Kapak Dosya – Ahmet İnal / 2019 Ocak / 74. Sayı
Mü’min olmak; iman, ibadet ve ahlâk üçlüsünü rabbani bir usulle şahsiyetin temellerine yerleştirmekle mümkündür. Kişi sadece iman ettim demekle benliğini İslâmi bir hale büründüremez. İman etmek bu hedef için atılması gereken ilk adım olsa da tek başına yeterli değildir. Kalpteki bu örtülü duyguyu izhar edecek bir ibadet hayatına ihtiyaç vardır. Bu ikisinin varlığı ise en nihayetinde temiz bir fıtrattan kaynaklanan ahlâki özelliklere bağlıdır. Ahlâkın olmadığı yerde iman da ibadet de hükmünü yitirmiş sayılır. Zira ahlâk hem imanın hem de İslâm’ın kaynağıdır.
Ahlâk bir aracın direksiyonu gibidir. İman, motor; ibadet ise yakıt deposu mesabesindedir. Motor ne kadar güçlü, yakıt da ne kadar çok ve kaliteli olursa olsun direksiyon olmadığı sürece araç istediği istikamete gitmekten acizdir. Aynı durum Müslümanın hayatı için de geçerlidir. İmanını güçlendirip ibadetlerle bol bol ecir kazanmak isteyen; ancak İslâm’ın sunduğu ahlâktan bihaber olan kişinin varacağı yer, çarpıp tökezleyeceği sert bir duvar olacaktır.
İşte bu nedenle; insanlara nübüvvet makamının başlangıcından beri daima hatırlatıla gelen hakikat “Haya etmedikten sonra dilediğini yap” [1] şeklinde özetlenmiştir. İnsanlık tarihi boyunca peygamberler toplumlarını tevhide davet ederken aynı zamanda edep ve hayaya da çağırmışlardır. Zira Rasûlullah’ın buyurduğu gibi “Haya ve iman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” [2] Bu açıdan haya ve iffetten yoksun olan bir kimsenin kalbinde iman kırıntıları bulunsa da bu iman buzun erimesi gibi kaybolup gitmeye mahkumdur.
Bir kulda ya da toplumda haya duygusunun kaybolması beraberinde Allah’ın gazabını getirir. Tarih boyunca helak edilen kavimler ve helake giden süreçleri incelendiği taktirde görülecektir ki; asıl problem iman meselesi olduğu gibi bir o kadar da haya duygusunun olmayışıdır. Çünkü Allah’a karşı utanma duygusu taşımayan bir kimse ya da toplum akla hayale gelmeyecek tüm kötülükleri işlemeye meyyaldir. Bu durum ise onun azgınlaşmasına ardından da Allah’ın gazabına duçar olmasına sebep olacaktır. Bu vahim süreci Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu şekilde özetlemiştir:
“Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, bir kulu helak etmek istediği zaman, ondan hayayı çekip alır. Hayayı alınca, o kul ancak gazaba uğrayan biri olur. Gazaba uğradığı zaman, kendisinden emanet (güvenilirlik) kaldırılır. Emanet kaldırılınca, o ancak hain olur. Hain olduğu zaman, kendisinden rahmet kaldırılır. Rahmet kaldırılınca, o ancak lanete uğrar ve mel’un olur. Lanete uğradığı ve mel’un olduğu zaman da kendisinin İslâm ile olan bağı koparılır!” [3]
İslâm, kişi ile onu helake götüren etkenler arasına girerek onu bu vaziyetten kurtarmak ister. Bunun için ise mü’min fertlerden istediği ilk şey ister gizli ister açık her durumda Allah’tan haya etmesidir. Kul, kendisini daima gözetleyen bir rabbinin olduğu şuuruyla hareket ederse O’ndan haya ederek masiyetlerden kaçınır. Masiyetlerden kaçındığı zaman da Rabbinin muhabbet ve mağfiretine mazhar olur. Mü’min kimsenin haya sebebiyle ulaştığı bu makamın sonu ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ’in müjdesine göre cennettir:
“Haya imandandır ve hayalı olan kimse cennettedir! Hayasızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” [4]
Allah’a karşı hayalı olmanın yolunu ise hayanın en güzeline sahip olan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle tarif ediyor:
“Abdullah b. Mes’ud radıyallahu ahn aktarıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Allah’tan hakkıyla haya edin!” buyurdular. Biz: “Ey Allah’ın Rasûlü, elhamdülillah, biz Allah’tan haya ediyoruz” dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı: “Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız haya) değil. Allah’tan hakkıyla haya etmek, başı ve onun taşıdıklarını, batni ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse dünya hayatının ziynetini terk etmeli, ahireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah’tan hakkıyla haya etmiş olur.” [5]
Mü’min ferdin kendisine karşı hayalı olması gereken tek varlık Allah celle celaluhu değildir. Allah’a karşı gösterilmesi gereken haya en üst mertebede olmakla birlikte insanlara karşı da haya ile muamelede bulunmak gerekir. Kişinin evinde, iş yerinde gerek ailesine gerek arkadaşlarına karşı olsun konuşurken, gülerken, ağlarken, otururken, kalkarken kısacası her daim edep ve hayayı şahsiyetinin baş meziyeti haline getirmesi onun imanın kemaline işaret eden bir durumdur.
İslâm öylesine yüce bir haya anlayışına sahiptir ki; bu sistemde kişinin görmediği, ancak daima kendisiyle birlikte bulunan meleklere dahi göstermiş olduğu bir edep vardır. Bu açıdan mü’min kimsenin sergilediği edep ve haya göstermelik değildir; bizzat kişinin kalbinin derinliklerinden kopup gelmektedir. Hal böyle olunca mü’minler içinden de haya abidesi olan meleklerin dahi kendisinden haya ettiği yiğitler çıkmaktadır.
Haya ile ilgili tüm söylenenlerin özü ise Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ’in şu sözünde vücut bulmuştur:
“Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır, İslâm’ın ahlâkı hayadır.” [6]
Haya, İslâm’da bu kadar önemliyken maalesef günümüz İslâm coğrafyasında insanımız bu şuurdan gün geçtikçe uzaklaşmakta ve dipsiz bir kuyu olan iffetsizliğe doğru koşmaktadır. Daha kırk-elli yıl öncesinde insanların evlerinde dahi işlemekten çekindikleri cürümler bugün aleni bir şekilde cesurca işlenmekte, sosyal medyada paylaşılmakta ve en kötüsü tüm bunlar bir meziyet olarak kabul edilmektedir. Edep ve hayasından dolayı masiyetlerden uzak kalmaya çalışan kimseler ise pısırık, korkak olarak lanse edilerek toplumda itibarsızlaştırılmaktadır. Ancak her ne olursa olsun tertemiz fıtratlarını korumuş, kalplerine iman yazılmış olan mü’minler için haya kendisiyle cennete ulaştıkları en büyük nimetlerdendir.
[1]. Buhârî, Enbiyâ 54, Edeb 78.
[2]. Taberânî, Evsat, VIII, 174; Beyhakî, Şuâbu’l-İman, VI, 140.
[3]. İbn-i Mâce, Fiten, 27.
[4]. Buhârî, Îmân, 16.
[5]. Tirmizi, Kıyamet 25, (2460).
[6]. Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 9, (2, 905); İbnu Mace, Zühd 17, (4181, 4182).