Kapak Dosya – Said Özdemir / 2015 Şubat / 27. Sayı
Ölüm çağrıcısının sesine itaatkâr olarak “lebbeyk” diyenlerin, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘in kutlu beyânını ufuktan ufuğa taşırken bir noktada birikip tükenenlerin, can fedâ edenlerin bindiği mübârek kâfile.
Hâbille başlayan ve günümüze kadar nicelerini içerisine katıp, bu diyârlardan alarak âhiret yurduna götüren nûrlu kâfile.
Epeyi bir zamandır şehîd ve şehâdet iklimimize az uğrar olmuştu. Soğuk bir kış günü derin düşünce ve tefekkûrün en ince odağından çıkıp gelmişti Şubat ayı. Hayâtımızın dantelasının düzgünce örülemediği, et ve kemikten sıyrılıp ulvî/yüce hasletlerin tadının duyulamadığı, mânânın maddede eritilemediği, duygu ve derin hislerden uzaklığın artık alışır hâle geldiği bir zamanda gelmişti Şehâdet ayı…
Çılgınca akıp giden bir hayatın içinde zaman zaman hedefsizlik, gâyesizlik, bıkkınlık ve şevksizlikle karşılaştığımız bir uçurumun zirvesinde gelmişti Şehâdet ayı…
Bir rüzgâr gibi zülüflerimizi okşayıp ‘Ey Müslümân! Sen şehîd gibi yaşamazsan, şehîd olamazsın’ nidâsıyla, Âkif’imizin; ‘Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihâd’ serzenişi, biraz yüksek ses tonuyla, bir çığlık ile çıkıp geldi Şehâdet ayı…
Sâhi neydi Şehâdet, neydi Cihâd? Bizim için neyi ifâde ediyordu? Sadece şubat ayında taşımamız gereken bir hissi, bir duyguyu mu, yoksa arzu ettiğimiz bir sonu, bir vuslâtı mı?!
Şehâdet; Canını, vaktini, malını yavaş yavaş fedâ etmede mum gibi erimekti. Şehâdet, kullara kul olmak istemeyenler için bir başkaldırı çağrısı, küfür otoritelerine karşı gerçekleştirilen kutsal kıyâmın enerji kaynağıydı. Şehîd ise, vücuttaki kalp gibiydi; toplumun kurumuş damarlarına kendi kanını ulaştırırdı.
Görmez misin şehidler kervânı’na ilhâk olanları, onların vasıflarını, yaşantılarını, düşüncelerini… Hepsi de “tevâfuk” sözcüğünü fısıldadı bize, ilahî takdirin müthîş uyumunu ve en önemlisi; şehitlerin seçilmişliklerini…
Bir örnekler klasiği…
İşte Ashâb-ı uhdûd; zaman ve mekânın bildirilmediği tüm zamanların örnekliliği. Arkalarında hâin, acımasız, elleri rahimlere, minicik bebeklere uzanan ordular, asrın tiranları, zorba tağutları. Önlerinde ise kızgınca yanan kor kor ateşten hendekler. Arada meydan okuyan imânları. Allâh’ı arzulamış sıra sıra dizilmişler, gözleri Mevlâ da. Gelecek olan şehidler kervânın da. Öne çıkan örneklik; Samîmiyyet. Yüceliğe tâlib olmak. Tâvizsiz zafere kavuşmak.
İşte Abdullah bin Revâha; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘in: ‘Sizin kötü söz söylemeyen kardeşiniz’ dediği. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘in her zaman yanında yer alıp: ‘Kimse seni dinlemezse, biz seni dinleriz ey Allah’ın Rasûlü’ diyen büyük zât. Savaş meydanı… Rüzgarlar esiyor. 200 bin kişilik Rûm ordusu. ‘Vallahi biz, düşmanlarımızla, sayılarımızın çokluğu ile değil, Allâh’ın verdiği İslâm ile savaşırdık.’ derdi.Öne atılacak ama vesvese bulutları etrâfını sarar. Bir hamle ile dumanları dağıtır ve gerçeği görür. Fırtına gibi Bizanslıların üzerine eser. Dünyâlıklarını teker teker boşar, oldukları yere bırakır. Ve göç saati çalmaya başlar. Cesedi düşer ve rûhu Refîk-i A’lâ’ya yükselir. En değerli idealleri gerçekleştirir. Öne çıkan örneklik; Dünyâ’ya rağbet etmemek, vahye kulaklarını açmak, gerektiğinde yardan-serden geçmek, sessiz sedâsız bir köşe de beklememek…
İşte Abdullah İbn Ümmü Mektûm; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘in Abese sûresiyle gönlünü hoş tuttuğu âmâ/kör sahâbi. Bedir savaşının ardından cihâdın faziletini, onu yaşama ve yaşatma arzusunu, cihattan geri kalanların âkibetini ifâde eden âyetler indirilince, sanki bu âyetler binlerce sahâbe arasında kendisini kastediyormuş gibi müthîş bir mesûliyet duygusuna kapılarak: ‘Yâ Rasûlallah! Vallâhi, cihâd etmeye imkânım olsa, cihâd ederdim.’ demişti. Daha sonra gözyaşlarını tutamayarak: ‘Allâhumme enzil Uzrî/Allah’ım, özrümü beyân eden âyet indir!’(1) Diye duâ ederdi. Sürekli ağlardı bu acıyla. Ne samimiyetti onda ki. Büyük bir azim ve kararlılık sâhibiydi. Âmâydı, târihe kaydedileceğini bilmiyordu. Çağlar boyu herkesin kendi kıssasını öğreneceğini, insanlara örnek olacağını da bilmiyordu. Tek bildiği tevhidin şiârını her yerde yükseltmekti. Yaşı almış başını gitmişti. Hem yaşlı hem âmâydı. Pers imparatorluğuna karşı cihâd çağrısı dalga dalga bütün vâdilerde yankı bulunca, ordu yola çıktı. Zırhını giymiş Abdullah da göründü. Pers ordusu düzenli, sayıca yüksek, o günlerde ender görülen silahlara sâhip, fillerle donatılmış bir orduydu. Enes bin Mâlik bir ara çadırın içinde Abdullah’ı gördü. Koca çınar düşünüyordu. Gözleri görmüyordu ama hayâtı kalp gözü ile müşâhade ediyordu. Senin ne işin var bur da ey Abdullah! Sesiyle kendine geldi. ‘Enes sen misin’ dedi. Enes, ‘evet benim’. ‘Enes! Sen de biliyorsun ki benim gözlerim görmüyor. Kılıç yönünden Müslümanlara bir faydam da olmaz. Ama istedim ki Pers ordusuna karşı Müslümanların sayısı çok görünsün. Sancağı bana verin, ben âmâyım, kaçamam. Beni iki saf arasına koyun.’ Târih de ender görülen bir savaş fırtınası esmeye başladı. Üç günün ardından zafer Müslümanların olmuştu. Bu büyük zaferin bedeli olarak yüzlerce kişi şehîd olmuştu. Bu, şehitler arasında Abdullah ibn Ümmü Mektûm da bulunmaktaydı. Müslümanların sancağı kucağında, ona sarılmış bir şekilde bulunmuştu. Öne çıkan başlık; Hak dâvânın çilekeşleriyle beraber olmak, fedâkarlık anlarında fedâkarlıktan çekinmemek, ilâhi emir ve yasaklara karşı duyarlılık, hiç değilse Müslümanların sayılarını kalabalık göstermek için faaliyetlerde bulunmak/katılmak…
Şehidler kervanına katılanlardan hayâtımıza aksedecek daha birçok özellik vardı. Mesela; Hz. Ömer de şehâdetin bizi her yerde bulabileceğini, Ebu Hanîfe de zulme ilimle başkaldırmayı, İskilipli Âtıf hoca da şerîata kurbân olmayı, Hasân el-Bennâ da davet ve mücâdele azmini, Abdullah Azzâm da rahat ve lüksten kaçmayı, Usâme de güzel ahlak ve zâhidliği, Fehmeddin de kardeşliği, çile ile yoğrulmayı…
Bir âlim, bir mürebbî olan cihâd öğretmeni Abdullah Azzâm rahimehullah, etrâfında yüzlerce şehid gördükten sonra onlarda gördüğü özellikleri şu şekilde sıralıyor;
Dillerini Müslümanları çekiştirmekten muhâfaza ederlerdi.
Kalplerinde Müslümanlara karşı bir kin ve nefret yoktu.
Sessizce işlerini yapar, reklamdan uzak dururlardı.
Basit bir görev verilse başındaki sorumluya itaat ederlerdi.
Tartışmaya girmezlerdi.
Yüksek edep, âlimlere, büyüklere ve yetkililere son derece ihtirâm gösterirlerdi.
Cephede kalma konusunda büyük bir özen; yumuşak ve rahat hayattan kaçarlardı.
Dilleri sadece Müslümanların güzelliklerini anlatırdı. Gerek cepheyi gerekse mücâhidleri kendilerinden üstün görürlerdi. Dağları devirecek kadar azîmleri ve himmetleri yüksek olan mücâhidlerin yanında kendilerini çok küçük görürlerdi.”
Yakın dönemlerde şehâdete eren mümtâz şahsiyetlere baktığımızda da kendi hayatlarından vazgeçip, Allâh’ın hükümlerinden asla vazgeçmemişler. ‘İslâm yolunda ileri gitmekte şeref, geri kalmak da ar/utanç vardır.’ demişler. Geçenlerde bir tanesinin hayât hikâyesini okuduğumuzda kendimizi çok çâresiz hissetmiştik. Bu akan hayat seli, nereden gelip, nereye gidiyor? Biz neyiz? Bu hayâtın neresindeyiz? Ne yapıyoruz? Ne yapmamız gerekirdi? Gâyemiz neydi? Ne gibi bir yarın, ne gibi bir son hayâl ediyoruz? gibi sorular beynimizi zonklatırcasına akın akın gelmişti. Bir şehîd’in hayâtı konu ediliyordu bir yerde, cümleye dikkat edin lütfen;
“Şehid edildiği dönem havalar çok soğuktu. Evinde odun ve kömür de yoktu; ama o ‘Kömürüm de odunum da olmasa, benim derdim bunlar değil, derdim Allâh’ın dâvâsıdır’ diyordu. Allâh yolunda her şeyimi vermeye hazırım dedikten sonra ‘Evet sıkıntı çekiyoruz, fakat öbür dünyâda ferâhlık bulacağız’ derdi.”
Şimdi kardeşim, biraz kendi nefislerimizi gündem edip eleştiri oklarını kendimize çevirmeliyiz. Şimdi biraz düşünelim! Bizim kırık, dökük ve düzensiz hayâtımıza karşılık bu cihâd bizi alır mı! Bu Şehâdet kâfilesi bizi sarmalayıp huzûr diyârına götürür mü!
Bir ezânı duyunca mescide koşmayan, infâk emri alınca infâka yanaşmayıp cimrilik eden, tefekkûr işâreti alınca düşünmeye zaman bulmayan, sohbet ve ilim meclislerinden uzaklaşan, itaat emri alınca ebeveyn önünde sükûta geçmeyen, Allâh’ın emirleri karşısında diz çökmeyen, cihâd dâveti alınca cepheye gitmeyen, sabah namazına doğru dürüst kalkmayan hepimizi bu cihâd nasıl alsın!
Sloganlarla büyüyen, kur’an ahkâmından bahsedip de kur’an okumayan, Peygamberi sevdiğini söyleyip de O’nu örnek almayan kimseyi bu cihâd nasıl alsın!
Müslümanların dertlerinden fersah fersah uzaklaşan, evinde bunu gündem etmeyen, çocuklarına İmân, güzel ahlâk ve cihâd aşkını aşılamayan, onları Tv önlerine, film ve dizi anaforuna teslim eden birini bu cihâd nasıl alsın!
Dünyâda hayâtını ‘tevhid’e vakfetmeyen, zamânını face, twitter, instagram hesablarında harcayan ama inandığı dâvâsı için harcamayan birini bu cihâd nasıl alsın!
Kardeşlerim! Şehîd olabilmek elimizde olmasa bile şehîd gibi yaşamın elimizde olduğunu bilelim. Târih boyunca yola çıkan şehîdler kervanına bakıp, onlardan ibret almalı ve kendi hayatımızı onlarla kıyaslamalıyız yoksa bize şehâdet uğramaz.
Ey kardeşim unutma ki; Kanlı bir vücut. Ama misk-i anber kokan bir kan. Ama yıkanılmaması gereken tek kan ve ceset. İşte şehîd ve şehâdet.
Bütün bunlarla şehâdet ve şehîd anlatılmış mı oldu? Bilmiyorum. Tatmayan bilmez.
Tadanlardan olma duâsıyla…
————————-
1. Allâh Teâlâ daha sonra ‘Özür sâhibi hâriç’ ayetini indirdi.