Kavramlar – Mahmut Varhan / 2024 Ocak / 134. Sayı
Küfrün Çeşitleri
Her Müslümanın, küfrün çeşitlerini bilmesi farz-ı ayn olan ilimlerdendir. Ancak böylece imanını nakzeden/bozan hususlardan sakınması mümkün olabilir. Diğer açıdan küfrün çeşitlerinden herhangi birini üzerinde bulunduran kimseleri- şayet bu kimseler Müslüman olduklarını söylüyorlarsa- uyararak iyiliği emretme ve münkeri nehyetme vazifesini yerine getirebilirler. Eğer uyarılan bu kişiler, uyarıyı dikkate almayıp küfür hasletini işlemekte inat ederlerse, onlara karşı şeriatın gerektirdiği şekilde tavır ortaya koyup tedbir alabilirler. Yine küfrün çeşitlerini iyi bir şekilde bilerek, kafirlerin yol ve metotlarını tesbit ederek onlara karşı gerekli mücadeleyi daha büyük bir azimle verebilirler.
Burada Seyyid Kutup rahimehullah’ın, “Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetlerimizi iyice açıklıyoruz.” (En’am, 55) ayet-i kerimesinin tefsirinde serdettiği tahlillerini iktibas etmemiz faydalı olacaktır. İslam şehidi bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir:
“Oldukça ilginç bir şey… Bu, Kur’an metodunun inanç ve inançla hareket etmeye ilişkin stratejisini gözler önüne sermektedir. Kuşkusuz bu metod, salih mü’minler yolunun açıkça belli olması için sırf gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanısıra, günahkâr sapıkların yolunun açıkça belli olması için batılın açıklanıp ortaya konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça belli olması, mü’minlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır.
Kuşkusuz bu hareket metodu, insanlığın kendisiyle hareket etmesi için yüce Allah tarafından belirlenen metottur. Çünkü yüce Allah, gerçeğe ve hayra ilişkin katışıksız inancın oluşmasının, karşıt taraf olan batıl ve kötülüğü görmeyi, bunun katışıksız batıl ve baştan sona kötülük olduğunu bilmeyi; aynı şekilde hakkın da katışıksız gerçek ve baştan sona hayır olduğunu vurgulamayı gerektirdiğini biliyor.
Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa çıkarılması; imanın, hayrın ve iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların yolunun açık- seçik belli olması, ayetlere ilişkin ilahî açıklamanın hedeflerinden biridir. Çünkü suçluların konumları ve yollarına ilişkin olarak beliren herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, mü’minlerin konumlarına ve yollarına yansır. Çünkü bunlar birbirlerine karşı duran iki sayfa, birbirlerine aykırı iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve çizgilerin açığa kavuşması kaçınılmazdır.
Bundan dolayı, her İslamî hareketin, mü’minlerin yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe koyulması gerekmektedir. Mü’minlerin yolunu ve suçluların yolunu tanımlamak ve mü’minlerin ayırıcı özellikleriyle suçluların ayırıcı özelliklerini belirlemekle başlamalıdır. Ama realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil. Böylece İslam davasının mensupları, yollar birbirine benzemeyecek ve mü’minlerle suçlular arasındaki işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde mü’minlerin yolu, hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu, hareket metodu ve belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki insanlardan hangilerinin suçlular/müşrikler olduklarını bilmiş olurlar.
İslam Arap Yarımadası’nda müşriklerle karşı karşıya geldiği günlerde bu belirginlik ortaya konmuş ve bu netlik eksiksiz bir şekilde gerçekleşmişti. Salih Müslümanların yolu, Allah’ın peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberindekilerin yoluydu. Suçlu müşriklerin yolu ise, onlarla birlikte bu dine girmeyenlerin yoluydu. Bu belirgin ve netliğin yanında, suçluların yolu açık- seçik belli olsun diye Kur’an iniyordu.
İslam’ın şirkle, putperestlikle, Allah tanımazlıkla, semavi bir temele dayanmakla beraber beşerî tahrifatların değiştirip bozduğu çeşitli tahrif olmuş dinlerle karşılaştığı sıralarda… Evet, İslam’ın bu gruplar ve akımlarla karşılaştığı sıralarda salih mü’minlerin yolu ile kâfir ve suçlu müşriklerin yolu açık-seçik gözler önündeydi. Birbirlerine karışmalarına imkân yoktu.
Ancak bugün için gerçek İslamî hareketlerin karşı karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri değildir. Sorun, Müslüman sülalelerden gelen milletlerin, Allah’ın dininin egemen olduğu ve onun şeriatının hükmettiği zamanlarda İslam yurdu olan ülkelerin varlığında somutlaşmaktadır. Sonra bu ülkeler ve milletler gerçek İslamî hayattan uzaklaşıp, İslam’ı sadece bir isim olarak ilân ediyorlar. İnanç açısından İslam’ı din olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen, inanç ve realite olarak İslam’ın prensiplerinden uzaklaşmış bulunuyorlar. Çünkü İslam, Allah’tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmektir. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik ise, yüce Allah’ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O’na sunacaklarına, kulların yasalarını sadece ondan alacaklarına, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O’nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslam’a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun… Hangi bölgede -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etme gerçeği tahakkuk etmezse, o bölge Allah’ın dinini din edinmemiş ve asla İslam’a girmemiş demektir.
Bugün yeryüzünde isimleri Müslüman ismi, kendileri de Müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslam yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi; bu ülkeler de bu anlamın gerektirdiği şekilde günümüzde Allah’ın dinini din edinmiyorlar…
İşte gerçek İslamî hareketlerin, bu ülkelerde bu milletlerle karşılaşırken önüne çıkan en büyük zorluk budur. Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk; bir yandan “Allah’tan başka ilâh yoktur” ilkesinin ve İslam’ın anlamının etrafını, diğer yandan da şirk ve cahiliye kavramlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve karışıklıktır.
Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk; salih Müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktalarının seçilemeyecek kadar bir şaşkınlığın egemen olmasıdır.
İslamî hareketlerin düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı, perçeminden ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürür. “Müslümanları tekfir etme” töhmetine… Bundan sonra İslam ve küfür konusunda hüküm verme kaynağı, yüce Allah’ın ve peygamberinin -salât ve selâm üzerine olsun-sözleri değil de insanların örf ve gelenekleri olur.
Kuşkusuz birtakım aldanmışların sandığı gibi İslam’ın böyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi yoktur. İslam açık seçik ortadadır, küfür de öyle… İslam, vurguladığımız anlamda Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şahitlik etmektir. Kim bu şekilde şahitlik etmezse ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki Allah ve peygamberinin hükmü şudur: Bu kişi kâfirdir, zalimdir, fasıktır, suçludur…
“Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.” Evet, Allah’a davet edenler bu engeli aşmak zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan, bir kapalılığa takılmadan ve karışıp ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda harcamaları için vicdanlarında bu açıklığı gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin olarak Müslüman olduklarına; yollarına çıkanların, engel olanların, insanları Allah’ın yolundan alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle inanmadıkları sürece, bütün enerjilerini dava uğruna harcayamazlar.”[1]
Diğer taraftan küfrün çeşitlerini, alâmet ve belirtilerini bilmek, bu alâmet ve belirtileri üzerinde taşıyan herkesi tekfir etmeyi gerektirmez. Zira küfrün çeşitlerinden herhangi birini üzerinde taşıyan kişi, aslî olarak kafir olup, hiç İslam’a girmemiş bir kimse ise, ondan teberri edilir ve onun düşman kampta bulunup, İslam’a davet edilmesi gereken bir kimse olduğu kabul edilir. Ancak böyle bir kişi, İslam’a inandığını kabul eden bir kimse olursa, burada asıl olan onun uyarılması ve maruz kaldığı bu küfür belirtisinden tövbe etmeye davet edilmesidir. Tekfir edilmesi hususu ise, tekfirin şartlarının oluşmasına ve manilerinin bulunmamasına bağlıdır. Bu hususları tesbit etmek, ancak ehliyet sahibi hakimlerin/alimlerin yetkisindedir. Dolayısıyla İslam şeriatına göre hüküm veren hakimlerin bulunmadığı zaman ve zeminlerde, bu konuda acele hüküm vermeyip son derece teenni ile hareket edilmelidir. Burada mutlak tekfir ile, muayyen kişileri tekfir etmenin arasını ayırmanın zaruretini belirtmekle yetinelim. Zira bu konuyu -Allah nasip ederse- daha sonra “tekfir kavramı” başlığı altında geniş bir şekilde ele alacağız.
Bu iki hususu belirttikten sonra deriz ki: Küfrün itikadî, sözlü ve fiilî pek çok alamet ve belirtileri bulunmaktadır. İmanı; itikad, söz ve amel olarak tarif eden çoğunluk alimlere göre imanın zıddı olan küfür de aynı şekilde itikad, söz ve amel şeklinde kısımlara ayrılır. Bunlardan her biri bizzat küfür olarak kabul edilir. Fakat imanı; tasdikle tarif edip sözlü ve fiilî amelleri bu tasdikin zahirî alametleri olarak kabul eden Eş’ari ve Maturidî kelamcılarına göre ise, imanın zıddı olan küfür de tasdikin zıddı olan tekzibtir (Allah ve Rasûlü’nü yalanlamaktır). Ancak sözlü ve fiilî ameller, kalpte tekzibin bulunduğuna delalet eden zahirî alametler olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla bu alimlere göre, cumhur tarafından küfür olarak kabul edilen söz ve fiiller, küfrün alametleri olarak kabul edilmiştir. Buna göre bu söz veya fiillerden herhangi birini ortaya koyan kişi, şartların tahakkuk etmesi ve manilerin de bulunmaması kaydıyla dünyevi hüküm bakımından tekfir edilir. Ancak ahiretteki durumu Allah azze ve celle’ye bırakılır. Diğer alimlere göre ise bu söz veya fiillerden herhangi birini işleyen kişi dünyada kafir kabul edildiği gibi ahirette de kafir kabul edilir.
Önemli bir husus da şudur ki, küfrün alameti kabul edilen söz ve davranışlardan (Elfaz-ı küfür ve Ef’al-i Küfür) bazılarının küfrü gerektirdiği hususunda alimler ittifak etmiştir. Diğer bazıları ise alimler arasında ihtilaflıdır. Bu husus, tekfir şartlarının tahakkuk etmesi ve manilerinin bulunmaması halinde dahi muayyen kişilerin tekfir edilmesi mevzusunda dikkate alınmalıdır. İhtilaf edilen konularda, şayet ihtilaf eden tarafların delilleri bulunur ve ihtilaf da kuvvetli olursa tekfirden sakınılması ihtiyata daha uygundur. Ancak bu, delilsiz bir şekilde o konuda ihtilaf eden ve çoğunluğa aykırı görüş belirten her alimin sözünün esas alınacağı anlamına gelmemektedir. Böyle bir durumda bu tarz görüşler şaz kabul edilerek esas alınmaz.
Küfür ıstılahı mutlak olarak kullanıldığında Allah azze ve celle’nin vahdaniyetini veya nübüvveti/risaleti ya da şeriatı veyahut bu üçünü birlikte inkâr etmeyi kapsamaktadır. Dolayısıyla küfür kabul edilen itikad, söz ve fiileri bu üç başlık altında özetle ele almaya çalışacağız:
Allah’ın Vahdaniyyetini İnkâr
Allah azze ve celle’nin rububiyyetini, ilahiyyetini veya esmâ ve sıfatını inkâr etmek, alaya almak veya noksan görmek küfürdür. Bu konudaki küfür çeşitlerinden bazıları maddeler halinde özetle şunlardır:
Her şeyin yaratıcısının, bütün kâinatı düzene koyup tedbir edenin, bütün canlıların muhtaç oldukları her şeyi rızık olarak onlara bahşedenin, mülkün ve melekûtun tek sahibinin/malikinin Allah olduğunu inkâr etmek küfürdür. Bu hususlardan herhangi birini Allah’ın dışında bir nesneye/kişiye izafe etmek, rububiyyetinde Allah’a şirk koşmaktır. Bunun küfür olduğu sarih ve kat’i naslarla sabit olup, bütün alimler tarafından üzerinde icma edilmiştir.
Allah azze ve celle’nin tek ilah olduğunu, bütün kâinatı düzene sokan kevni kanunları ve mükellef olan kulların (insanların ve cinlerin) hayatlarını düzene koyan şer’i kanunları belirleme hakkına sahip olanın sadece Yüce Mevlâ olduğunu inkâr etmek küfürdür. Kulların ibadet ve itaatlerini sunacakları, sevgi/ümit ve korkuda birleyecekleri tek zatın Allah olduğunu tasdik edip ikrar etmek iman; bu hususlarda başka bir nesneyi/kimseyi Allah’a ortak koşmak ise, uluhiyyetinde Allah’a şirk koşmak olup küfürdür. Bu husus da sarih ve kat’i naslarla sabit olup, alimler arasında üzerinde icma edilmiştir.
Kur’an ve Sünnette sarih ve kat’i naslarla sabit olan Allah azze ve celle’nin isimlerini ve sıfatlarını inkâr etmek küfürdür. Aynı şekilde Allah’ın sıfatlarını, kulların sıfatlarına benzetmek de küfürdür. Nitekim Yüce Mevla bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Esmâü’l-Hüsnâ (en güzel isimler) ise Allah’ındır! Öyleyse O’na onlarla dua edin ve O’nun isimleri hakkında haktan (meyledip) sapanları bırakın! (Onlar,) yakında yapmakta olduklarının karşılığını göreceklerdir.”[2]
Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından birini, O’nda bulunduğu şekliyle bir mahluka vermek küfürdür. Örneğin, “filan kişi, Allah’ın bildiği gibi her şeyi biliyor” demek küfürdür. Bir imamın/şeyhin gayb bilgisine tam olarak sahip olduğuna, irade ve kudret sahibi olup kâinat üzerinde tasarruf yetkisi bulunduğuna, insanları hidayete erdirmek veya dalalete sürüklemek yetkisine sahip olduğuna veya canlıların rızıklarını taksim ettiğine inanmak küfürdür.
Allah azze ve celle’ye, O’nun şanına yakışmayan ve noksanlığı gerektiren herhangi bir sıfatı izafe etmek de küfürdür. Tıpkı Yahudilerin, “Allah fakirdir” veya “Kâinatı yarattıktan sonra istirahate çekilmiştir” ya da “Allah’ın eli sıkıdır/cimridir” sözlerinde olduğu gibi…
Allah ile veya O’nun sıfatları ve isimleriyle alay etmek küfürdür. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “(Onlara niçin alay ettiklerini) sorsan “Yemin olsun ki biz, lafa dalmış eğleniyorduk” derler. Onlara de ki: “Allah ile, âyetleri ve peygamberiyle mi alay ediyordunuz?” Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir zümreyi affetsek de suç işlemiş olduklarından dolayı diğer bir zümreye azap edeceğiz.”[3]
Allah’a sövmek küfürdür. Bu cinâyeti işleyen, ister ciddi olarak yapsın, isterse şaka olsun hükmü değişmez. Bu hususta da Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ve onların Allah’tan başka tapmakta olduklarına sövmeyin! Yoksa (onlar da) haddi aşarak bilgisizce Allah’a söverler! Böylece her ümmete (kendi) amellerini süsledik; sonra dönüşleri ancak Rablerinedir, artık (O da dünyada) yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.”[4]
Allah’ın rahmetinden ümit kesmek küfürdür. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “…Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah’ın rahmetinden ancak kâfir bir kavim ümidini keser.”[5]
Kulun, Allah Teâlâ tarafından cezalandırılmayacağından emin olması gizli küfürdür. Bu hususta Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Yoksa onlar, Allah’ın kendilerini ansızın yakalayıvermesinden emin mi oldular? Allah’ın, ansızın yakalamasından ancak hüsrana uğrayan bir topluluk emin olur.”[6]
Devam edecek..
[1]. Fî zilâli’l- Kur’ân; 4/37-39
[2]. A’raf:180
[3]. Tevbe, 65-66
[4]. En’am:108
[5]. Yûsuf, 87
[6]. A’râf, 99