Kur’an’da Geçen Karun Kıssası Ve Alacağımız Hisse

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2018 Eylül / 70. Sayı

Hamd; “Allah’ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma.” buyurarakmüslümanlara hem dünyevi hem de uhrevi tavsiyelerde bulunan ve Kârûn’un düştüğü duruma düşmekten sakındıran Allah’a,

Salat ve Selam; “Her kim Kasas sûresini okursa, Hz. Musa’yı tasdik eden ve yalanlayanlar sayısınca mükâfat alır. Göklerde ve yerde ne kadar melek varsa, bunların hepsi kıyamet gününde o kimsenin sadık olduğuna şahitlik yapar.”[1] buyuran Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize,

Allahu Teâlâ’nın rahmeti, mağfireti, ihsanları ve keremi de; Kârûn’u tanıyıp ona benzemekten sakınan ve Allah’ın kendisine verdiği şeylerle O’nun rızasını arayan, daima şükreden ve hamd eden kullarının üzerine olsun.

Kur’an-ı Kerim kıssaları biz müslümanlar için nice ibretler içerir. Bu kıssaları salim akılla inceleyen kişiler hayatları için paha biçilemeyecek hem dünyalarına hem de ahiretlerine katkı sağlayacak nice tavsiyeler elde edeceklerdir. Maalesef günümüz insanları, içinde bulundukları buhranlardan kurtulmak için tecrübelerinden(!) istifade edebileceklerini zannettikleri yaşam koçu adı verilen kendileri gibi kişilere oluk oluk paralar akıtarak bir nebze dünyada mutlu olabilmenin, rahat yaşayabilmenin yollarını ararlar. Dikkat ederseniz “Dünyada mutlu olabilmenin” kelimelerini kullandık ki ahirete nispeten çok az bir değer içeren ve kısmi fayda sağlayacak şeyler uğruna insanlar didinir dururlar. Kendilerini ve yaşamlarını ilahi iradenin tavsiyelerinden ve çıkış yollarından mahrum bırakan bu beşer ne acıdır ki debelenir durur bir anlık rahatlık ve menfaat uğruna… Yine kendileri gibi aciz olan, Rabbe teslim olmaktan başka hiçbir çıkar yolları olmayan acizler huzurunda nice zamanlar ve paralar heba olur gider.

Peki çıkış yolu ne? Çıkış yolu Kur’an-ı Kerimi rehber ve müracaat edilecek asıl yaşam koçu olarak görebilmek, %100 doğru ve hakikat olan kitabullaha dört elle sarılmaktır. Geçmişlerin yaşantılarından dersler çıkarabilmektir. Onların yaptıkları hatalara düşmemek için ibret alabilmektir. İşte çıkış budur.

Tecrübe ve çözüm yollarının ana kaynağı konumunda olan, bugün bizler için de aynı sıkıntı ve problem olarak gördüğümüz olaylar karşısında eski kavimlerin ve milletlerin takındıkları tavırları ve bu tavırları neticesindeki sonuçlarının neler olduğunu bizlere bildiren kitabullahı rehber edinmek ve onu anlayabilmektir.

Eski zamanlarda yaşamış insanların yaşamlarının bir tecrübesi niteliğinde olan, zamanın ve şahısların değişmesine rağmen olayların ve bu olaylar karşısında takınılması gereken tavırların değişmediği meselelerde öncekilerin düştükleri hatalardan dersler çıkarabilmektir.

Hayatımızı Rabbimizin bizlere olan emir ve tavsiyelerine göre programlayıp dünya ve ahiret saadetini elde edebilmek uğruna gayret gösterenlerden olabilmektir.

İşte bizler için paha biçilemeyecek en önemli tavsiyelerden birisi… Kârûn kıssası… Mal mülkle imtihan edilen ve imtihanı başaramayıp yerin dibine malıyla birlikte geçirilen Kârûn kıssası…

 Kur’an’da zikredilen bu Kârûn kıssasında; azgınlık ve küstahlık, öğütlere dudak bükme, uyarılara tepeden bakma, bozgunculukta ısrarlı olma, mal ile övünme ve insanı şükretmekten alıkoyan nankörlük olguları ön plana çıkıyor ve bu konulara dikkat çekiliyor. İbret alınması gereken hafızamızın bir köşesine kazıyıp asla unutmamamız gereken kıssalardan bir tanesi… Unutulmaması gereken ibretlik bir isim Kârûn… Peki kimdir bu Kârûn?

“Kârûn, Musa’nın kavminden idi..” [2]

Kârûn, Hz. Musa aleyhisselâm’ın kavmine mensup bir kişiydi. Kârûn, Hz. Musa’nın amcaoğlu olup Ona inananlardan idi.

Kârûn, Hazreti Musa aleyhisselâm’ın akrabası ve ashabıdır. Hazreti Musa aleyhisselâm’dan sonra “Nebevi hareketi” saptıranların ilk örneğidir.

İbn Abbâs’tan gelen bir rivayette, Kârûn, Hz. Musa’nın amcası oğluydu, demiştir.

İbrâhîm en-Nehaî, Abdullah İbn Haris b. Nevfel, Semmâk b. Harb, Katâde, Mâlik b. Dinar, İbn Cüreyc ve başkaları da onun; Hz. Musa aleyhisselâm’ın amcasının oğlu olduğunu söylemişlerdir.

İbn Cüreyc der ki: O; Kârûn İbn Yashur İbn Kâhes’tir. Hz. Mûsâ ise, Mûsâ İbn İmrân İbn Kâhes’tir. (Kârûn ile Hz. Musa’nın dedeleri Kâhes’tir).

İbn Cerîr: İlim ehlinin çoğuna göre Kârûn Hz. Musa’nın amcasının oğludur, demiştir ki en doğrusunu Allah bilir.

Katâde İbn Diâme der ki: Bize Kârûn’un, Hz. Musa’nın amcası oğlu olduğu, Tevrat’ı okurken sesinin güzelliğinde dolayı ona el-Münevvir (veya el-Münevver) adı verildiği rivayet edilirdi.

“Onlara karşı taşkınlık etmişti.”

Onlara üstünlük tasladı, onların emri altında olmalarını istedi. Veya onların üzerinde kibirlendi. Veya onlara zulmetti. Denilmiştir ki: Kârûn’un bu durumu, Firavunun onu İsrailoğullarına idareci yaptığında olmuştur. Allah düşmanı Sâmirî’nin nifaka düştüğü gibi o da münafık olmuş ve malının çokluğundan dolayı azgınlık onu helak etmiştir.

Şehr İbn Havşeb der ki: Kavmine karşı büyüklendiğinden dolayı elbisesini bir karış uzun tutardı.

Veya bundan murat onun hasedidir. Rivayete göre Kârûn Hz. Musa’ya şöyle demişti: “Sana risalet verildi, Harun’a da âlimlik. Ben ise bir şey değilim. Ne zamana kadar sabredeceğim?” Hz. Musa ona şöyle cevap verdi: “Bu, Allah’ın işi, böyle takdir etmiş.”

 “Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı.”

Ayet bu azgınlığın sebebinin zenginlik olduğuna işaret ediyor. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur’an-ı Kerim bu çokluğu “hazineler” olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedavül fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini belirtiyor. Bu yüzden Kârûn, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor.

Hayseme’den naklen A’meş der ki: Kârûn’un hazînelerinin anahtarları deridendi. Her anahtar parmak gibiydi ve her bir anahtar, başlı başına bir hazînenindi. O bir yere gitmek üzere binitine bindiği zaman anahtarları da ayakları sekili, beyaz altmış katıra yüklenirdi. Bu hususta başka şeyler de söylenmiş olup en doğrusunu Allah bilir.

“Kavmi ona demişti ki: “Şımarma! Çünkü Allah, şımarıkları sevmez.” Kavminin sâlih kişileri, içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatte bulunmuş, bir nasihat ve irşâd olarak ona şöyle demişlerdi: İçinde bulunduğun durumla şımarma, sevinme. Sana verilmiş olan mallarla azıp şımarmayasın. Zira Allah, şımarıkları sevmez. İbn Abbâs, âyetteki çok sevinenler anlamına gelen “Ferihîn (çok sevinen)” kelimesini, “kendini beğenen” anlamına alırken; Mücâhid bunun, “Allah’ın kendisine verdiklerine şükretmeyen azgın, şımarık, kibirlenen” anlamına geldiğini söylemektedir.

Ey Müslüman! Sen de şımarma! Mala güvenmekten, servet biriktirmekten, mal-mülk sevgisi ile dopdolu olmaktan kaynaklanan kibre kapılıp şımarma. Malı kendisine bahşedeni unutan, dolayısıyla O’nun nimetini unutan, bu nimete karşı gerekli olan hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi, şımarıp kendinden geçme. Malın cazibesine kapılan, kalbini mal sevgisi ile dolduran, aklını hep onun için çalıştıran, elde ettiği bu servetle de küstahlaşıp Allah’ın kullarına karşı büyüklük taslayan kimseler gibi şımarma.

Dünya ile şımarmak mutlak olarak kınanmıştır. Çünkü böyle bir şımarma, dünyayı sevmenin, ona razı olmanın, geçici olmasından gaflet içinde olmanın bir neticesidir. Onda olan lezzetlerin geçici olduğunu bilmek ise, üzülmeyi icab ettirir. Bunun içindir ki Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

“Ta ki elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve O’nun size verdikleriyle şımarmayasınız.” [3]

Ayetin devamı, şımarmanın yasaklanmasını Allah’ın muhabbetine mâni olması yönünden açıklayıp şöyle bildirmektedir:

“Çünkü Allah şımaranları sevmez.” Çünkü Allah, dünyanın geçici yaldızlarıyla şımaranları sevmez.

Böyle yapmakla kavmi, onu malın cazibesine kapılıp kendinden geçercesine sevinen, mal varlığı ile övünen ve malın kendisine verdiği güçle insanlara karşı büyüklük taslayan, küstahları sevmeyen yüce Allah’a döndürmeye çalışıyorlar. Onu Allah’a döndürmek için çaba harcıyorlar, ona nasihat edip doğru yola irşad etmeye çalışıyorlar. Ona karşı olan Emri bi’l maruf nehyi ani’l münker vazifesini yerine getiriyorlar.

“Allah’ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma…” [4]

Dünyadan nasip, onunla ahireti kazanmaktır. Ayrıca, dünyadan kişinin kendisine yetecek kadarını almasıdır. Bu ifadeler, mal varlığı bulunanın kalbini ahirete bağlar. Bununla beraber onu bu dünya hayatının nimetlerinden yararlanmaktan alıkoymaz. Tam tersine, onu bu nimetlerden yararlanmaya teşvik eder, bu konuda ona bazı yükümlülükler getirir.

Hiç kuşkusuz yüce Allah, hayatın güzelliklerini insanlar yararlansınlar, yeryüzünde çalışsınlar, bu güzellikleri geliştirip daha iyisini elde etsinler diye yaratmıştır. Amaç, hayatın gelişmesi, sürekli yenilenmesidir. İnsanın yeryüzü halifelik misyonunun hedefine varmasıdır. Ancak bu yararlanmada asıl amaçları ahiret olmalıdır. Ahiret yolundan asla ayrılmamalıdırlar. Yani Amaç; Ahiret, Araç; Dünya olmalıdır. Tam tersi değil. Bu şekilde dünya nimetlerinden yararlanmak, yükümlülüklerini yerine getirmelerine hiçbir şekilde engel olmamalıdır. Böyle bir amaç dünya nimetlerinden ve güzelliklerinden yararlanma nimeti bahşeden yüce Allah’a şükretmenin, O’nun bağışını hoşnutlukla kabul etmenin, onlardan olumlu yönden yararlanmanın bir çeşididir. Yüce Allah’ın iyilikle ödüllendirdiği bir itaat şeklidir bu.

 Allahu Teâlâ’nın sana vermiş olduğu çok mal ve nimeti, senin için âhiret yurdunda sevâb kazandıracak çeşitli ibâdetler ve Allah’a yaklaştıran şeylerle Rabbına itâatta kullan. Allah’ın sana mübâh kılmış olduğu yeme, içme, giyim, mesken ve benzeri şeylerle dünyadaki nasibini de unutma. Şüphesiz senin üzerinde Rabbinin hakkı olduğu gibi nefsinin de, ailenin de, ziyaretçilerinin de hakları vardır. Her hak sahibine hakkını ver.

Allah’ın sana vermiş olduğu zenginliği, sana ahireti kazandıracak şeylerde sarf ederek ahiret yurdu için harca. Çünkü zenginlikten maksat, ahireti kazandırmak olmalıdır.

“Allah sana ihsanda bulunduğu gibi sen de ihsanda bulun.”

“Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et.” Çünkü bu mal, yüce Allah’ın bağışı ve iyiliğidir. Buna iyilikle karşılık vermek gerekir. İyi karşılama, iyi yerlerde harcama, yaratıklara iyilikte bulunma, nimetin bilincinde olma ve O’na şükürle karşılık verme gibi.

Denildi ki: Allah sana nimetle ihsanda bulunduğu gibi, sen de şükür ve taat ile iyilikte bulun.

“Ve yeryüzünde bozgunculuk arama.”

Azgınlaşarak, insanlara zulmederek bozgunculuk yapma. Allah’ın gözetimini ve ahiret korkusunu hesaba katmaksızın nimetlerden dilediğin gibi ve sınırsızca yararlanmak suretiyle bozgunculuk yapma. İnsanların içinin kinle, nefretle, kıskançlıkla ve çekememezlik duyguları ile dolmasına neden olacak şekilde bozgunculuk yapma. Malını, amacının dışında harcayarak veya çeşitli yollarla amacı uğruna harcanmasına engel olarak bozgunculuk yapma. Zulüm ve haksızlığa yol açacak bir emir vererek arzda fesat arzulama.

“Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”

Tıpkı maldan dolayı küstahlaşıp şımaranları sevmediği gibi. Kavmi, Kârûn’a böyle demişti. Allah, kötü fiillerinden dolayı bozguncuları sevmez.

Kavminin bu sözlerine karşılık o da tek bir cümleyle cevap vermişti. Bu cümle bozgunculuğun ve bozulmuşluğun birçok anlamını içermektedir.

“Kârûn, “Bunlar bana bendeki bir ilimden dolayı verilmiştir” dedi.” [5]

Kârûn; bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi’ dedi. Bu malı, sahip olduğum bilgiyle hak ederek topladım. Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O halde size ne oluyor ki, bu malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel mülkiyetime müdahale ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi özel bilgimle bu serveti hakettim, diyordu. Bu (servet) bana; ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir. Ben, söylemekte olduğunuza ihtiyaç duymuyorum. Allahu Teâlâ bu malı bana, ancak ona müstahak olduğumu bildiği için ve bir de beni sevdiği için vermiştir. Bana bu malın verilmesi, ancak Allahu Teâlâ’nın benim buna lâyık olduğumu bilmesinden dolayıdır.

Bu, Allahu Teâlâ’nın şu âyetleri gibidir. “İnsanın başına bir sıkıntı gelince Bize yalvarır. Sonra ona katımızdan bir nimet verdiğimizde; bu bana, bilgimden dolayı verilmiştir, der.” [6]

“Başına gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine katımızdan bir rahmet tattırırsak: Elbette bu benim hakkımdır, der.” [7]

Bunlar nimetin kaynağını ve veriliş hikmetini unutan, gözü hiçbir şeyi görmeyen, malın çekiciliği ile aldanan ve zenginliğin kör ettiği kibirli birinin sözleridir.

İnsanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır. Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu sanan birçok insan vardır. Bu yüzden bu tür insanlar, mallarını harcamaları veya harcamamaları konusunda kimseye karşı sorumlu olmadıklarını sanırlar. Malı ile neden olduğu bozgunculuk ve iyilikten dolayı hesap vermeyeceklerini düşünürler, mala karşı tutumları ile yüce Allah’ın öfkesini ve hoşnutluğunu çekeceklerini düşünmezler.

İslâm, ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu kadarı var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz.

Fakat savurganlığa varacak kadar serbestçe harcamasına cimriliğe varacak kadar da eli sıkı davranmasına izin vermez. “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” [8]

Ancak Kârûn kavminin çağrısını dinlemiyor. Rabb’inin kendisine yönelik nimetini düşünmüyor. O’nun dengeli sistemine uymuyor. İğrenç bir büyüklenme kompleksi ile küstahça bir nankörlükle bütün bunlardan yüz çeviriyor.

Bu yüzden daha ayet bitmeden, günahkârlığının ve gururluluğunun ifadesi olan bu sözlere karşılık olarak şu tehdit yer alıyor:

Dedi ki: “Ben, bende olan ilimle insanlara üstün kılındım, bununla onların fevkinde makam ve mala kavuştum.”

“Onda olan ilim”,

-Tevrat olabilir. İçlerinde Tevratı en iyi bilen idi veya Kimya ilmi olabilir ya da Ticaret ve kazanç ilmi olabilir. Denildi ki: Yusuf’un hazinelerinin bilgisine sahipti.

“O, Allah’ın kendinden önceki devirlerde, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helâk etmiş olduğunu bilmedi mi?”

“O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir.”

Eğer kendisi güç ve mal sahibi ise, yüce Allah kendisinden önce daha güçlü ve daha zengin kuşakları yok etmiştir. O, bunları bilmelidir. Çünkü işe yarayan, kurtarıcı bilgi budur. Şu halde bunları bilsin. Ve bilsin ki, o ve benzeri suçlular Allah katında çok önemsizdirler. Hatta günahları bile sorulmaz. Çünkü hükme ve şahit gösterilmeye bile değmezler.

“Çünkü Allah onları bilir.”

Kârûn, bu gerçeği aslında Tevrat’ta okumasına ve tarihî menkıbeleri anlatanlardan duymasına rağmen kuvvetiyle ve malının çok olmasıyla aldanmıştı. Ayet, onun bu hâline karşı bir taaccüptür ve halini kınamaktır. Veya bu ilmin kendisinden nefyi ile ilim iddiasına ve bununla büyüklük taslamasına bir reddir. Yani, “Bunu bilmedikten sonra, iddia ettiği gibi kendisini helâk olanların maruz kaldığı hâllerden koruyacak bir ilmi mi var?”

“Mücrimlerden günahları sorulmaz.”

Çünkü Allahu Teâlâ, onların günahlarına muttalidir. Buna lüzum kalmadan, günahları sebebiyle ansızın cezalandırılacaklardır. Sanki Allahu Teâlâ, önceki devirlerde kendisinden daha kuvvetli ve daha zengin olanların helakini zikrederek Kârûn’u tehdit edince, onun Allah’ın onlara has kıldığı cezalara muttali olmadığını, Allah’ın ise mücrimlerin bütün günahlarına muttali olduğunu ve hiç şüphesiz buna göre ceza vereceğini bildirerek te’kidde bulundu.

Ardından, Kârûn’un onca şatafatıyla, göz kamaştırıcı süsleriyle kavminin karşısına çıkınca kavminden bazılarının gönlü onun şatafatına kayıyor, süslerinin cazibesine kapılıyor. Arzuyla seyrediyorlar. Kârûn gibi kendilerinin de büyük bir servete sahip olmalarını istiyorlar. Yoksulların imrenerek baktıkları büyük ve onurlu bir konumda olduğunu, bu dünyadan iyi bir pay edindiğini sanıyorlar. Bu sırada kavminden bir diğer grubun kalplerinde iman duygusu uyanıyor ve malın çekiciliğine, Kârûn’un göz kamaştırıcı süslerine karşı bu imana dayanıp onur duyuyorlar. Büyük bir güven ve kararlılık içinde Kârûn’un şatafatına kapılan, göz kamaştırıcı süsleri karşısında kendilerinden geçen kardeşlerini uyarıyorlar.

“Derken Kârûn, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar şöyle dediler: Keşke Kârûn’a verilenin benzeri bizim de olsaydı…” [9] 

Böylece içlerinde bir grup, dünya hayatının çekiciliği karşısında, kendinden geçiyor, bu güzelliklerin büyüsüne kapılıyor, çarpılıyorlar. Mest oluyorlar. Her zaman ve her yerde dünyanın çekiciliği, göz alıcı süsleri bazı kalpleri kendine çeker. Bu çekicilik, bu göz kamaştırıcı süsler, dünya hayatını isteyenlerin başını döndürür. Bunlar, dünya hayatının çekiciliğinden, göz kamaştırıcı süslerinden daha üstün, daha onurlu değerlerin farkında değildirler. Bu süslere sahip olanların bunları ne pahasına satın aldıklarını sormazlar. Mal-mülk ve makam mevki gibi yeryüzü nimetlerini hangi yollarla elde ettiklerini bilmezler. Bu yüzden sineklerin tatlının başına üşüşmesi gibi bu çekici güzelliklere kapılır, başına üşüşürler. Bu malı elde etme karşılığında ödedikleri ağır bedele, geçtikleri iğrenç yollara, kullandıkları pis yöntemlere bakmadan zenginlerin sahip oldukları debdebeye bakıp salyalarını akıtırlar.

Allah’a bağlı olanlara gelince, onların hayatı değerlendirdikleri bir başka ölçüleri vardır. Mal, süs ve dünya nimetlerinden başka değerler yer etmiştir içlerinde. Onlar yeryüzünün bütün değerlerinin cazibesine kapılmayacak, göz alıcı süslerin önünde küçülmeyecek kadar yüce ruhlara, ulu kalplere sahiptirler. Onlar Allah’a bağlanarak yüceldikleri için, kulların sahip oldukları mevki ve makamlar karşısında küçülmekten korunmuşlardır. Onlar “Kendilerine ilim verilmiş” kimselerdir. Onlara hayatı gereği gibi değerlendirdikleri gerçek bilgi verilmiştir.

Hasedden sakınmak için bizzat onun malını değil, benzerini temenni ettiler.

“Gerçekten o, çok büyük devlet sahibidir.” 

“Onun dünyadan çok büyük bir payı var” dediler.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur’ dediler.” [10] 

Ahiretin hâllerini bilenler, Kârûn gibi servete kavuşmayı temenni edenlere bu sözleri söylediler:

“Veyl (yazıklar olsun)” ifadesi, razı olunmayan şeylerden sakındırmak için kullanılır.

 “İman edip salih amel yapanlar için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır.” Allah’ın ahirette vereceği karşılık, Kârûn’a verilenden, hatta dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.

“Ona, ancak sabredenler kavuşurlar.”

Böyle bir karşılığa, ancak taatte ve günahlardan kaçınmada sabredenler nâil olurlar.

Allah’ın vereceği sevap bu göz alıcı süslerden daha iyidir. Allah’ın katındaki nimetler Kârûn’un yanındaki mal ve mülkten daha hayırlıdır. Böyle bir bilince sahip olmak, ancak sabırlı kimselerin ulaşabildikleri üstün bir derecedir. Bu dereceye ulaşan kimseler insanların eşya ve olayları ölçüp değerlendirdikleri kriterler, ölçüler karşısında sabrederler. Hayatın çekiciliğine, baştan çıkarıcı özelliğine karşı sabrederler. Birçoklarının imrenerek baktıkları şeylerden yoksun olmaya sabrederler. Yüce Allah da onların bu şekilde sabırlı olduklarını bildiği için, onları bu üstün dereceye yükseltmiştir. Bu, yeryüzündeki her şeyin üstüne çıkma, onlara tepeden bakma derecesidir. Hoşnutlukla, güvenle ve içtenlikle yüce Allah’ın vereceği sevabı tercih etme, O’nun katındaki nimetleri isteme derecesidir.

Göz alıcı süslerin baştan çıkarıcılığı zirveye ulaşınca, nefisler bu güzellikler karşısında kendilerinden geçip cazibelerine kapılınca, kudret eli saptırıcı imtihanadur demek için olaya müdahale ediyor. Bufitneye kapılıp aldanmamaları için zayıf iradeli kullarına merhamet ediyor. Gurur ve kibir sahiplerini yerle bir ediyor.

“Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” Süddî: Cennete ancak sabredenler kavuşacaktır, diyerek bunu sanki kendilerine ilim verilmiş olanların sözünün devamı gibi kabul etmiştir. İbn Cerîr ise: Bu kelimeyi; ancak dünya sevgisine karşı sabreden ve âhiret yurdunu isteyenler söyleyebilir, diyerek burayı; kendilerine ilim verilmiş olanların sözünden ayırarak Allahu Teâlâ’nın kelâmı ve O’nun haber vermesi olarak kabul etmiştir.

“Derken, onu da sarayını da yerin dibine geçirdik…” [11]

İşte böyle, tek bir cümleyle ifade edilebilecek kısa bir sürede, yıldırım hızıyla gelişen ani bir hareketle o dasarayı da toprağa gömüldü. Üzerinde büyüklük kompleksine kapıldığı, mal varlığına güvenerek herkese tepeden baktığı sarayı ile birlikte yerin dibine girdi. Hiç kuşkusuz bu, onun sergilediği tavra uygun bir karşılıktır, yerinde bir cezadır. Böylesine böbürlenen, malın sağladığı güce güvenerek insanlara tepeden bakan Kârûn, güçsüz ve çaresiz biri olarak yok olup gitti. Hiç kimse ona yardım edemedi. Ne malı ne de mevkisi kendisini kurtaramadı.

Onunla birlikte bazı insanları etkisi altına alan bu zor imtihan da bitti. Bu öldürücü darbe fitnenin büyüsüne kapılan bu insanları Allah’a döndürdü. Kalplerinin üzerini örten gaflet ve sapıklık perdesi kalktı.

Anlatıldığına göre, Kârûn’un’un helak olması Allah’ın peygamberi Hz. Musa’nın bedduası yüzünden olmuştur. Ancak Hz. Musa’nın, ona niçin beddua ettiğinde ihtilâf edilmiştir. İbn Abbâs ve Süddî’den rivayete göre; Kârûn, fahişe bir kadına Hz. Mûsâ İsrâiloğulları içinde durup onlara Allah’ın kitabını okurken, onların huzurunda Hz. Musa’yı susturması için bir miktar mal vermiş de kadın: Ey Mûsâ, sen bana şöyle şöyle yapmıştın, demişti. Topluluk içinde kadın bu sözleri Hz. Mûsâ aleyhisselâm’a söylediğinde o korkudan titremiş, kadına doğru gelip iki rek’at namaz kılmış sonra: “Denizi yaran, sizi Firavun’dan kurtaran, şöyle şöyle yapan Allah aşkına, seni bu söylediğine sevk edenin kim olduğunu bana haber vereceksin,” demiş. Kadın: “Mademki bana Allah aşkına dedin; o halde Kârûn sana bunları söylemem için şunları şunları verdi. Ben Allah’a istiğfar edip O’na tevbe ediyorum,” dedi. İşte o zaman Hz. Mûsâ, Allah için secdeye kapandı ve Kârûn hakkında istekte bulundu. Allahu Teâlâ, Hz. Musa’ya vahyedip: “Yeryüzüne, sana onun hakkında itaat etmesini emrettim,” buyurdu. Hz. Mûsâ, yeryüzüne Kârûn’u ve evini yutmasını emretti de, öyle oldu.

Kârûn’un helaki hakkında, şöyle bir olay da anlatılır: Kârûn, (bir gün) zîneti içinde boz renkli katırlara binmiş olarak kavminin yanıma çıkmıştı. Onun ve hizmetçilerinin üzerinde erguvan renkli (boyalı) elbiseler vardı. Bu maiyyeti içinde Allah’ın peygamberi Hz. Mûsâ aleyhisselâm’ın meclisine uğradı, Hz. Mûsâ çevresindekilere Allah’ın günlerini hatırlatıyordu. Kârûn’u görünce, Hz. Musa’nın çevresindekiler yüzlerini ona döndürerek debdebe ve ihtişamına bakmaya başladılar. Hz. Mûsâ aleyhisselâm Kârûn’u çağırıp: Seni bu yaptığına sevkeden nedir? diye sordu. Kârûn: Ey Mûsâ, şayet sen benden peygamberlikle üstün kılınmışsan, şüphesiz ki ben de sana dünya ile üstün kılındım. Dilersen çıkalım; sen bana, ben de sana beddua edelim, dedi. Hz. Mûsâ ve Kârûn kavmi içinde çıktılar. Hz. Mûsâ: Sen mi duâ edeceksin, yoksa ben mi duâ edeyim? diye sordu, Kârûn: Hayır, ben duâ edeceğim, dedi. Kârûn duâ etti de onun duasına icabet olunmadı. Sonra Hz. Mûsâ: Duâ edeyim mi? diye sordu, Kârûn’un, evet cevabı üzerine: “Ey Allah’ım, yeryüzüne bugün bana itaat etmesini emret,” dedi. Allah Teâlâ ona: “Şüphesiz öylece yaptım,” diye vahyetti. Hz. Mûsâ: “Ey yeryüzü, onları al (yakalayıp içine al),” dedi. Yeryüzü onları ayaklarına kadar içine aldı. Sonra: “Onları al,” dedi de topuklarına kadar, sonra dizlerine kadar içine aldı. Sonra Hz. Mûsâ: “Onların hazinelerini ve mallarını getir,” dedi. Yeryüzü, onların hazîne ve mallarını getirdi de onlara baktılar. Hz. Mûsâ eliyle işaret edip: “Ey Lâvi oğulları gidiniz,” dedi. Yeryüzü onların üzerine kapandı.

 İbn Abbâs’tan rivayete göre; o, şöyle demiştir: “Onlar yedinci kat yeryüzüne batırıldı.”

Katâde der ki: “Bize anlatıldığına göre onlar, her gün bir adam boyu batırılmaktadır ve kıyamet gününe kadar da orada batmaya devam edeceklerdir.”

“Allah’a karşı ona yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendisini savunup kurtarabileceklerden de değildi!”

“Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler şöyle demeye başladılar. Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve kısarmış…” [12] 

Demek ki Allah meşietine göre rızkı bol veriyor veya daraltıyormuş, yoksa bu durum bol vermeyi gerektiren bir itibar veya daraltmayı gerektiren düşük bir hâlden değilmiş.

Onun acıklı akıbetini seyrederek, dünkü isteklerine karşılık vermediği, Kârûn’a verdiği mal-mülk gibisini kendilerine de vermediği için Allah’a hamd ediyorlar. Bir gece ve gündüz içinde meydana gelen iç karartıcı akıbeti görüyorlardı. Ve artık zenginliğin yüce Allah’ın hoşnutluğunun ifadesi olmadığını anlamışlardı. Çünkü yüce Allah kullarından dilediğinin rızkını bollaştırır, hoşnutluk ve öfkenin dışındaki nedenlerden dolayı dilediğinin de rızkını daraltır. Şayet zenginlik Allahu Teâlâ’nın hoşnutluğunun ifadesi olsaydı, Kârûn’u bu kadar sert ve katı bir şekilde cezalandırmazdı. Tam tersine, zenginlik bir sınavdır ve arkasından acıklı bir belâ gelebilir. Öte yandan, kâfirlerin ilahi cezadan kurtulamayacaklarını da öğrendiler. Şu kadarı var ki, Kârûn küfür sözünü açıkça söylememişti. Ama mal ile gururlanması ve malın kaynağı olarak sahip olduğu bilgiyi göstermesi; kavminin onu kâfirlerden saymasına neden olmuştu. Bu yüzden onun yok edilişini, kâfirlerin yok edilişi olarak nitelendirmişlerdi.

 “Allah, bize lutfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi.”

Bizim de öyle malımız olsa, Kârûn’un akıbetine biz de maruz kalırdık. Allah bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki, bize verilmemesi bir nimet imiş.

“Vay! Demek ki kâfirler iflah olmayacak.”

Ayette “kâfirlerden” murat küfran-ı nimette bulunan nankörler veya Peygamberleri ve kendilerine vaat edilen ahiret sevabını yalanlayanlar da olabilir.

Allahu Teâlâ, Kârûn’un zîneti içinde kibirlenmesini, böbürlenmesini, kavmine karşı övünüp onlara karşı şımarıp azmasını zikrettikten sonra, peşinden onu ve evini yere geçirdiğini zikreder. Nitekim, Buhârî’de Zührî kanalıyla Sâlim’den, onun da babasından rivayet edilen sahîh bir hadîste Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Bir adam izârını yerde sürürken birdenbire yere batırıldı. O, kıyâmet gününe kadar yere batmaya devam etmektedir.” Buharı, hadîsi ayrıca Cerîr İbn Zeyd kanalıyla… Ebu Hüreyre’den, o da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den yukarıdakine benzer şekilde zikretmiştir. İmâm Ahmed der ki: Bize Nadr İbn İsmâîl’in… Ebu Saîd (el-Hudrî)den rivayetinde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Sizden öncekiler içinde birisi kibirlenip böbürlenerek iki yeşil hırka içinde çıkmışken, Allahu Teâlâ yeryüzüne emretti de yeryüzü onu içine alıverdi. Şüphesiz o, kıyamet gününe kadar orada batmaya devam etmektedir.” Hadîsi, sâdece İmâm Ahmed rivayet etmiş olup isnadı hasendir.

“Allah’a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Bizzât kendisini koruyabileceklerden de değildi.” Malı, toplamış oldukları, hizmetçileri ve maiyyeti ona bir fayda vermedi. Ondan Allah’ın azabını, cezasını ve intikamını geri çeviremedi. Bizzat kendisi de kendine yardım edebilecek değildi. Ne kendisinden ne de başkasından, ona bir yardımcı çıkmadı.

Daha dün onu zineti içinde görüp de: “Keşke Kârûn’a verildiği gibi bizim de olsaydı. Doğrusu o, büyük bir varlık sahibidir.” diyenler, onun yere batırıldığını gördüklerinde: “Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip daraltmaktadır.” demeye başladılar. Mal, şüphesiz ki, sahibinden Allah’ın hoşnûd olduğuna delâlet etmiyor. Allah hem verir hem vermez; hem daraltır, hem genişletir. Alçaltır da yükseltir de. En mükemmel hikmet ve en kesin hüccet O’nundur.

İbn Mes’ûd’dan rivayet edilen merfu’ bir hadiste şöyle buyrulur: “Allahu Teâlâ aranızda rızıkları bölüştürdüğü gibi, huylarınızı da paylaştırmıştır. Şüphesiz ki Allah; malı sevdiğine de sevmediğine de verir. İmânı ise ancak sevdiğine bahşeder.”

  “İ?te ?u ahiret yurdu! Biz onu yery?z?nde b?y?klenmeyi ve bozgunculu?u istemeyen kimselere veririz. G?zel sonu?, Allah’a kar?? gelmekten sak?nanlar?nd?r.” şte şu ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde büyüklenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Güzel sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” [13]

İşte biz onu, Firavun ve Kârûn’un yaptığı gibi insanlara zorla hükmetmeye çalışan ve zulmedenlere değil, onların aksine hareket edenlere nasip edeceğiz.

Kendilerine ilim verilenlerin, eşyayı gerçek değeri ile değerlendiren, gerçek bilgiye sahip olanların sözünü ettiği ahireti… Çok üstün dereceli, engin ufuklu ahiret yurdunu “Yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz.” İçlerinde kendilerini üstün görme gibi bir düşünce yer etmez. Kalplerinde kendilerini beğenme, şahıslar ve onunla bağlantılı şeylerle gurur duyma, büyüklük kompleksine kapılma gibi bir duygu uyanmaz. Şahıslarına ilişkin düşünceleri bir kenara bırakarak kalplerini Allah düşüncesi ile O’nun hayat sistemine ilişkin bilinç ile doldururlar. Onlar bu dünya hayatındaki varlıklara, eşyalara, yeryüzü değerlerine ve ölçülerine bir değer vermezler. Bir şey yaparken, bunları göz önünde bulundurmazlar.

Aynı şekilde yeryüzünde bozgunculuk yapmak da istemezler. İşte onlar, yüce Allah’ın kendilerine ahiret yurdunu, o yüce ve ulu yurdu bahşettiği kimselerdir.

“Güzel sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.”

Allah’dan korkan, onu gözeten, öfkesinden sakınan ve hoşnutluğunu isteyenlerindir güzel akıbet.

Ahiret yurdunda her amel, yüce Allah’ın belirlediği şekliyle karşılığını görür. Dünyada yapılan iyilik kat kat fazlasıyla ve daha iyisiyle ödüllendirilir. Kötülük ise, yaratıkların zayıflığına yönelik bir rahmet ve kolaylaştırma olarak kendisine denk bir ceza ile karşılığını alır.

Allahu Teâlâ âhiret yurdunu, asla zevale ermeyecek ve çevrilmeyecek devamlı nimetlerini; yeryüzünde böbürlenmeyen, Allah’ın yaratıklarına karşı büyüklenmeyen, onlara zulmetmeyen, onlar arasında bozgunculuk yapmayan, tevazu’ sahibi inanan kullarına hazırladığını haber veriyor.

İbn Cerir der ki: Bize İbn Vekî’nin… Hz. Ali’den rivayetinde o, şöyle demiş: Şüphesiz ki; Ayakkabısının bağının, arkadaşının ayakkabı bağından daha güzel olmasını isteyen ve bundan hoşlanan kimse, Allah Teâlâ’nın: “İşte âhiret yurdu. Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Âkibet müttakîlerindir.” âyetinin hükmü içine girer. Hz. Ali’nin bu sözü, kişinin başkasına karşı övünmek istediği durumuna hamledilmelidir ki; şüphesiz bu, kötülenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber aleyhisselâm’dan rivayet edilen sahih bir hadiste, şöyle buyurmuştur: “Bana alçak gönüllü (mütevâzi) olmanız vahyolundu. O kadar ki; kimse kimseye karşı övünmeyecek, kimse kimseye karşı zulmetmeyecektir. Ancak kişi bunu sâdece güzelleşmek için sevip isterse, bunda bir beis yoktur.” Bir adam: Ey Allah’ın elçisi, ben elbisemin ve ayakkabımın güzel olmasını seviyorum. Bu kibirden midir? diye sormuştu. Allah Rasûlü: “Hayır, şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever,” buyurdu.

“Akıbet, müttakilerindir.”

Güzel akıbet, Allahın razı olmadığı şeylerden sakınan kimseler içindir. Rabbim bizleri azgınlaşmaktan muhafaza etsin. Allah’ın kendisine verdiklerine razı olup şükredenlerden eylesin.

Selam ve Dua ile


[1]. Kadı Beyzavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, 2/202.

[2]. Kasas,76

[3]. Hadîd, 23

[4]. Kasas,77

[5]. Kasas,78

[6]. Zümer, 49

[7]. Fussilet, 50

[8]. İsra, 29

[9]. Kasas,79

[10]. Kasas,80

[11]. Kasas,81

[12]. Kasas,82

[13]. Kasas,83