Muvahhidlerle Müşrikler, Müminlerle Kafirler Arasında Muvazene

Kavramlar – Mahmut Varhan / 2021 Ocak / 98. Sayı 

İmdi; bir şeyin hakikatini tam olarak idrak etmek için onun meyvelerine ve neticelerine bakmak gerekir. Biz de bu makalemizde tevhid ağacının güzel meyveleriyle şirk ve küfür ağacının zehirli meyveleri arasında bir mukayese yapacağız. Muvahhidlerle müşriklerin anlayışlarını, hayata bakışlarını, metodlarını, gaye ve hedeflerini, ahlâk ve yaşam tarzlarını, dost ve düşmanlarını özet bir şekilde muvâzene etmeye çalışacağız. Böylece muvahhidlerin yolu ile mücrim olan müşrik ve kâfirlerin yolları açık bir şekilde birbirinden ayrılmış olsun. Allah azze ve celle bizi şirk ve küfrün bütün zulümâtlı yollarından koruyarak, tevhid yolu olan sırat-ı müstakim üzerinde sabit kılsın!

1- Müminlerle Kâfirler Eşit Değillerdir

İman ile küfür, İslam ile isyan, tevhid ile şirk birbirlerine zıt oldukları gibi müminlerle kâfirler, muvahhidlerle müşrikler de birbirlerine zıttırlar. İnançları, Allah, insan ve hayat hakkındaki düşünceleri, yaşam tarzları, hayattaki metod ve gayeleri ve bu hayattan sonra gidecekleri yerleri tamamen farklıdır. Müminler asla kâfirlerle bir ve eşit olamazlar. Nitekim Allah azze ve celle şu ayet-i kerimelerde iman edenlerle kâfirleri, vahye tâbi olanlarla hevâlarına uyanları, Allah’a ve peygamberlerine itaat edenlerle isyankâr mücrimleri karşılaştırarak şöyle buyurmaktadır: 

“Bu iki topluluğun durumu, görmeyen ve duymayan ile gören ve duyanın durumuna benzer. Hiç bunlar birbirine eşit olabilir mi? Hâlâ düşünüp ders almayacak mısınız?” (Hûd, 24)

“Onlara: “Hiç, görmeyenle gören bir olur mu? Veya karanlıklarla aydınlık hiç eşit olur mu?” diye de sor.” (Ra’d, 16)

“Sana Rabbinden indirilenin gerçek olduğunu bilip de buna iman edenle, bunu göremeyecek kadar kör olan bir midir? Ancak aklı olanlar düşünüp ders alırlar.” (Ra’d, 19)

“Ne görmeyenle gören bir olur ne karanlıklar ile nûr, ne de gölge ile sıcak. Diriler ile ölüler de bir değildir. Allah dilediğine hakkı işittirir; ama kabirdekilere bir şey duyurmak senin elinde değildir.” (Fatır, 19-22)

“Böyle birisi mi yoksa ahiret azabından sakınıp Rabbinin rahmetini umarak gece saatlerinde secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden kimse mi daha iyidir? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl ve iz’an sahipleri düşünüp ders çıkarırlar.” (Zümer, 9)

“Ne görmeyenle gören bir olur ne de iman edip salih amel yapanlarla günahkârlar. Fakat pek az düşünüyorsunuz.” (Mümin, 58)

“Cehennemlikler ile cennetlikler bir olamaz. Cennetlikler, işte onlar muradına ermiş olanlardır.” (Haşr, 20)

Görüldüğü gibi bu ayet-i kerimelerde birbirlerine hasım olan Beni Âdem’den bu iki grup insan açık bir şekilde birbirlerinden ayırt edilmişlerdir. Hayatın anlamını idrâk eden ve gerçek hayat sahibi olanlar, hakkı ve hakikati gören, duyan ve haykıranlar, hakiki ilim sahibi ve nurani bir hayat yaşayanlar, iman edip salih amel işleyenlerdir. Kâfirler ise hakka ve hakikate karşı kör, sağır ve dilsizdirler. Hayatın hakiki kaynağı olan ve hayatı bahşeden “Hayyun lâ Yemût” sıfatının sahibi Allah’tan koptukları için hayatın gerçek anlamını idrak edemeyen, ruhsuz bir cesetten ibaret olan ölülerdir. Bilim, felsefe, teknik ve teknoloji alanlarında ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar gerçek ilimden ve hakiki irfandan mahrum olan cahillerdir. Çünkü onlar günümüzde nerede ise bütün dünyayı ve insanlık hayatının bütün alanlarını kaplamış olan kapkaranlık cahiliye sisteminin müntesipleri ve temsilcileridirler.

2- Müminler Esma-i Hüsna ve Yüce Sıfatlarıyla Allah’ı Tanırlar, Kâfirler ise Allah Hakkında Ancak Zanna Tâbi Olur ve Tahmin Yürütürler

İman edenlerin gerçek hayat sahibi olmalarının ve nurani bir hayat yaşamalarının asıl sebebi, Allahu Teâlâ’yı hakkıyla tanımalarıdır. Allahu Teâlâ’nın esma-i hüsnasını ve yüce sıfatlarını bilmeleri ve anlamaları, onların gözlerini ve kulaklarını hakka açmış, gönüllerinde hakikat nûrunun yayılmasını sağlamış ve dillerini hikmet ile konuşturmuştur. Bütün kâinatı Allah’ın kabza-i tasarrufunda bilen ve zerreden büyük gök cisimlerine varıncaya kadar her şeyin O’nun irade ve kudretine bağlı olduğuna itikad eden muvahhid bir mümin, parçası olduğu bütün kâinatla birlikte Allah’ı hamd ve tesbih ederek kulluk vazifesini yerine getirir. İşte böyle engin bir ruha, nurani bir kalbe sahip olan müminler dünyada da ahirette de Allah’ın lütfuna mazhar olur ve saadetlere gark olurlar. 

Fakat Allah’ı tanımayan, O’nun esma-i hüsnasını ve yüce sıfatlarını bilmeyen, yüce Mevlâ’nın her şeyi kuşatan ilmine, bütün kâinatı dest-i tasarrufunda bulunduran irade ve kudretine, bütün âlemlerin boyun eğdikleri azametine itikad etmeyen kâfirler, müşrikler ve münafıklar kör, sağır ve dilsizdirler. Onların sinelerinde iman nuru bulunmadığı için kalpleri ve ruhları kapkaranlıktır. Bundan dolayı insan, âlem ve Allah hakkında çeşitli kuruntulara, zan ve tahminlere bina edilmiş türlü hurafelere inanmaktadırlar. İşte böyle karanlık ruhlu, katı kalpli, hakka karşı kör, sağır ve dilsiz olan kimseler dünyada da ahirette de zulümâtlar içerisinde yaşamaya mahkûmdurlar. Bunlar öz nefisleri de dahil her şeylerini kaybedip mahvolmuş kimselerdir. Nitekim şöyle denilmiştir: “Allah’ı bulan, neyi kaybetmiştir ki! Allah’ı bulamayan, ne kazanmıştır ki!”

Allah azze ve celle kâfirlerin, O’nun hakkında zan ve tahminlere dayalı batıl bir itikada sahip olduklarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “O gün Allah’ın düşmanları ateşe sevk edilmek üzere bir araya getirilir. Oraya vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle yaptıklarından dolayı onların aleyhine şahitlik eder. Derilerine: “Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” derler. Derileri der ki: “Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan da O idi; yine O’na dönüyorsunuz.” Oysa siz daha önce ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinize şahitliğinden çekinmiyordunuz. Fakat yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte, Rabbiniz hakkındaki bu zannınız/yanlış düşünceniz sizi helâke sürükledi de böyle mahvolup gidenlerden oldunuz.” (Fussilet, 1 -23)

“Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkek ve müşrik kadınları da cezalandırır.Kötülük kendi başlarına gelsin! Allah onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Gidilecek ne kötü bir yerdir orası!” (Fetih, 6)

“Bu arada bir kısım insan da kendi derdine düşmüş, Allah hakkında haksız bir şekilde, cahiliye dönemi insanları gibi gerçek dışı şeyler düşünüyorlardı…” (Âl-i İmran, 154)

Allah azze ve celle hakkındaki bilgileri zan ve kuruntudan öteye geçmeyen, Allah’ın yüce sıfatlarını ya inkâr eden veya insanların sıfatları gibi telakki eden bu cahil kâfirler cansız varlıkları, hayvanları, insanları, cinleri ve melekleri Allah’a ortak koşmuşlardır. Aciz mahlûkları ulûhiyet makamına çıkarmış veya Allah’ı aciz mahlûklar gibi tasavvur etmişlerdir. İşte bu bâtıl akidelerine her türlü fesadı, zulmü ve isyanı bina etmişlerdir. Allah azze ve celle bu cahiller hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Şöyle de: “İlâh diye taptıklarınız arasında, varlığı yoktan yaratacak ve ölümünden sonra onu yeniden diriltecek birisi var mı?” Şöyle de: “Mahlûkatı ilk defa Allah yaratır; sonra yeniden O diriltir. O halde nasıl olur da O›ndan yüz çevirirsiniz?” Şöyle sor: “İlâh diye taptıklarınız arasında doğru yola ileten birisi var mı?” Şöyle de: “Doğru yola yalnızca Allah iletir. Öyleyse doğru yola ileten mi kendisine uyulmaya daha layıktır; yoksa yol gösterilmedikçe kendiliğinden yol bulamayan mı? Peki ne oluyor öyleyse size? Nasıl böyle bir hükme varıyorsunuz?” Onların çoğu sadece zanna göre hareket eder. Zan ve tahmin ise gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez. Allah onların ne yaptığını elbette bilmektedir.” (Yunus, 34-36)

3- Müminlerin Dostu Allah’tır, Kâfirlerin Dostları ise Tağutlardır

Allah’a iman eden, O’nu birleyen, esma ve sıfatlarını anlayıp onların gereğine göre amel ederek hakiki marifeti elde müminler, velayetlerini sadece Allah’a verir ve ancak O’na tevekkül ederler. Onların velisi, dostu, koruyucusu ve yardımcısı Allah’tır. Onların işlerini düzene koyan ve dünyevi-uhrevi her türlü başarıya ve hayır yoluna onları muvaffak kılan yüce Mevlâ’dır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de bulunan pek çok ayet-i kerimeden bazıları şunlardır:

“Allah iman edenlerin dostu, yardımcısıdır; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.” (Bakara, 257)

“Sizin dostunuz ve yardımcınız yalnız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” (Âl-i İmran, 150)

“Sizin doztunuz ve yardımcınız sadece Allah, onun Peygamberi, bir de Allah’a boyun eğerek namazı gerektiği şekilde kılan ve zekâtı veren müminlerdir. Kim de Allah’ı, peygamberini ve müminleri dost bilirse, hiç kuşkusuz üstün gelecek olan Allah’ın taraftarlarıdır.” (Mâide, 55-56)

Müminlerin velisi, dostu ve yardımcısı Allah olunca, onları karanlıklardan çıkarıp aydınlığa ulaştırır ve her türlü sıkıntıdan kurtararak selamet sahiline kavuşturur. Allah’a tam anlamıyla gönül vermiş ve yüce Mevlâ’ya kul olmanın zirvesine çıkmış bulunan saadet asrı bunun en büyük şahididir. Tarih boyunca Allah’a hakkıyla iman eden bütün muvahhidleri Allah koruyup gözetmiş ve dinleri üzerinde onları sabit kılmıştır. Allah’ın yardımıyla izzet ve vakar içinde yaşamış, Allah’ın düşmanlarının karşısında heybetli bir duruş sergilemişlerdir. Nitekim şu ayet-i kerimelerde Allah’ın mümin kullarını dosdoğru yola hidayet buyurduğu beyan edilmektedir: 

“Allah o kitapla, rızasını arayanları ebedî kurtuluşa giden yollara götürür; onları izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola iletir.” (Maide, 16)

“İşte bu, insanlara Rabblerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarman, karşı konulmaz kudret sahibi ve övülmeye layık olan Allah’ın yoluna ulaştırman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim, 1)

“O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini indirir; O’nun melekleri de sizin için dua eder. O, müminler hakkında pek merhametlidir.” (Ahzab, 43)

“Bir de peygamber gönderdi ki, iman eden ve salih ameller yapanları karanlıklardan nura çıkarmak için size Allah’ın apaçık ayetlerini okur.” (Talâk, 11)

Allah hakkında çeşitli zan ve kuruntular içinde bulunan, indî görüşleriyle zorlama tahminler yürüterek hurafelerle dolu pek çok bâtıl inanca sahip olan müşrikler ise dehşete düşürücü bir boşluğun içine düşmüş ve şeytanların ağına yakalanmışlardır. Rahman’ı bırakıp Benî Âdem’in en azılı düşmanı olan iblisi ve o lanetlinin avanelerini dostlar edinmişlerdir. Allah’a kulluk etmek yerine onları saptırmak ve cehenneme götürmekle görevli olan laîn iblise ve avanelerine tapmaktadırlar. Dünyanın fâni ve geçici zevkleriyle sarhoş olup, gaflet ve dalâlet içinde şaşkın şaşkın baş düşmanlarının peşine takılıp cehennemin alevlerine doğru yol almaktadırlar. İnsanlık tarihi boyunca nice Nemrutlar ve Firavunlar, toplumlarını aldatıp iblisin peşine takmışlardır. Helâk ve felaketler asrı olan bizim şu fitnelerle dopdolu modern çağımız, iblise ve avanelerine itaat ve ibadet eden insanlığın ne denli büyük bir hüsrana uğrayacağını ve ne dehşetli çalkantılara ve manevi depresyonlara maruz kalacağının en büyük delili değil midir? Nitekim yüce Mevlâ, kâfirlerin ve müşriklerin bu acı hallerini tasvir ederek şöyle buyurmaktadır: 

“Kâfirlerin dostları ise tağutlar olup, onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliktir. Orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara; 257

“Şeytanlar ise dostlarına hep sizinle tartışmalarını/mücadele etmelerini telkin ederler.” (En’am, 121)

“Ayrılın bugün, ey kâfirler! Ben size öğüt vermedim mi ey Âdemoğulları: ‘Şeytana kul olmayın; o sizin gerçekten apaçık düşmanınızdır. Yalnız bana kulluk edin; dosdoğru yol işte budur” diye. Gerçekten de o sizden nice nesilleri saptırdı. Hiç mi aklınızı kullanmadınız? İşte tehdit edildiğiniz cehennem! İnkâr edişiniz yüzünden bugün girin oraya.” (Yasin, 59-64)

İbrahim aleyhisselam, Allah’a ibadet etmeyi terk edip şeytana ve onun avanelerinden olan zamanın tağutu Nemrud’a kulluk eden babasını uyararak şöyle demişti: “Hani o babasına şöyle demişti: “Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası dokunmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir ilim bana gelmiştir. Bana tâbi ol ki seni doğru yola ileteyim. Babacığım! Şeytana tapma! Çünkü şeytan Rahman’a asi olmuştur. Babacığım! Şüphesiz ben, Rahman’ın azabına uğramandan ve böylece şeytana dost olmandan korkuyorum.” (Meryem, 42-45)

“Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne ve babanızın edep yerlerini birbirlerine göstermek için elbiselerini soyarak onları cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de aldatmasın. Çünkü şeytan ve soyu sizin onları görmeyeceğiniz yerlerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları, iman etmeyenlere dost yaptık.” (A’raf, 27)

Bu ayet-i kerimelerde açıkça ifade edildiği üzere, şeytanları dost edinen ve velayetlerini İblis’e veren kâfirler ve müşrikler doğru yoldan ayrılmış, çok çeşitli bâtıl yollara sapmışlardır. İnançta, ahlâk ve edepte, iffet ve namus duygusunda, ailenin mahremiyeti ve toplum ahlâkının korunmasında, ekonomik hayat ve sosyal adaletin tesisinde kapkaranlık bir boşluğun içerisine düşmüşlerdir. İnançsız, ahlâksız, edepsiz, ar ve namus duygusunu kaybetmiş, çıplaklığı ve fuhşu medeniyet zannedecek kadar kişiliksiz, helal-haram sınırları bulunmayan çıkarcı, başkalarının hakkını yiyerek şişen ve büyüyen faizci, zulüm ve haksızlık yapmayı tabii bir hak olarak gören kibirli, başkalarının elinde olana göz diken doyumsuz ve hasedçi nesiller yetiştirilmiştir.

Böylece her alanda şeytani bir düzen kurulmuştur. Öyle ki yerin altı, yerin üstünden daha hayırlı bir hale gelmiştir. Ancak kâinatın sahibi olan yüce yaratıcının irade ve kudretiyle azgın kâfirler dehşet verici bir hüsrana uğrayacak ve sağlam zannettikleri örümcek ağından daha zayıf düzenleri hâk ile yeksân olacaktır. Allah’ın dostları olan müminler ise, her yönden felâha kavuşacaklardır.

“İnkâr edenlere gelince, onlar helâk olmuşlardır. Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmamışlar; onun için de Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır. İnsanlar yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş diye bakıp ibret almıyorlar mı? Allah onları yerle bir etmişti. Bu kâfirler için de onun benzeri bir âkıbet vardır. Zira Allah iman edenlerin dostudur; kâfirlerin ise hiçbir dostu yoktur.” (Muhammed; 8 -11) 

4- Müminler Hüdâya, Kâfirler ise Hevâlarına Tâbi Olurlar

Allah’a iman eden, zerrelerden en büyük kürelere ve Arş’tan ferşe kadar her şeyin O’nun dest’i tasarrufunda olduğuna, canlı-cansız bütün mahlukatın tedbir ve düzeninin O’nun elinde bulunduğuna, bütün sebepleri ve sonuçlarını sadece O’nun var ettiğine, insanları, melekleri ve cinleri yoktan var eden, hayatlarını devam ettiren ve gerekli olan her türlü rızıklarını onlara bahşedenin ancak yüce Mevlâ olduğuna itikâd eden müvahhidler; sadece O’na kulluk eder ve ancak O’ndan yardım dilerler. Bir parçası oldukları kâinatla birlikte O’nu tesbih eder ve O’na hamdederler. Yüce Yaratıcının kendilerine yüklemiş olduğu emânet’i kübrâya riâyet eder ve getirildikleri büyük hilafet makamının gereğine göre hareket ederler. İmtihan için gönderildikleri dünyayı imar ederken, ilahi nizama göre hareket ederler. Nefislerini ve hevalarını şeriat-ı ğarraya tâbi kılar, ilahi vahye mazhar olan peygamberlerin izini takip ederler. Onlar için ferdî, ailevi ve sosyal hayatı tanzim eden, insanlar arası bütün ilişkilerde hukuk ve ahlâk kurallarını belirleyen tek bir kaynak vardır ki o da Kur’an ve sünnettir.

Kâfirler ve müşrikler ise Allah’ın nurlu hidayet yolunu bırakmış, şeytanların karanlık şirk, küfür ve isyan yollarına tâbi olmuşlardır. İzzetli bir şekilde Allah’a kul olmayı terk ederek, zillet içerisinde nefislerinin esiri haline gelmişlerdir. Ahlak ve erdem yolunda numûne-i imtisal olan peygamberlere tâbi olmak yerine, erdemsiz ve ahlaksız bir hayat yaşayarak hevalarının kölesi haline gelmişlerdir. Allah’ın vahyettiği Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeyi hayatlarına hâkim kılmayı reddederek, nefislerinin ve arzularının ürünü olan beşerî kanunları insanlığın hayatına hâkim kılmaya çalışmış ve böylece hevalarını ilah edinmişlerdir. Sosyal hayatın ve beşerî ilişkilerin düzenleyicisi olarak Allah’ın kâmil olan nizâmını benimsemek yerine, iblisin ve avanelerinin insanlığı oyalamak için uydurdukları nizamlar olan kapitalizm, komünizm, ırkçılık, laiklik ve demokrasi gibi batıl sistemleri kabul etmiş ve insanlığı da bu süfli rejimleri kabul etmeye icbar etmişlerdir. İblise kulluk uğrunda ve şeytani arzularını tatmin edip süfli çıkarlarını devşirmek yolunda her gün yüzlerce ve bazen binlerce insanı kurban etmişlerdir.

İşte Allah azze ve celle gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı ve diri ile ölü gibi birbirine tamamen zıt olan bu iki sınıf insanı karşılaştırarak şöyle buyurmaktadır: “Bunun sebebi, inkâr edenlerin batılı izlemeleri, iman edenlerin de Rablerinden gelen hakka tabi olmalarıdır. İşte Allah insanlara kendi durumlarını böyle anlatır.” (Muhammed, 3)

Rabbinden gelen apaçık bir delile dayanarak hareket eden kimse, kötü işleri kendisine hoş gösterilen ve heveslerinin peşine düşmüş kimse gibi olur mu?” (Muhammed, 14)

Kötü işi kendisine güzel gösterilip de artık onu güzel bir iş olarak görmeye başlayan kimseyle, o müminler bir olur mu? Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir.” (Fatır, 8)

“Heva hevesinini ilahlaştıranı gördün mü? Allah onu ilmine rağmen saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözlerini de perdelemiştir. Allah’tan sonra artık ona kim yol gösterebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Câsiye, 23)

Onlara şöyle dedik: ‘Hepiniz oradan inin. Benden size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa onlara artık ne bir korku vardır ne de bir keder. Ayetlerimizi inkâr edip yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir ve hep orada kalacaklardır.” (Bakara, 38-39)

Hâsılı kelam;

“İman, insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyyesi iman ve duadır/ibadettir. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”