklerle dolu o eski hayatlarına dönüp bakmadılar bile. Hiç acaba demediler, tereddüt etmediler. Önce kalplerini sonra da her şeylerini değiştirdiler. İşlerini, eşlerini, kardeşlerini… Tek bir dertleri vardı. Uğruna canlarını feda edecekleri şerefli bir dert… Salihlerden olmak. Yani hem salih kimseler olacak hem de salihler arasında bulunacaklardı. 

Peki salih/iyi olmak nasıl olurdu? Kimlerdi bu salihler? Bunları sorduklarında Kur’an hemen imdatlarına yetişmiş, aradıkları cevaplar ile onları teskin etmişti.

Salihler; Allah’ın lütfunu hak eden kimselerdi.

“Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisa, 69)

Salihler; Allah’ın yeryüzüne varis tayin ettiği yiğitlerdi. Andolsun zikirden sonra Zebur’da da “Yeryüzü iyi kullarıma kalacaktır” diye yazmıştık.” (Enbiya, 105)

Salihler; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e dostluk eden şereflilerdi. “İkiniz de Allah’a tövbe ederseniz (çok iyi olur), çünkü kalpleriniz eğrilmişti. Ama peygambere karşı bir dayanışma içine girecek olursanız bilin ki herkesten önce Allah onun dostu ve koruyucusudur, sonra da Cebrail ve iyi müminler. Melekler de bunların ardından onun yardımcısıdır.” (Tahrim, 4)

Salihler; Allah’ın mağfiretine layık olanlardı.

“Kalplerinizdekini en iyi bilen rabbinizdir. Eğer iyi (salih kimseler) olursanız bilesiniz ki Allah kendisine yönelenleri bağışlayıcıdır.”(İsra, 25)

Salihler; hayra anahtar şerre kilit olan, daima iyilik yolunda koşturan, her işlerinde Allah’ın hakkını da kulların hakkını da gözetip hakkaniyetle hareket eden, insanlık için faydalı bir nefer olan erdemli kimselerdi. 

Velhasıl salihler; yollarını Allah’ın kitabıyla çizen, İslam’ın boyasıyla boyanıp Allah adıyla yürüyen, O’nun adıyla hareket eden, kulluğun hakkını veren yiğitlerdi.

Ve onların duası şöyle idi:

“Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat.”(Yusuf, 101)  


[1]Ebu Davud 4/264

[2]Buhari, Enbiya 17

[3]Ebu Davud, Edeb,19

[4]Buhârî, Büyû` 49; Hac 49

[5]Müslim, Birr, 146

[6]. Müslim, Tevbe 12-13