Kapak Dosya – Ahmet İnal
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem; “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar!” ilahi buyruğunu aldıktan sonra 23 yıl boyunca dur durak bilmeden Allah yolunda koşmuştu. Sıcak-soğuk, gece-gündüz, Mekke-Medine demeden var gücüyle insanları Allah’ın dinine davet etmiş, bir kişi dahi olsa onları ateşten kurtarmak için tarifi zor bir gayret içine girmişti. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bu husustaki azmi o kadar güçlüydü ki; neredeyse kendisini tüketecekti. İşte bu sebepten ötürü Allah azze ve celle “(Ey Rasûlüm!) İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!” (Şuara, 3) buyurarak O’nu uyarmıştı. Kendisini helak edercesine uğraşan bu şerefli insan tüm gayretine rağmen yine de ashab-ı kiramın şehadetini arzu etmiş ve onlara şöyle seslenmişti:
“Ey İnsanlar! Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Sahabe-i kiram hep birden şöyle dediler; ‘Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz’ diye şehadet ederiz.” Bunun üzerine Rasûl-ü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu: “Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!”[1]
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Rabbinin kendisine yüklediği vazifeyi layıkıyla yerine getirdi. Buna bütün ümmet şahittir. Peki ya bizler? Bizler ona ümmet olmanın hakkını ifa edebildik mi? Onun emanetini İslam’a muhtaç olan tüm insanlığa ulaştırabildik mi? Ya da çok uzağa gitmeye gerek yok, en yakınımızda bulunan ana-babamıza, eşimize, dostumuza derdimizi anlatabildik mi? Bu hususta azmimiz gayretimiz, derdimiz tasamız, planımız programımız ne kadar? Üzerimizdeki yükün farkında mıyız? İslam’ın hayat katrelerine hasret gönüllerin çokluğundan haberdar mıyız? Yoksa oyun ve eğlencede miyiz yine? Ya da ihtilaflarımızın peşinde koşmaya, onları derin ayrılıklara çevirmeye devam mı ediyoruz?
Gelin şu ayetlere hep beraber kulak verelim! Bu sefer farklı düşünelim. Çuvaldızı kendimize batıralım.
“Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır! Oraya her bir topluluk atıldıkça oranın bekçileri onlara, ‘Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?’ diye sorarlar. Onlar da şöyle derler: ‘Evet, bize bir uyarıcı gelmişti. Fakat biz onu yalanlamış ve Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’ demiştik.” (Mülk, 8-9)
Bu ayette konuşanların başkaları değil de bizim yakınlarımız olduğunu düşünelim. “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” sorusuna bir an için verdikleri cevabın şöyle olduğunu varsayalım: “Hayır gelmemişti. Sakallı, tesettürlü hacı-hoca olan akrabalarımız, komşularımız vardı; ama bize anlatmamışlardı, bu günlere karşı uyarmamışlardı. Biz de habersiz olduğumuz için düştük buralara!” Evet, böyle deseler, bizi Allah’a böyle şikâyet etseler halimiz nice olur! Rabbimizin huzuruna nasıl çıkarız? Bunun hesabını nasıl veririz? Öyleyse yeniden tefekkür edelim. Yarın hesap gününde yakınlarımıza sorsalar ne derlerdi bizim için? Bizler… Bizler de Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in aldığı cevabı alıp gönül rahatlığıyla “Şahit ol ya Rab!”diyebilecek miyiz?
Davet İlahi Bir Vazifedir!
İslam’a davet Müslümanlara Allah tarafından yüklenmiş ilahi bir vazifedir. Gücü yeten hiçbir Müslümanın bu sorumluluktan kaçması söz konusu değildir. Müslüman oluşumuz nasıl ki kelime-i şehadete bağlı ise Müslüman kalışımızda Allah’ın dinine davet ile mümkündür. Zira yapılan davet sadece muhatap için değil aynı zamanda kendi kurtuluşumuz ve Müslüman kimliğimizi koruyabilmemiz içindir. Bu bakımdan İslam alimleri hem ferdin hem toplumun felahına hizmet eden bu ameliyenin Müslümanlar için farzı ayn / farzı kifaye hükmünde olduğuna ictihad etmişlerdir.
Davet yolundan ayrılmak, bu yolda zaafa düşmek İslam ümmeti için en felaketli durumlardan birisidir. Çünkü bu ümmet davet yolunu her terk edişinde öz kimliğini daha da çok kaybedecek ve eriyişi, edilgenleşişi bir o kadar hızlanacaktır. Nitekim içinde bulunduğumuz bu zelil durum Müslümanların bu hususta üzerlerine düşeni hakkıyla ifa edememelerinden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan davet meselesi hem kendimiz hem de ümmetimiz için bir varoluş meselesidir.
Davet meselesinin bu kadar önemli ve hayati olmasına karşın ümmetin büyük bir çoğunluğunda gaflet diğer bir çoğunluğunda da azim ve sebat eksikliği bulunmaktadır. Hal böyle olunca birçok Müslüman yakıtı biten araçlar gibi yolda kalmakta, bu sınavı başarıyla verememektedir. Oysaki yaşadığımız toplumda Allah’ın kelamını samimi kalplerden dinlemeye muhtaç milyonlar vardır. Bir duysa bir bilse gönlünü İslam’a açacak nice saklı hazineler İslam davetçilerini beklemektedir. Öyleyse dinini, davasını dert edinmiş her Müslümanın tökezlemesi, yavaşlaması ve durması kalbi İslam’a aç olan muhtaçların ümitlerini kırmakta onların bekleyişini uzatmaktadır. Bu bakımdan vakit yürüme vakti değil Allah için koşma vaktidir. Hele hele durma vakti hiç değildir. Allah yolunda verdiği mücadelede rahat davranmak, plansız olmak, yavaş hareket etmek Müslüman için hem vebal hem de lüks sayılacak bir tutum olacaktır.
Koşarak Gelen Adam…
“Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir.” (Yasin, 20-21)
Allah azze ve celle kitabında uzaklardan koşarak gelen bir adamdan bahsetmektedir. Ama altın için, dolar için koşan bir adam değil, sadece Allah için koşup gelen bir adam… Öyle yakınlardan koştuğu da yok. Ta şehrin öteki ucundan dertlenip çıkmış gelmiş. Kalbindeki iman ve onu başkalarına taşıma sevdası durdurmamış yerinde. O da Allah elçilerine destek olmak, cahil olan kavmini doğru yola ulaştırmak için beklemeden harekete geçmiş. Anlatmış, davetini yapmış ve şehid olarak Rabbine kavuşmuş.
Günümüzde de koşan çok adam var. Birisi akşam olunca evine, sabah olunca da işine koşuyor. Ötekisi altın, dolar düşünce ayrı yükselince ayrı koşuyor sarrafa, dövizciye. Diğeri de yularını vermiş nefsine o nereye sürüklerse dolu dizgin oraya koşuyor. Koşanları çoğaltmak mümkün. Peki biz nereye koşuyoruz? Gidişimiz, yuvarlanışımız nereye? Kıblemiz, yönümüz hangi tarafa dönük? Yöneldiğimiz, kendisine doğru koştuğumuz taraf bizi Rabbimize çıkaracak mı acaba? Akıbetimiz şehadet, durağımız cennet olacak mı?
Biz her halükârda koşan olmak zorundayız. Durmaya kaybedecek vaktimiz yok bizim. Koşarken de bu isimsiz kahraman gibi koşmalı, yakın uzak demeden eşimize dostumuza tanıdığımıza tanımadığımıza sadece Allah için koşmalı rabbimizin dinini her ne pahasına olursa olsun insanlara ulaştırmalıyız. En yakınlarımıza dahi davetimizi yapamadan, söyleyeceklerimizi söyleyemeden bu canı vermek Allah katında hepimiz için bir ayıplanma, kınanma sebebi olacaktır. Öyleyse; doğru yöne koşmalı, doğru insanlarla koşmalı, uzaklara koşmalı ve hemen koşmalıyız!
Böyle Düşün ve Azmini Arttır!
“Andolsun Allah yolunda koştukça koşanlara, and olsun kıvılcımlar saçanlara, Sabah sabah akına çıkanlara ve tozu dumana katanlara, düşman topluluğunun içine dalanlara…” (Adiyat, 1-5)
Adiyat suresinde zikredilen bu yeminler ile alakalı merhum Ali Küçük Hocaefendi Besairü’l- Kur’an isimli tefsirindefarklı bir bakış açısı zikrederek şunları ifade ediyor:
“Selef bu yeminleri iki türlü yorumlamış. Bazıları savaşta mücahitlerin atlarına yemin ederek Rabbimiz cihadı, mücahidleri ve onların atlarını kutsamıştır derlerken, bazıları da hacda Arafat’la Mina arasında hacıları taşıyan develerle yorumlayarak cihadın bir başka türü olan hacca dikkat çekilmiştir demişler. Ama dikkat ederseniz burada bizzat ne at ne de deve ismi geçmektedir. Adiyat süratle koşup giden anlamına gelen “âdiyetü” kelimesinin çoğuludur. Süratle koşanlara yemin olsun ki. Sonra kıvılcımlar saçanlar, sonra tozu dumana katarak sabah sabah akına çıkanlar, sonra da topluluğun içine dalanlara yemin ediliyor.
Bununla bugün ellerinde, gönüllerinde hidayet meşalesi Kur’an olduğu halde zifiri karanlık gönüllerde kıvılcımlar oluşturmak üzere, insanların dünyalarını aydınlatmak üzere sabah akşam, uzak yakın, toz toprak demeyip Allah için koşturan tebliğcilerin kutsandığını da çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Gönüllerde fetihler meydana getirmek, insanları cennete kazandırmak, insanların cehennem yollarına barikatlar koymak üzere Allah’ın kendilerine verdiği tüm imkanlarını, mallarını, paralarını, zamanlarını, bilgilerini Allah yolunda harcayan, hayatlarını Allah için yaşayan müminlerin övüldüklerini neden söylemeyeceğiz?”
Duymak İsteyeceğin Son Şey;
“Sakallı Şeytan!”
Malum olduğu üzere, ülkede büyük bir deprem meydana geldi ve zor durumda kalan insanlar için herkes büyük bir seferberliğin içine girdi. Bu durum kimileri için insani, vicdani dürtülerden ötürü kimileri için de İslami, imani kaygılardan ötürü oldu. Dava sahibi Müslümanlar toplumun diğer kesimine nispeten daha az imkânlara sahip olsalar da yardımlarını madden ve manen asla esirgemediler. Birtakım kimseler gibi şov peşinde koşup fildişi kulelerinden yüklü yardımlar yapmadılar. İşlerini güçlerini terk edip bizzat meydanlarda azim ve gayret ile çalışıp çabaladılar. İnsanların gönüllerine dokundular, hislerine ortak oldular. Oralarda bulunmayı hem vicdani bir sorumluluk olarak gördüler hem de imani bir vazife olarak addettiler. İnsanların bedenlerini moloz yığınlarından kurtarmaya çalışırken ruhlarını da şeytanın ağlarından kurtarmaya çalıştılar. Bir kâse çorba ikram edip midelerini doyururken küçük bir dua, kısacık bir ayet/hadis ile kalplerini beslemeyi dert edindiler. İslam’ın şiarı yükselsin, Allah azze ve celle’nin en büyük olduğu unutulmasın diye tekbirler getirdiler. Birileri bunlardan rahatsız olsa da başka birileri de bundan memnun kaldı. Müslümanlara karşı önyargılarını kırıp atmak için harekete geçenler oldu. Biz onları yanlış tanımışız diyenler oldu. Sakallı Müslümanların yardımlarını başkalarına tercih edenler ve başkalarını da oraya yönlendirenler oldu. Müslümanları sevindiren bu olayların hepsi elhamdülillah ki; Allah azze ve celle’nin yardım ve inayetiyle oldu. Ancak öte yandan üzücü olaylar da meydana geldi elbet. Herkesin yoğun bir şekilde çalıştığı, yer yer stresin ağırlık kazandığı durumlar oldu. İşte bu anlardan birisinde şahit olduğumuz bir olay gerçekten üzücüydü.
Depremzedelere yardım paketleri dağıtılırken sakallı bir Müslüman kardeşimiz ile depremzede arasında geçen anlık bir tartışmanın ardından hatırımızda kalan tek şey şu kahredici söz oldu: “Sakallı şeytan! Yüzünde sakal olsa da sen tam bir şeytansın. Senin dışın Müslüman, için ise şeytan!”
Müslümanlar olarak deprem gibi bir durumu bile dinimize davetin bir parçası olarak kabul etmiş ve bundan hareketle tüm cehdimizi ortaya koymuş iken böylesi bir durumun içine düşmek temenni edeceğimiz son şeydir. Bizler kim olduğumuzun, sakalımızla/tesettürümüzle neyi temsil ettiğimizin farkında olmak zorundayız. İslam’ın nişanelerini üzerimizde taşıyorsak onun ağırlığına uygun bir şekilde davranmak durumunda olduğumuzu her daim nefislerimize hatırlatmamız gerekiyor. Hata yapma lüksümüz yok. Hele hele hatayı ısrarla sürdürme lüksümüz hiç yok!
Atiyi Karanlık Görerek Azmi Bırakmak
Hikmetli kalemlerden satırlara dökülen öyle mısralar vardır ki; nice hatibin üzerindeki ağır yükü tek çırpıda kaldırıverir. Bu kalem sahiplerinden birisi olan merhum Mehmed Akif “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…” şiiriyle bu dava yolunda azmi ve gayreti elden bırakanları ne güzel tasvir etmiş!
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle.
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın
Esbabı elinden atarak yeise yapıştın!
Karşında ziya yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyada henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Yeis öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
[1]. Taberi, 3:168-169; Müsned, 1:384, 453