Kapak Dosya – Metin Eken / 2014 Aralık / 25. Sayı
Giriş
Aile, hiç şüphesiz insan yaşamının en temel toplumsal formu, insani gelişimin özüdür. İnsanoğlu yeryüzündeki imtihan sürecine aile formunda başlamış ve diğer toplumsal kurumlar da bu özden neşv-ü nema bulmuştur. Yüce Allah (cc.) Hz. Adem’i yaratmakla birlikte, eşini de yaratmış(1) ve böylelikle hem fert için bir sığınak hem de toplum için bir yuva olarak aile doğmuştur. Bu durum, ailenin insanlık için oluşturulmuş ilahi bir nimet olduğu gerçeğini tüm açıklığıyla gözler önüne serer. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, yeryüzünde değişik biçimler de olsa hiçbir toplumda yahut hiçbir dönemde aile kurumunun olmadığına şahit olunmamıştır. O halde, ilahi kaynağı gereği ailenin yapısı ve işleyişi ile ilgili kurallar tanzim etme yetkisi de zorunlu olarak yüce Allah’ındır. Gerek modern gerek geleneksel kodlara sahip olsun İlahi nizam dışında hiçbir düşünce, ideoloji ya da anlayışın ailenin temel kanunları hakkında bir söz söyleme ve kurallar ihdas etme yetkisi yoktur. Bu doğrultuda, aile bireyleri arasındaki ilişkilerin İslam(2) hukuku temelinde düzenlendiğini ve bu hukukun en temel ilkesinin de adalet olduğunu ifade etmek gerekir.
Ancak, İlahi nizamın karşısında çeşitli şekillerde dikilen şirk düzenleri ve bir yaşam biçimi olarak cahiliyenin her dönemde aileyi hedef aldığı ve onun fıtrat temelli yapısını başkalaşıma uğratma amacı güttüğü söylenebilir. Çünkü toplumu başkalaşıma uğratmanın en kestirme yolu onun hayat damarlarını besleyen aileyi başkalaşıma uğratmaktan geçmektedir. Bu bağlamda, bir proje olarak modernliğin ve onun getirmiş olduğu yeni kültürel formların en tesirli sonuçlarının yine aile üzerinde görülmekte olduğu netlikle ifade edilebilir.
Bu doğrultuda, bu yazı, modern cahiliyenin aile üzerindeki etkilerine odaklanma niyetini taşımakta, ancak bunu yaparken de geleneksel(3) aileyi yüceltmek gibi bir savunma refleksi geliştirmemektedir. Modernliği tartışmanın her ne kadar karşıtı olan geleneği de gündeme getirdiği ifade edilebilirse de, bu yazı ilkesel olarak İlahi nizamın aile tasavvuruna yaslanmakta ve dönüşümün dinamiklerini bu tasavvur çerçevesinde sorgulamaktadır.
Genişten Çekirdeğe, Adaletten Özgürlük ve Eşitliğe Aile
Aile sözcüğü köken olarak Arapçadan gelmekte ve semantik olarak iki noktaya işaret etmektedir; biri, birbirlerine çok yakın insanların oluşturduğu ilişkiler dünyası, diğeri de en geniş anlamı bakımından ihtiyaçların giderildiği yerdir.(4)Arapçadaki bu haliyle bakıldığında dahi insanın doğal ve manevi gelişimi açısından en uygun çevrenin aile ortamı olduğu söylenebilir. Değerlerin aktarılması ve oluşturulmasında toplumsal yapıların en vazgeçilmezini aile kurumu oluşturur. Aile, sevgi ve dayanışmanın bilfiil yaşandığı, temel insanî ve ahlâkî değerlerin öğrenildiği bir okuldur. Eşlerin; sevgi, bağlanma, korunma, güvenme ve psikolojik destek gibi duygusal ve fizyolojik ihtiyaçları da en iyi şekilde aile içinde karşılanır. Çocukların yetiştirilmesinde iyi bir ailenin yerini tutacak daha sağlıklı bir kurum yoktur. Kişilik aile ortamında gelişir. Çocuğun, inanç ve değerlerine, kültür ve geleneklerine uyumlu bir birey olarak yetişmesi önce aile çevresinde sağlanır. Aile, çocuğun bedensel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılayarak güven ortamı sunar ve onun sağlıklı büyümesini güvence altına alır.(5)Aile, bireyin sosyalleşmesi bakımından da kilit bir konumdadır.
Bu yönüyle, hem Arapçadaki muhtevası hem yukarıda bahsedilen işlevleri bakımından ‘geniş aile’ yapısının geleneksel toplumlarda önemli bir yer tuttuğu ifade edilebilir. Ancak modern ailenin en temel özelliklerinden bir tanesi ise, artık ‘çekirdek aile’ olarak anılan, baba, anne ve çocuktan oluşan mikro yapı olmasıdır. Modern dönemde ailenin yaşadığı anlam kaybının belki de en önemli sebeplerinden biri bu doğrultuda, modern devletin kontrolü altına aldığı, sanayileşme ve kentleşme süreçleri sonucunda meydana gelen ‘çekirdek aile’ modelidir. Çünkü çekirdek aile modeli, geleneksel ailenin pek çok işlevini kaybetmiştir. Bu aile biçiminde akrabalar ile aile bireyleri arasındaki mesafeler artmış, yaşlı ebeveynler bir kenara atılarak zaman zaman huzur evlerine itilmiştir. Ortaya çıkan tüketim ihtiyaçları hem babayı hem de anneyi çalışmaya itmiş, çocuklar kreşlerde anne ve baba sevgisinde uzak yetiştirilen profesyonel uzmanlık malzemesi haline gelmiştir.
Bir Anektod: Her ne kadar müşrik bir toplum yapısına sahip olsa da geniş aile yapısının görüldüğü Mekke’de, ailenin sahip olduğu dayanışma ve güven işlevi öksüz ve yetim biri olan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i bağrına basmış, korumuş ve büyütmüştü. Ancak günümüzde merhameti unutmuş, akrabalık bağlarını koparmış ailelerin oluşturduğu modern toplumlarda bu tür kimseler çok rahat bir biçimde ve sorumsuzca “kimsesiz” olarak adlandırılmakta, yetiştirme yurtlarının soğuk ve acımasız ortamlarına terk edilmektedir.(6)
Giriş bölümünde de belirtildiği üzere İslam’da, ailenin yapısı ve aile bireyleri arasındaki ilişkinin mahiyetini belirleyen ilke adalet ilkesidir. Aile içerisindeki her birey bir diğerine bu adalet ilkesinin kaynaklık ettiği haklar manzumesi doğrultusunda yaklaşır. Emanet (eminlik, güvenilirlik, sorumluluk bilinci, özveri) kavramı da bu ilkeyi destekleyen en önemli unsurlardan biridir. Ancak, modern zamanlarda, özellikle de 20. yüzyılın düşünce dünyasında kadın ile erkek ilişkilerini düzenleyen ilkenin ‘eşitlik’ olduğu söylenebilir. Bu, aynı zamanda bireylerin ‘özgürlük’ taleplerinin de önünü açmıştır. Böylelikle de fıtratına müdahale edilen aile yozlaşmış, yıpranmış ve ağır yaralar almıştır.
Erkek, baba olmaktan çok iktisadi faaliyette bulunan bir aktöre, kadın da, artık evlat büyüten, ‘evin sahibi’ olan bir anne olmaktan çok evde sarf ettiği emeğin değersiz görüldüğü bir ‘hizmet ehli’ne indirgenmiştir. Müslüman erkek evin geçimini bahane ederek kapitalizme, Müslüman kadın da haksızlığa uğradığını iddia ederek feminizme ve bunların yürürlülüğü soktuğu değerler dünyasına adapte olmuştur. Evler yeni hayat tarzının öngördüğü eşyalarla dolarken, itaat, mahremiyet, edep, muttakilik, görgü ve sünnet kapı dışarı edilmiştir. Huzur ve güvenlik bir yuvanın sıcaklığından ziyade kredi kartlarında, kreşlerde ve huzur evlerinde aranmaya başlamıştır.(7)
Evlilik, çocuk yetiştirme gibi faaliyetlerin yüklediği sorumluluklardan korkan sözde özgür bireyler herhangi bir sorumluluk gerektirmeyen ve ahlaki kayıttan yoksun ilişki biçimlerinin kölesi haline gelmiştir. Evlilik olmaksızın kurulan ilişkiler meşrulaşmış, mahremiyet duygusu kaybedilmiş, eşcinsel evlilikler kabul görmeye başlamıştır. Böylelikle, anlık hazların pençesine düşen özgür! ve eşit! bireyler topluluğu oluşmuş, fıtrata uygun bir ailenin sunduğu huzur ve sükunet ortamı yok edilmiştir. Bireyler, aile üyeleri için dahi olsa sorumluluk alma, fedakârlıkta bulunma ve özveri gösterme eğilimlerinden uzaklaşmaya başlamıştır.
Bir Anektod: Bu gün pek çok gelişmiş! batı ülkesinde gayri meşru çocukların klozetlere atılması, parçalara ayrılması ve daha pek çok yöntemle öldürülmesi siyasi otoriteleri harekete geçirmiş ve şehrin meydanlarına yeni doğan gayri meşru çocukların bırakılabileceği dolaplar yaptırılmıştır. Böylelikle terk edilen çocuklar devlet koruması altına alınmıştır. Peki, hangi yetiştirme biçimi bir ailenin sunduğu sevgi, şefkat ve özveriyi sunmaya güç yetirebilir?
Çağımızda ailenin yaşadığı değişimlerin küresel ölçekteki seyri ve durumu hakkındaki genel gelişmeleri şu şekilde vurgulamak mümkündür;(8)
Aile yapılarındaki farklılıklar önemli ölçüde artış kaydetmekte, geniş aileler ve öteki akraba gruplarının etkileri gittikçe azalmaktadır.
Eşin özgürce seçilmesi yönünde genel bir eğilim söz konusudur. Ve flört mantığı bu eğilimin en somut örneğidir. Herhangi bir hukuki kayıt olmaksızın yaşanan ilişkiler telafi edilemez ahlaki zafiyetleri beraberinde getirmektedir. Ailenin önündeki en temel tehlikelerden bir de bu şekilde kurulan nikâhsız ilişkilerdir.
Ailelerin kendi işlevlerinin önemli bir kısmı başka kurumlar tarafından devralınmaktadır. Örneğin ailenin çocukları eğitme, sosyalize etme işlevleri bu işlere tahsis edilmiş başka kurumlara münhasıran aktarılmıştır.
Ailelerin kendi üyeleri ve hayatları üzerindeki etkileri gittikçe azalmaktadır. Bu durum genellikle Müslüman ailelerde de görülen bir durum olmaktaysa da bunun yaşanılan daha küresel ölçekteki bir kültürün bir sonucu olduğunu kaydetmek gerekir. Özgürlük kisvesi altında yaşanan bu dönüşüm fertleri tarihsel ve ailevi kimliklerinden de kopartmaktadır.
Gay ve lezbiyen çiftler daha açıkça ve daha yüksek bir meşruiyet düzeyinden faydalanarak birlikte yaşayabilmektedirler. Türkiye’de henüz küresel düzeydekinin altında seyrediyor olsa da ve hiç bir zaman genel bir kabul görmese de bu tarz birliktelikler yeni aile formlarından bahsedilmesini mümkün kılacak düzeydedir. Hatta yakın zamanlarda Türkiye’de bu çiftlerin düğün adını verdikleri birtakım organizasyonlar dahi yaptıkları görülmüştür.
Boşanma oranları artma eğilimini sürdürmektedir. Bu durumun yarattığı en önemli sorunlardan birisi çocukların bütün aile toplumsallaşmasını ebeveynin tek tarafınca alması, bazen, hatta çoğu kez, bunu bile bulamaması oluşturmaktadır. Bu durumun yaygınlığının sanayi ve post-sanayi toplumunun karakteristik bir özelliği haline gelmesi, çocuğun ilk dönem sosyalizasyonunun da profesyoneller eliyle yürütülmesini gerektirmektedir. Profesyonelliğin kurallarıyla işleyen bu sistem içinde çocukların kişiliklerinin tam da şekillenme döneminde kalıcı ve duygusal ilişkiler geliştirmeleri mümkün olamamaktadır.
Aile içi şiddetin her türünde eğitim seviyesinin veya daha genel anlamda modernleşmenin sağlaması düşünülen bilinçliliğin aksine paradoksal bir biçimde gittikçe artış kaydedilmektedir. Bu da şiddetin veya eşler arasındaki saygının eğitimle ilgili olduğu yönündeki yargıların ne kadar az sınanmış klişeler olduklarını gösteriyor. Muhtemelen geniş aile ve akrabalık örüntülerinin hiç hesaba katılmayan, aile içi şiddeti önleyici boyutları bu gelişmeler ışığında yeniden değerlendirilebilir.
Sonuç
İnsanlar arasında tabii, sıradan gibi görünen beşeri ilişkiler aslında her zaman bir inanma biçiminin, dünyayı anlamlandırma tarzının taşıyıcısı olmak gibi bir içerikle yüklüdürler. Bunu en açık biçimde ifade eden kadın ve erkek arasındaki ilişkidir. Kadın ve erkek arasındaki kurulu ilişkilerin yaratılış amacının (fıtratın) dışına taşarak değişmesi demek aslında o topluma hâkim olan dünya görüşünün, beşeri ilişkilerin, yaşama tarzının değişmesi demektir.(9) O halde Müslüman bir toplumun kalesi, sığınağı olan ailenin fıtratına döndürülmesi hem Müslüman fertlerin hem de İslami kaygısı olan cemiyetlerin birincil gündemleri haline gelmelidir.Bunun yegâne yolu ise, Kur’an ve Sünnetin buyruklarını yaşanır kılmak ve aileyi bu buyrukların anlam dünyası içerisinde inşa ve ihya etmektir.
“Ve onlar ki: Ey Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önder kıl derler.
———————————-
Dipnotlar ve Kaynakça
1. Nisa Sûresinin 1. ayet-i kerimesinde bu yaratılış, “O insandan eşini vücuda getirdi” şeklinde karşımıza çıkar. Bununla birlikte, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayeti kerimesinde ve hadisi şeriflerde bu yaratılışa değinilmektedir. Bkz;
“Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah’tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca (ona yaklaşınca), eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah’a şöyle dua ettiler: “Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.” (A’raf, 7/189)
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının…” (Nisâ, 4/1)
2. Burada “İslam” kelimesi, Hz. Adem’den başlayarak tüm peygamberlerin insanlığa ulaştırdığı ortak mesajın somut bir ifadesi olarak kullanılmıştır.
3. Bu noktada geleneğe bakış açımızın somutlaştırılması gerekir; İslam pekâlâ, Hz. Peygamber’den bu güne uzayıp gelen, genişleyen ve derinleşen bir gelenektir. Zaten hiçbir din, kültür ve medeniyet geleneksiz teşekkül etmez. Fakat gelenek aynı zamanda tarihin tortularının, terkedilmiş/eski dini formaların, üzerimize yapışmış teamüllerin, insani zafiyetlerin başarısızlıkların, acıların da biriktiği bir mahzendir (İsmail Kara, (içinde) İslamcılık, İletişim Yayınları). Bu doğrultuda geleneksel aile müsbet ve menfi olmak üzere ayrımlayabileceğimiz bu iki vecheyi içermesi bakımından dikkatle yaklaşılması gereken bir müessesedir.
4. A. Arslan. (2007). “Ailenin Hicreti”. Eğitim Yazıları. Sayı:11, s. 267
5. Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal (2010), “İslam Düşüncesinde Ailenin Dînî Temelleri”.Küreselleşen Dünyada Aile. 2009 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. S. 123
6. A. Arslan, (2012),” Yeni Bir Sosyal Dünya İçin”. (içinde)Sabra Davet Eden Hakikat. İstanbul: Pınar Yayınları. s. 292
7. A. Arslan, a.g.e., s. 294-299
8. Prof. Dr. Y. Aktay (2010) “Modern Dünyada Ailenin Dönüşümü Ve Muhtemel Geleceği Üzerine Mülahazalar Ve Geleneğe Dayalı Problemler.”Küreselleşen Dünyada Aile, 2009 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğ ve Müzakereleri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
9. A. Arslan,a.g.e., s. 285