Küfür Kavramı-3

Kavramlar – Mahmut Varhan / 2023 Aralık / 133. Sayı

3- Küfrün Kısımları

Tıpkı şirk gibi küfür de kendi içinde büyük küfür ve küçük küfür olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:

Büyük Küfür

Büyük küfür; kişiyi dinden çıkaran, dünyada kişiye küfür ahkamının uygulanmasını gerekli kılan ve ahirette ebedi cehennemde kalmayı gerektiren küfürdür. Bu, kişinin vahdâniyyeti, risaleti veya şeriatı inkâr edip reddetmesidir. Dinden olduğu ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından tebliğ edildiği zarureten (küçük – büyük, kadın – erkek herkes tarafından) bilinen bir hususu inkâr eden kimse; küfre girmiş olur ve bu hal üzere iken ölmesi durumunda ebedi cehennemde kalır. Alimler, sebeplerine bakarak büyük küfrü kendi içinde şu kısımlara ayırmışlardır:

1. Küfr-i inkârî; Allah’ı, peygamberleri ve onların Allah’tan alıp getirdikleri esasları kişinin kalbiyle tasdik, diliyle ikrar etmemesidir.

2. Küfr-i cühûdî; Kişinin bildiği halde iman etmemesi, inkârı tercih etmesidir. 

3. Küfr-i inâdî; Kişinin kalben Allah’ı bilip bazan diliyle de ikrar ettiği halde haset, şöhret ve makam düşkünlüğü, kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslâm’ı bir din olarak kabullenmemesidir. 

4. Küfr-i nifâkî; Kişinin inanılması gereken hususları diliyle ikrar ettiği halde kalben tasdik etmemesidir.

Bu sebeplerden herhangi biriyle küfür hastalığına yakalananlar da kendi içlerinde çeşitli kısımlara bölünmüşlerdir. Ezcümle;

 Bunlardan bazıları kâinatın bir yaratıcısının ve düzene koyucusunun olmadığını iddia ederek, yaratılan her şeyi rastlantılar sonucu tabiat tarafından meydana getirildiğini söyleme ahmaklığında bulunmuşlardır. Tek olan yaratıcıyı inkâr eden bu sefihler, çeşitli nesneleri ilahlaştırarak putperestlik bataklığına gömülmüşlerdir. Fıtratla çelişen ve akla ters düşen bu sapkınlığı, az da olsa insanlık tarihinde kabul eden filozoflar ve onları taklit edenler olmuştur. Fakat son asırlarda ve özellikle günümüzde bu akım insanlık aleminde çokça yayılmış ve bütün dünyada nüksetmiştir. Bunlar ateizm bataklığına saplananlardır.

Diğer bazıları da kâinatın bir tek yaratıcısı olduğu hususunda şüphe ve tereddüde kapıldıklarını ve bunu kabul etme veya reddetmeye karar veremediklerini iddia etmişlerdir. Derin bir boşluğa düşen ve inanç hususunda hiçbir şey üzerinde karar kılamayan bu şüpheciler de hem tarihte hem de günümüzde varlıklarını devam ettirmişlerdir. Günümüzde İblis ’in şakirtleri tarafından “Agnostisizim” ünvanıyla isimlendirilen bu taifenin putperest kavimlerde ve eski çağlardan beri var olduğunu şu ayet-i kerime ifade etmektedir:

“Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavminin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Ki onları (n gerçek mâhiyetini) ancak Allah bilir. Peygamberleri onlara apaçık delillerle geldi de (onlar) ellerini (peygamberlerin) ağızlarına götürüp (onların teblîğine dahi karşı çıkarak): “Doğrusu biz, kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve gerekten biz, bizi kendisine da’vet etmekte olduğunuz şeyden kuşku veren kesin bir şübhe içindeyiz” dediler. Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor.” (İbrahim, 9-10)

Deizm dinine intisap eden diğer bazıları da kainatın yaratılması hususunda yaratıcıyı kabul etmekle birlikte O’nun kainat üzerindeki hakimiyetinin sınırlı olduğunu ve insanların hayat tarzına müdahale edemiyeceğini  iddia etmektedirler. Dolayısıyla bunlar vahye dayanan risâleti ve peygamberler tarafından tebliğ edilen semavi dinleri inkâr etmektedirler. Din düşmanlığı anlamına gelen Laisizim ideolojisini savunanlar deistlerdir. Dinleri reddetmemekle, hatta bazen dinlere inanmış gibi görünmekle birlikte dinlerin devlet düzenine ve kamusal alana müdahil olmaması gerektiğini düşünen ılımlı laikler de temelde deizm düşüncesinin etkisindedirler. Bütün peygamberler, müşrik olan ve Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte O’na ibadet/itaat etmeyi kabul etmeyen deistlerle mücadele etmiş ve tüm semavi kitaplar da  deizm/şirk dininin batıl olduğunu delillerle kanıtlamak için indirilmiştir.

Küçük Küfür

Küçük küfür; kişinin dinden çıkmasını ve ebedi olarak ateşte kalmasını gerektirmemekle birlikte nimetlere karşı nankörlük etmek ve nimetlerin hakkını inkar etmek anlamına gelen büyük günahlardır. Bundan dolayı bu günahlara “Küfrân-ı Ni’met” denilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde geçen “küfür” ifadesi bu anlamda kullanılmıştır:

“Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim! Bana şükredin; sakın küfre sapmayın/küfrân-ı ni’mette bulunmayın!” (Bakara, 152)

“…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nîmetlerimi) artırırım. Eğer küfre saparsanız/nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrâhîm, 7)

“…Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Küfre sapan da/nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde lâyıktır.” (Lokmân, 12)

İmam Buhârî “Sahih”’inde “Kocaya karşı nankörlük etmek (Bir Nevi’ Küfürdür) ve dinden çıkarmayan küfür” başlığını atmış ve bu başlık altında şu hadisi zikretmiştir: İbn Abbâs dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bana cehennem gösterildi; bir de gördüm ki cehennem ahâlîsinin çoğu kadınlardır. Zira onlar çokça küfre saparlar.” Bunun üzerine: “Allah’ı mı inkar ederler?”  diye soruldu. Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “ (Hayır,) kocalarına karşı küfran/nankörlük ederler; iyiliğe karşı küfrân/nankörlük ederler. Birisine bütün zaman ihsan etsen de sonra senden (hoşuna gitmeyen) bir şey görse, “Ben senden hiçbir hayır görmedim” der.”[1]

Küçük küfür diye isimlendirilen büyük günahlar pek çok olup hadis-i şeriflerde bunlara dikkat çekilmiş ve bunlara karşı ümmet uyarılmıştır. Zira bu günahların yayılması durumunda insanlar büyük küfür uçurumuna düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır. Daha sonraki yazılarımızda küçük küfrün örnekleri üzerinde duracağımızdan dolayı burada bu konuyu noktalayalım.

4- Küfrün Sebepleri

Tıpkı şirk gibi küfrün de pek çok sebepleri bulunmaktadır. Bu sebeplere maruz kalan insanlar tarih boyunca küfür bataklığına yuvarlanmışlardır. İnsanı, insanî değerlerden soyutlayan ve vahşi/canavar hayvan derekesine düşüren küfür hastalığına maruz kalanlar hakkında yüce Mevla şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’râf, 179) Başka bir ayet-i kerimede  aklî bütün melekelerini yitiren ve adeta robotlaşan kafirler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.” (Furkan, 44)

İnsanı bu kadar aşağılık bir dereceye düşüren küfrün sebepleri arasında daha önceki yazılarımızda geniş bir şekilde açıklamış olduğumuz şirkin sebepleri de bulunmaktadır. Bunlar özetle şunlardır:

Bazı kimseleri veya nesneleri tazimde aşırıya gitmek

Duyu organları ile algılanan şeylere meylederek, duyu organları ile algılanamayan şeylerden gafil olmak ve inkâr etmek

Hevâya tabi olmak ve arzuların esiri haline gelmek

Kibirlenerek Allah’a ibadet ve itaat etmekten kaçınmak

İnsanların kendilerine kulluk etmelerini isteyen tâğutların varlığı

Ataların yolunu taklid/takip etmek

Özellikle son asırlarda Avrupa’dan yayılarak günümüzde bütün yeryüzünü salgın bir hastalık gibi istila eden ilhad/inkarcılık düşüncesinin özel sebeplerini Muhammed Kutub geniş bir şekilde ele almıştır. Biz de onun bu konudaki tesbitlerini özetleyerek iktibas edeceğiz:

“Doğusuyla batısıyla Allah’ı inkar etmekle övünen, O’nun yaratan, rızık verip yaşatan, öldüren, kâinatı yaratıp yöneten olduğunu kabul etmeyen Avrupalının inkarı; gerek yayılmadaki hızı ve gerekse, insan hayatı ve düşüncesine yaptığı etki, meydana getirdiği çözülme ve ahlâkî yıkım bakımından bundan önce insanlık tarihinde örneği olmayan bir olaydır.

Evet, eski tarihlerde inkarın bazı örnekleri var olmuştur. Meselâ: Tekrar dirilmeyi reddedip, ölümü Allah yerine zamana bağlayan materyalist görüştekiler. Kur’an-ı Kerim onlardan şöyle bahseder:

“Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürüklemektedir. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur, sadece böyle sanırlar.” (Casiye, 24)

Tarihte, inkârla beraber ahlâkî çöküntü de olmuştur. Meselâ; tarihin bir döneminde İran bölgesinde yayılan ve malı, kadını ortak mal yaparak öncesinde olmayan bir ahlâk karmaşası meydana getiren Mazdekizmden söz edebiliriz. Bunlar, Marks ve Lenin’in sunduğu çağdaş komünizmin ilk tohumlarıdır.

Fakat bunlar, insanlık tarihinde hep azınlıklardı. Çünkü daha önce de değindiğimiz gibi insanların akidesinde meydana gelen sapma daha çok inkâr değil şirk şeklinde olmuştur. Fıtrat bozulsa da Allah’ın varlığını kabul eder. Belki O’na bazı ilahları ortak koşabilir. İnkâr ise, fıtratı bozulmuş insanlar arasında bile pek az yayılabilmiştir.

İnkarın sebebi ise, insanın basiretinde meydana gelen anormal bir bozukluktur. Böylece insan sadece duyu organlarıyla algılayabildiği alemi kabul eder ve her şeyi duyu organlarıyla ölçerek adeta madde alemini ilahlaştırır. Böylece bir ilâhın varlığını reddeder.

Bugün inkarın çağdaş insanlığın arasında daha önce görülmemiş bir hız ve çirkinlikle yayılmasının önemli bazı nedenlerinin olması gerekir.

Bugünkü inkârın temel sebebi, tarih boyunca meydana gelmiş olan inkârların sebebiyle aynıdır: Bu da basiretteki anormal bozukluk ve yalnız duyu organlarıyla algılanabileni kabul ederek Allah’ın varlığını reddetmektir.

Biz burada, bu olayın Bu şekilde yayılmasındaki etkenleri araştıracağız.

Bozulmuş fıtratın dahi, inkarın bu derecesine varması ender görülen bir olay olduğuna göre; inkarın bu derecede yayıldığı Avrupalıların hayatında olağan olmayan bazı şeylerin bulunması ve insanların tabiatlerini altüst eden  bu sebepler yüzünden bu noktaya gelmiş olmaları gerekir. Çünkü onlar şirk sınırlarını da aşarak, bir yandan ulûhiyet sıfatlarından bazılarını Allah’tan başkasına verip şirke düşerken, diğer yandan da Allah’ın varlığını inkâr ederek küfre/ilhada sapmışlardır.

Burada insanlığın hayatında anormal bir şekilde yayılan bu tehlikeli olgunun sebeplerini ortaya koyacak şekilde Avrupa’nın hayatından özet bazı hususlar üzerinde hızlıca durmamız gerekir:

1. Hristiyanlığın Bozulmasında Avrupa Kiliselerinin Rolü

Allah, İsa aleyhisselam’ı hak ile göndermiş ve ona İncil’i indirmiştir ki,  insanlara tevhidin hakikatini öğretsin ve onları hayatlarına yön veren Allah’ın hükümlerine yönlendirsin. Nitekim Yüce Mevla şöyle buyurmuştur: “Mesih: “Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder; onun varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları da yoktur.” dedi.” (Maide:72)

Fakat, Avrupa kilisesinin inanç konularını karara bağlamak için oluşturduğu konsiller, Allah’tan gelen bu dini, iki noktadan bozdular:

a- İtikad yönünden: Allah’ı bir yerine üç, Mesih’i de diğer peygamberler gibi bir insan olarak kabul edeceklerine ilâh kabul ettiler. Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle diyor: “And olsun ki; “Allah ancak Meryem oğlu Mesihtir” diyenler kâfir oldular.” (Maide:72) “And olsun ki; “Allah üçten biridir” diyenler kâfir olmuştur; oysa (hak) ilâh, ancak tek bir ilâhtır.” (Maide, 73)

b- Allah’ın İncil’de indirdiği hükümler yönünden: Evlenme ve boşanma dışında, Allah’ın şeriatı ile hükmetmeyi iptal ettiler. Hayatın diğer alanlarında Allah’ın şeriatı yerine Roma hukuku geçerli kılındı. Bu hususta Allahu Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Onların  arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona İncil’i verdik ki, içinde hidayet ve nûr bulunmakta olup, kendisinden önce inen Tevrat’ı tasdik edicidir. Ayrıca onu sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik. İncil sahibleri, Allah’ın onda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasık olanların ta kendileridir.” (Maide, 46-47)

Böylece Kilise, Allah’tan gelmiş olan Hristiyanlığı tamamen bozmuş ve Avrupa, Hristiyanlığa girdiği günden beri şirkin içinde olmuştur. Bu şirk de Avrupa’nın hayatında daha fazla bozulmanın meydana  gelmesine kapı aralamıştır.

2. Kilisenin İlme Karşı Tutumu

Avrupa Ortaçağ’da koyu bir cehalet ve batıl inançlar içinde yaşıyordu. Bunun için tarihlerinde o döneme, “Karanlık Ortaçağ” diyorlar.

Müslümanlarla aralarında, on birinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar süren “Haçlı Savaşları” diye meşhur olmuş bir dizi savaşlar oldu. Müslümanlarla ilişki kuran Haçlılar, İslâmî hayatın bazı üstünlüklerini, içerdiği medeni ve ilmi özellikleri görüp onlardan etkilendiler. Müslümanlar arasında gördükleri bu değerleri Avrupa’daki yaşantılarında uygulamaya çalıştılar. Bir yandan da Endülüs, Kuzey Afrika, Müslüman Sicilya ve Güney İtalya’daki yeryüzünün her yerinden öğrencisi bulunan medreselerden yararlanıyorlardı. Müslüman eğitimcilerden yararlanmaya, ilmî bir eğitim için Arapça öğrenmeye ve İslâmi eserleri Avrupa dillerine tercüme etmeye başlamışlardı. Bu iki etkiyle Avrupa karanlık orta çağdan çıkmaya başladı. Fakat kilise, bu ilmî hareketin önünde bir set oluşturdu. Kilisenin bu tavrında iki neden vardı:

a. Toplum üzerindeki hurafelere dayalı otoritelerinin sarsılmasından korktular. Topluma öğrettikleri şeylerin bir kısmı şunlardı: Dindeki bazı incelikleri yalnız din adamları bilir, insanların din adamlarına boyun eğip, bu incelikleri sormamaları gerekir, onların her emrine boyun eğilmesi lazımdır… İlmî gerçekleri öğrenerek gözü açılan insanların, bu batıl inançların farkına varmasıyla kilisenin otoritesini kaybedeceğinden korkuyorlardı.

b. Yeni gelişen bu ilmin kaynağı Müslümanlardı. İslâm medreselerinde eğitim gören Avrupalılar dönüşlerinde hem ilim getiriyorlar hem de Müslümanlara ait bazı değerleri toplumlarına aktarıyorlardı. Kilise, İslâm medreseleri ve Müslüman alimlerden kaynaklanan bu ilmî hareketle İslam’ın Avrupa’da yayılmasından korkmaya başladı ve giderek Müslümanlardan etkilenen Avrupalı bilginlere karşı acımasızca bir savaş başlattı. Müslüman âlimlerden naklettikleri bu ilmî gerçeklerden dönmemeleri halinde ölümle tehdit ettiler, tarihte eşine rastlanmayan işkence ve baskıda bulundular. Bu olay Avrupalı’nın hayatında, ilmin dinden ayrılmasının ilk sebebi oldu. Dinle ilim arasına perde çekildi. Öğrencilerle dindarlar arasında kalın duvarlar örüldü. Asırlar boyunca artan bu düşmanlığın neticesi, Avrupalı öğrencinin gözünde dinin hurafeler yığını olmasına kadar vardı. Artık onun düşüncesinde “ilmi/bilimsel görüş/bakış açısı;” dinî bütün kavramları ilmi/bilimsel araştırma alanından uzaklaştırmak  ve insan, hayat veya kâinatla ilgili hiçbir konuda asla Allah’a işaret etmemekten ibaret oldu.

3. Kilise ve Din Adamlarının Tuğyanı/Aşırılığı

Kilise, Allah’tan inen dini bozma, ilmin teorik ve pratik/deneysel gerçekleri önünde engel olmakla kalmayıp; insanlara ruh, akıl, mal ve bedenleri hususunda çirkin bir aşırılıkla zulmetmeye başladı.

a. İnsanlara, Allah ile aralarında kiliseyi bir vasıta olarak kabul etmeyi dayattılar. Buna göre kimse rahipten başka bir yolla rabbi ile bağlantı kuramaz. Ve yine hiç kimsenin günahı, rahibin önünde itiraf sandalyesine oturup da rahip tarafından tövbesinin kabul edildiği açıklanmadıkça, bağışlanmaz.

b. Yeryüzünün şekli ve insanın dünyadaki ömrü ile ilgili ilmî gerçeklere ters düşen kalıplaşmış fikirlerin kabulü mecbur edildi. Diyorlardı ki: Bu fikirler kutsaldır; çünkü Allah tarafından indirilmiştir. Kim kabul etmezse dinsiz bir kafir olur.

c. Mallarının onda birini kiliseye vermeleri zorunluluğu getirildi. Bunlar Allah’a veya fakirlere değil, hiçbir asırda imparatorlarda dahi örneği bulunmayan lüks bir hayat yaşamaları için din adamlarına veriliyordu.

d. İnsanlara kilise arazisini ekip biçme işinde haftada bir gün karşılıksız çalışma mecburiyeti konuldu.

e. Din adamlarına insanlık şerefini düşürecek dereceye varan bir saygıyı gerekli kıldılar. Öyle ki bir papaz yoldan geçerken orada bulunanların alınları yere değecek şekilde eğilmeleri gerekiyordu. Yer çamur veya balçıkla dolu olsa da bunu yapmaları zorunluydu.

Bunlara ilave edilmesi gereken bir mesele daha var: Avrupalı, yakın asırlarda, derebeylerinin gasp ettiği haklarını istemeye kalkınca kilise, zalimlerden yana çıkarak böyle bir istekte bulunmaları halinde onları, Allah’ın gazabı ile tehdit etti.

Bütün bunların, insanların kiliseden ve dinden soğumalarında önemli etkileri vardır.

4. Ruhbanlık

“(Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar.” (Hadid, 27)

İlk çıktığında Allah rızasını gözettikleri için onlardan bu ruhbanlık kabul edilmişti. Fakat onlar bu gayeyi koruyamadılar. Rahib ve rahibelerin kaldığı binalar o derece ahlaki fesad yuvaları haline geldi ki, toplum içinde ahlakı bozuk sapıkların yaşadığı fesaddan daha beterdi.

Din adamlarının özel hayatı ile ilgili insanların aktardıkları bu kötü örnekler, insanlar arasında alay konusu yapılarak anlatılmaya başlandı. Böylece insanların dinden nefret etmelerine de zemin hazırlamış oldu.

5. Mağfiret Senetleri Dağıtma Komedisi

Papa’nın, belli bir mal karşılığı insanları Allah’ın yanında affettirebileceğini ve cennete sokabileceğini iddia etmesi ile “mağfiret senetleri” olarak bilinen olay ortaya çıktı. Bu senetlerde şöyle diyordu Papa: “Ben Papa filan! insanlardan filan kişinin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladım. Artık o, bütün günahlardan arınmış, annesinden doğduğu gün gibi temizdir. Ve kıyamet gününde cennete girecek, rabbi yanında değerli biri olacaktır.” Bu senetler, para ile satılmaya başlandı. Artık isteyen istediği günahı işliyor, sonra da papadan, kendilerini cennete sokacağını zannettikleri senetleri satın alıyordu. Papa, diğer din adamlarına da bu senetlerden satma yetkisi verince, daire biraz daha genişledi ve sonunda büyük bir komediye dönüştü. Bu asla dini saygın kabul etmekle ve din adamı oldukları iddia edilen kişilere saygı duyulmasıyla neticelenmedi.

Bilakis bütün bunlar, geçen asırlar boyunca Avrupalıyı dinden soğutan ve bugün de tamamen koparan nedenler olmuştur.

6. Kilisenin, Avrupalıların Gözünde İslam’ın Suretini Çirkin Göstermesi

Kilisenin, İslâmî etkiyi Avrupa’ya taşıyan ilmî harekete nasıl karşı çıktığını söylemiştik. Avrupa’dan, İslâm topraklarında öğrenime gönderilenler geri döndüklerinde Müslümanlarda gördükleri medeniyeti ve İslâmî ruhu da ülkelerine naklediyorlardı. Müslümanlardan kaynaklanan ilmî hareket neticesinde İslam’ında Avrupa’da yayılmaya başlayacağından korkan kilise, bu hareketin sindirilmesi için Avrupa’da geniş bir saldırı kampanyası başlattı. Yazarlarını, İslâm’ı ve Müslümanları küçük düşürücü yazılar yazmaları için görevlendirdi. İslâm’ın saflığına leke düşürmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kişiliğine saldırarak, aleyhinde sözler söylemek moda olmuştu. Dünyada olup biten büyük-küçük olumsuz her şeyi Müslümanlara mal ederek, Avrupalıların  İslâmı kabul etmelerine engel olmaya çalıştılar.

Müslümanlardan kaynaklanan ilme ve Müslümanlara karşı birden yürütülen bu saldırının Avrupalıların hayatında derin etkileri olmuştur.

İslâm’a karşı yapılan saldırıların ve Haçlıların Müslümanlardan tattığı yenilginin, Avrupalılarda İslâm’ı kabul etmeme yönünden etkisi vardır.

İslâmi kökenli ilmî hareket ise gelişmeye devam etti. Çünkü insanlar, cehaletten uyandıktan sonra ilmin faydalı sonuçlarını görüp sevmişlerdi. Yine medeniyet ve uygarlığın güzel sonuçlarından yararlanıp benimsemişlerdi. Maalesef bu ilim ve uygarlık hareketi, dinden uzak hatta dine düşman temeller üzerine kuruldu.

Bugün insanlığın yaşadığı dinden uzak hatta ona düşman, yokluğu halinde yeryüzünde onurlu bir hayatın düşünülemeyeceği ahlâkî ve ruhî değerleri tanımayan ilmi hareket, böyle gelişti. Ve Avrupalı, ilmi ve maddi seviyesi yükseldikçe, dinden biraz daha uzaklaşır oldu.

7. Avrupa’daki Hayatın Bozulmasında Yahudilerin Rolü

Kilisenin hazırladığı bu zeminden Yahudiler, kötülük ve fesât tekerleğini ileriye doğru çevirme yönünden iyi yararlandılar. Tıpkı Kur’an-ı Kerim’in onlar için dediği gibi: “Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sevmez.” (Maide, 64)

Yahudiler bu fırsatı, eski rakipleri olan Hristiyanlığı baskılamak ve çökertmek için iyi değerlendirdi. Her taraftan saldırıp, yıkıcı fikirler yayarak, ahlâkı bozup ilericilik ve uygarlık adı altında her türlü rezilliği yaygınlaştırdılar. Kimi zaman kişisel özgürlük adı altında, kimi zaman da başka bir isimle akla gelmeyecek yollardan Avrupalının hayatını her yönden bozuncaya kadar uğraştılar.

 Bir taraftan bir Yahudi olan Marks, “Din afyondur” parolasıyla kominizme ve inkâra çağırdı.

Diğer yandan da yine bir Yahudi olan Freud, ruhî sıkıntı ve psikolojik bozukluklara sebep oluyor gerekçesiyle din ve ahlâktan kopmaktan ibaret olan cinsiyetle ilgili görüşlerini yaymaya başladı.

Üçüncü bir yönden de Yahudiler Avrupa’da, paralarını  faizde  işletmek için kapitalist sanayi hareketini yönlendirdiler. Bu yoldan da Avrupa’daki hayata her yönüyle egemen olup, onu toptan fesada uğrattılar:

a. Kadını iş yerlerinde çalışmaya zorladılar. Çalışan kadınlar çoğalınca da onları, açılmaya, süslenip püslenmeye zorlayarak ahlâklarını ve kendileri ile beraber gençleri bozdular. Böylece kuaförler, kozmetik ve süs eşyası satan yerler, büyük paralar kazandı ki, bu kazanç olduğu gibi Yahudilere akıyordu.

b. “Hürriyet, kardeşlik, eşitlik” gibi sloganlar yaydılar. Hürriyet adı altında da inkâr ve ahlâkî bozukluk yayıldı. İsteyen inkâr eder, isteyen de saçıp savurur; kimsenin diğerinin “şahsi hürriyetine” karışmaya hakkı yoktur!

c. Kadını çalışmaya zorlamakla aile yapısını çökerttiler. Kadın anneliğe ve çocuk yetiştirmeye, onu hürriyet ve serbestliğinden alıkoyan değersiz bağlar gözüyle baktı.

d. Ailesiz bir nesil yetiştirdiler. Çünkü anne dışarıda işiyle meşgul olunca, çocukları yetiştirecek yeterli bir zaman bulamayacaktı. Ve böylece birçok Avrupa toplumunun şikayetçi olduğu hippiler ya da onlara benzer tipler her tarafa yayıldı.

Bunların hepsi, Yahudilerin çıkardığı fesatların sadece bir kısmıdır. Bu fesat tekeri her gün dahada ileriye doğru dönmeye devam ediyor.

8. Bütün Bunlarda Müslümanların Sorumluluğu

Son olarak da bugün yeryüzünü kuşatan bu fesattan Müslümanların da sorumlu olduğunu söylemek zorundayız. Allah bu ümmeti, sadece kendi içine kapanık olarak yaşaması için en hayırlı ümmet yapmamıştır. Tersine bütün insanlığa örnek ve rehber olması için onu en hayırlı ümmet yapmıştır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan, Allah’a iman eden en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmran, 110) “Böylece sizi, insanlara şahid ve örnek olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahit ve örnektir” (Bakara, 143)

Bu ümmet çağrısını yayıp, yeryüzünü nur ve hidayetle doldurduğu zamanlarda insanlığa hayır hakimdi. Ümmet, iyiliği emredip, kötülükten sakındırıyor, Allah’a iman edip ona davet ediyordu. Ümmet, son asırlarda bu çağrısını terk edip de zayıflığa ve ona bağlı olarak da dünyevileşip korkuya kapılınca; insanlığa, Allah ve Peygamberlerine iman etmeyen, hayata O’nun hükümlerini uygulamayan cahilî bir grup egemen oldu. Bununla da insan ve cinlerin şeytanlarına fesadı yaymaları, iman yerine küfrü hakim kılmaları için fırsat doğdu. Müslümanlar dinlerine gerçekten dönmedikçe yeryüzü ıslah olmayacaktır. Eğer Müslümanlar dinlerine yeniden dönerlerse, Allah’ın onlara vaadi olan yeryüzü egemenliği ve güven, önceden olduğu gibi yeniden gerçekleşecektir:

“Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halife kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine/iktidar yapacağına dair söz vermiştir. Çünkü onlar bana kulluk eder, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar.” (Nur, 55)

Avrupalının tarihinden aldığımız bu kesit, bugün batıya egemen olan, inkâr ve ahlâkî çöküntünün yayıldığı ortamı açıklaması bakımından yeterlidir.

Yukarıda bahsettiğimiz, Kilisenin tutumu, Yahudilerin rolü ve Müslümanların görevlerini aksatmalarından ibaret olan üç etken, Avrupa’da yayılan din düşmanlığının çıkmasına sebep oldu. Bu da her türlü fesad mikrobunun yayılmasına müsait bir zemin oluşturdu. Bu mikropların en tehlikelisi de inkâr ve ahlâkî çöküntüdür. Çünkü insan, Allah’tan ve O’nun şeriatını yeryüzünde uygulamaktan uzaklaştı mı, artık yuvarlanabileceği uçurumun bir sonu yoktur. Avrupalının şu andaki durumu bu acı hakikatin en iyi delilidir. Daha ergenlik çağına ermemiş gençler arasındaki intihar, delirme, psikolojik sıkıntı, ruhî ve sinirsel hastalıklar, alkolizm, suç işleme potansiyeli ve uyuşturucu tiryakiliği yanında dinle ilim, dinle hayat arasındaki mevcut ayrılık; İnsan fıtratının bizzat bozulup yok olmasına sebep olmuştur. Kuşkusuz bütün bunlar insanların Allah’tan ve dinden uzak olmalarından kaynaklanmaktadır.”[2]

Muhammed Kutup rahmetullahi aleyhi’nin bu tahlillerine şunları da yerinde olur: Azgın kilisenin zulümleri ve müfsid Yahudilerin planları neticesinde Avrupa’da ortaya çıkan dinden ve ahlaktan uzaklaşma akımı, Avrupa ile sınırlı kalmayıp bütün dünyaya yayılmıştır. Avrupalıları dinsiz hatta dine düşman yapmayı başaran Yahudiler, başarılı oldukları bu planlarını aynı şekilde Doğu’da ve İslam aleminde uygulamaya koymuşlardır. Günümüzde İslam aleminin her tarafında yayılan dinsiz hareketler bu çalışmaların neticesidir. Ülkemizde, Arap aleminde ve son zamanlarda Mekke-i Mükerreme de dahil Arabistan’ın bütün şehirlerinde yayılan dinsizlik ve ahlaksızlık cereyanı, Haçlı- Yahudi ittifakının bilinçli projelerinin tabii bir neticesidir. İçimizde Haçlı- Yahudi ittifakının sesi olan mürted zındıklar bu projenin gönüllü uygulayıcısıdırlar. Bazen korkutarak bazen de özendirip tahrik ederek toplumlarımızı bozma yolunda ısrarla devam etmektedirler.

Bu günlerde Gazze’de yaşanılan acı olayların, yüz yıldır devam ediyor olmasının bu anlatılanlarla kuvvetli irtibatı bulunmaktadır. Nitekim İslam’ın şehid olan yiğit bir evladı bu hakikati şöyle açıklamaktadır:

“Ey İslam Ümmeti! Açık bir şekilde ifade edilmesi gereken acı hakikat şudur ki; bizim Gazze’deki ehlimizi kurtarmaya ve onlardan muhasarayı kaldırmaya hırslı ve istekli olmamızla birlikte, bu konuda bizden daha hırslı ve istekli kimseler de vardır. Bunlar Filistin’in diğer bölgelerinde yaşayan kardeşlerimizdir ki, bunların bir bölümü Batı Şeria’da yaşamaktadır. Ancak bununla beraber kendi ailelerine ve akrabalarına yardım etmeye güçleri yetmemektedir. Bunun sebebi de apaçıktır. O da şudur ki; onların şehirleri işgal altında, Siyonist askerler ve Mahmud Abbas liderliğindeki Batı Şeria yönetimine bağlı askerler, kardeşlerine yardım etmekten onları alıkoymaktadırlar. İşte Gazze’deki ehlimize yardım etmekten bizi de alıkoyan aynı sebeptir; zira acı hakikat şudur ki, bizim ülkelerimiz de içerden işgale maruz kalmıştır. Siyonist Araplar ve bölgemizde bulunan yöneticiler, düşmanlarımızın vekilleridirler. İşte bunlar ve orduları, Gazze’deki mustaz’aflara yardım etmemize engel olmaktadırlar.

Şayet ülkelerimizin, yöneticilerin ve onların sahiplerinin çıkarları için işgal edilmiş olduğunu ve bu hususta orduların ve sivil bazı kurumların -ki destekçiler arasında en önemli ve en tehlikeli olanları  da bunlardır-  onları desteklediğini  ve bu destekçilerin başında da  çıkarcı alimlerin ve entellektüel kesimle, medya kalemşörlerinden kiraladıkları  kimselerin geldiğini; bunların da ümmeti saptırma/yanıltma, ümmet içinde yenilgi psikolojisini yayma ve çeşitli yöntemlerle yöneticilerin arkasından yürüsünler diye ümmeti eğitip uyutma vazifesini yerine getirdiklerini; böylece bazen korkutarak bazen de özendirip tahrik ederek ümmetin idaresini gasbetmeyi ve ümmetin iradesine el koymayı sürdürdüklerini; bunun sonucunda ümmetimizin işlerini düzene koyup kontrol etmekten ve yöneticilerle adamlarının baskısından azade bir şekilde hareket etmekten aciz kaldığını kavramazsak; Evet eğer biz bu durumu kavramaz ve bu kimselerin hakikatini ortaya çıkarmaya çalışarak onlardan sakındırmaz, onları yöneticiler olarak reddetmez ve onların otoritelerinden kurtulmazsak; asla Filistin’i işgalden kurtarıp yeniden fethetmeye güç yetiremeyiz. Zira hiç kimse kendisinde bulunmayan şeyi, başkasına veremez. Böylece bizler, mübarek topraklar işgal edildiğinden beri içine girdiğimiz çıkışı kapalı olan bu labirentin içinde dolaşmaya devam edip dururuz.”[3]

Bu değerli tesbitlerin şerhi mesabesinde olan, “İslam Şehidi” Seyyid Kutup rahimehullah’ın aşağıda zikredeceğimiz tahlillerini her Müslümanın okuyup üzerinde düşünmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bundan dolayı Müslümanın basiret ve ferasetini açacak bu değerli tahlilleri burada aktaracağız:

“Gerçekten günümüzde Allah’ın varlığını kökten inkâr eden ateistlerin söylediklerine inanıp inanmadıkları konusunda yoğun kuşkular vardır. Bu iğrenç saplantının başlangıcında hıristiyan kilisesine karşı bir manevra olarak ortaya çıkmış olması ve sonradan yahudiler tarafından insanlığın temel dayanağını yıkmak amacı güden bir silâh olarak kullanılmış olması güçlü bir ihtimaldir.

“Siyon Protokolleri” adlı belgelerde itiraf ettikleri bu muhtemel hesaplara göre, yeryüzünde kendileri dışında başka inançlara dayanan hiçbir toplum kalmayacak, böylece de inanç bunalımına düşüp çökecek olan insanlık kolayca kendilerinin egemenlikleri altına düşecekti. Çünkü inanç sisteminin sağladığı güç kaynağına sadece onlar sahip olacaklardı.

Yahudi tuzaklarının, siyonist komploların çapı ne kadar geniş olursa olsun bunlar insan fıtratını, kıvrımlarının en kuytu bucaklarında Allah’ın varlığı inancını taşıyan insan fıtratını yenilgiye uğratamazlar. Gerçi bu fıtrat yüce Allah’ın sıfatlarını gerçek anlamları ile tanıma hususunda başarısız kalabiliyor, ayrıca insan hayatı üzerinde Allah’ın kesin egemenliğini tanımazlıktan gelerek sapıklığa düşüyor ve bu yüzden kâfirlikle, müşriklikle damgalanmayı hak ediyor. Ama temelde Allah’ın varlığına inanmaktan da geri kalmıyor. Fakat fıtratları yozlaşan, doğuştan getirdikleri algılama ve karşılık verme cihazları dumura uğrayan, iletişim aygıtları işlemez hale gelen bazı insanlar vardır. işte insan vicdanının derinliklerinde kök salan Allah inancını silmeyi amaçlayan yahudi plânları, sadece bu tür vicdanlar üzerinde başarıya ulaşabilir. Fakat bu tür fıtri duyarlığı dumura uğramış vicdanlar, insanlık camiası içinde her zaman kural dışı, küçük bir azınlık olarak kalacaktır.

Günümüzün gerçek ateistleri, Allah tanımazları, tüm yeryüzünde birkaç milyonu aşmaz. Bunlar Rusya ve Çin gibi komünist ülkelerde yaşayan, ülkelerinde iktidarda bulunan ateist rejimlerin eli süngülü diktatörlükleri altında inleyen yüz milyonlarca insan arasında bile azınlıkta kalan bir avuçluk bir kitledir. Bu ülkelerde kırk yıldan beri insanları Allah inancından tamamen arındırmak için harcanan sürekli çabalara, yoğun eğitim ve propaganda faaliyetlerine rağmen varılabilen nokta ancak bu olabilmiştir.

Fakat yahudinin başarısı başka bir alanda gerçekleşebilir. Bu alan dini, sırf duygulara ve ibadet şekillerine dönüştürme, indirgeme alanıdır. Bu alanda başarılı olabilirlerse insanlara hayatlarını düzenleyici yasaları, Allah dışında başka ilâhların koymasına razı olmalarına rağmen yine de Allah’a inanmışlıklarını sürdürebilecekleri vehmini aşılayacaklar ve böylece halâ Allah’a inandıklarını zannederek tüm insanları fiili yıkıma uğratabileceklerdir.

Yahudiler bu sinsi plânları ile her dinden önce İslâm’ı hedef seçiyorlar. Çünkü onlar tüm tarihlerinin birikiminden şunu öğrenmişlerdir. Kendilerini yenilgiye uğratacak tek güç, hayata egemen olmak şartı ile İslâm’dır. Buna karşılık eğer Müslümanlar dinlerini hayatlarına egemen kılmazlarsa, istedikleri kadar Allah’a inanan müminler olduklarını sanmaya devam etsinler, yahudilere yenik düşmeye mahkûm olurlar. İnsanların hayatında varolmayan dinin yine de varolabileceğine inanan bu zehirli saplantı, o sözünü ettiğimiz yahudi komplosunun başarısını kaçınılmaz kılar. Kurtuluş çaresi yüce Allah’ın izni ile Müslümanların bu gafletten uyanmalarıdır.

Allah bilir, ama benim görüşüme göre gerek siyonist yahudiler ve gerekse haçlı hıristiyanlar Afrika’nın, Asya’nın ve Avrupa’nın geniş alanlarında kök salmış olan bu dinin bağlılarını, materyalist ideolojiler aracılığı ile ateistliğe sürüklemekten, Müslümanların kalblerindeki Allah inancını tamamen söküp atmaktan umut kesmişlerdir. Tıpkı bunun gibi, Müslümanları gerek misyonerlik faaliyetleri aracılığı ile ve gerekse emperyalist baskılar altında başka bir dine döndürmekten de umutlarını kesmişlerdir. Çünkü bizzat insan fıtratı, değil İslâm inancı altında, putperestlik inancı altında bile ateistliği tiksinti ile reddetmektedir. Bunun yanısıra hiçbir din, İslâm’ı tanımış, hatta onun sadece mirasçısı olabilmiş bir kalbi pençesi altına almaya cüret bile edemez.

Allah bilir ama, kişisel kanaatime göre siyonist yahudiler ve haçlı hıristiyanlar bu ümitsizliğin sonucu olarak komünist ideoloji ya da misyonerlik faaliyeti aracılığı ile bu dine açıkça karşı çıkma yönteminden vazgeçerek, bunun yerine daha iğrenç, daha sinsi yollara başvurmuşlardır. Bu daha sinsi ve aldatıcı, tuzaklı yollardan biri İslâm ülkelerinin başına kendilerine bağımlı rejimler, ajan yönetimler getirme yoludur. Bu rejimlerin ve yönetimlerin hepsi İslâm kılığına bürünürler, İslâm inancına bağlı görünürler, hiçbir zaman dini kökünden inkâr etmezler. Fakat bu aldatıcı perde arkasında misyonerlik kongrelerinin karara bağladıkları, “Siyon Protokolleri”nin öngördüğü fakat bunca zamandır yürürlüğü koyamadıkları plânların ve projelerin tümünü yürürlüğe koyarlar.

Bu rejimler ve yönetimler ellerinde İslâm sancağı taşırlar, ya da en azından bu dine, saygılı olduklarını ilân ederler. Ama öte yandan yüce Allah’ın indirdikleri dışındaki hükümlere göre toplumları yönetirler. Yüce Allah’ın şeriatını hayattan uzaklaştırırlar. Yüce Allah’ın yasaklarını serbest ve helâl kılarlar. İslâm düşüncesinin ve İslâmî değer yargılarının köküne kibrit suyu dökecek maddeci düşünceleri ve değer yargılarını yayarlar. Bütün eğitim kurumlarını ve propaganda organlarını seferber ederek İslâm’ın ahlak değerlerini yıkmaya, İslâmî düşünceleri ve yönelişleri kökten silmeye, “Siyon Protokolleri”nin ve misyoner kongrelerinin karara bağladıkları programları uygulamaya çalışırlar.

Bu programların ortak maddelerinden biri Müslüman kadını sokağa dökmek; onu ilericilik, uygarlık, işgücü sağlama ve üretimi geliştirme adına toplumda bir fitne unsuru haline getirmektir. Onlar bu sinsi plânı topluma işgücü amacına bağlarken, tüm İslâm ülkelerinde milyonlarca işsiz erkek kapı kapı dolaşarak iş aramakta, karınlarını doyuracak ekmek parası peşinde koşmaktadır. Yine bu rejimler ve yönetimler, ahlâk bozucu faaliyetleri özendirmekte, erkeği de kadını da hem propaganda yolu ile ve hem de pratik uygulamalarla bu amaca yöneltmektedirler.

Bu uşak yönetimler ve rejimler bütün bu melânetleri işlerken Müslüman olduklarını, bu dinin inancına saygı duyduklarını iddia ederler. Halk yığınlarına gelince onlar da Müslüman bir toplumda yaşadıklarını sanırlar ve onlar da kendilerini Müslüman kabul ederler. Öyle ya, içlerindeki saflar namaz kılıp oruç tutmuyorlar mı? Egemenliğin sırf Allah’ın tekelinde olması ya da perakende ilâh taslaklarının güdümünde bulunması meselesine gelince, onlar bu konuda siyonistlerin, haçlıların, misyonerlerin, emperyalistlerin, oryantalistlerin ve yönlendirici propaganda organlarının yutturmacasına kapılmışlar ve bütün bu yıkıcı çalışmalar sonunda bu meselenin din ile hiçbir ilgisi olmadığını düşünmeye zorlanmışlardır. Bu zehirlenmiş görüşlerin taraftarlarına göre Müslümanların düşünceleri, yaşama tarzları, değer yargıları, hukuk sistemleri ve yasaları bu dinin dışındaki kaynaklara dayandığı halde onlar yine de Müslüman kalabilirler, kendilerini bu dinin bağlıları sayabilirler·.

Uluslararası siyonizm ile dünya haçlı hareketi, bu aldatmacayı ve yanıltmacayı daha derin boyutlara vardırmak ve varlığını gözlerden daha iyi saklayabilmek için, zaman zaman kendisi ile bu uydu rejimler vé yönetimler arasında soğuk ya da sıcak nitelikli düzmece savaşlar çıkarırlar. Böylece kendisi ile bu uydu rejimler ve yönetimler arasında düşmanlık ve bağdaşmazlık varmış izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Maddi ve manevi yardımları ile desteklediği, gizli ve açık güçlerle koruduğu, haber alma ve casusluk şebekelerini direkt hizmetlerine verdiği bu rejimlerin ve yönetimlerin satılmışlığını kamufle etmeye uğraşırlar.

Onlar bu düzmece savaşları, bu yalancı düşmanlıkları, aldatmanın boyutlarını derinleştirmek ve uşaklarına yönelik kuşkuları dağıtmak için çıkarırlar. Bu yöntemle, üç yüzyıldan belki de daha uzun bir süreden beri gerçekleştiremedikleri plânları sözünü ettiğimiz uşakları eli ile gerçekleştirirler. Bu plânların başta gelen maddeleri İslâm ahlâkını, İslâmcı değer yargılarını yıkmak, İslâm kaynaklı inanç sistemini ve düşünce tarzını silmek, Müslümanları bu geniş coğrafya parçası üzerinde dinlerine ve şeriatlerine dayalı bir hayat sistemi kurmaktan ibaret olan ana güç kaynaklarından yoksun bırakmak, gözlerin ve gözlemcilerin umursamazlıkları altında “Siyon Protokolleri”nin ve misyonerlik kongrelerinin öngördükleri korkunç projeleri, plânları uygulamaktır.

Bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında bu aldatmacaya kanmayan küçük bir azınlık bulunabilir. Bu bir avuç bilinçli azınlık düzmece bir din adına yürütülen zehirlenme kampanyasına teslim olmayabilir, eski yahudi hahamları gibi dinin ilkelerini çarpıtsınlar diye görevlendirilen, kafirliği Müslümanlık olarak yuttursunlar diye işbaşına getirilen resmi din kurumlarının yozlaştırma girişimlerine boyun eğmeyebilir; fasıklığı, facirliği ve ahlâk cellâtlığını ilericilik, çağdaşlık ve gelişmecilik yaftaları altında sunmaya çalışan sinsi ellerin hainliklerini teşhis edebilir. Eğer böylesine bir küçük azınlıkla karşılaşılırsa acımasız bir savaş kampanyasının bütün okları göğsüne çevrilir, düşünülebilecek olan bütün asılsız ve uydurma suçlamaların hedef tahtası haline getirilerek önce toplumun gözünden düşürülür, arkasından da en acımasız darbeler altında eziliverir. Bütün bu cinayetler işlenirken milletlerarası haber ajansları ve iletişim araçları kör, sağır ve dilsiz kesilir.

Bu arada iyi niyetli, saf Müslümanlar bu amansız savaşı bazı kişilere ya da gruplara yönelik basit bir savaş sanırlar. Bu savaşın, İslâm’a yöneltilmiş top yekün savaşın bir parçası olduğunun farkına varmazlar. Bunların bazıları din gayretine ya da ahlâkça sahip çıkma gayretine kapılabilirler. O zaman aptallık derecesine varan bir saflıkla basit ahlâk ihlâllerine, küçük kötülüklere karşı çıkmaya koyulurlar. Böyle yapınca, bu kısık çığlıkları basınca görevlerini yerine getirdiklerini sanırlar. Öte yandan da din tümü ile ayaklar altına alınmış ve temelinden çökertilmişken, yüce Allah’ın tekelinde olması gereken egemenliği birtakım yetki hırsızları gasb etmişken ve emirlerine karşı çıkmakla yükümlü oldukları tağutlar, zorbalar sosyal hayatın hem bütününü hem ayrıntılarını keyfi egemenliklerinin altına almışken, bütün bunlar bu iyi niyetli aptalların umurlarında değildir!

Siyonist yahudiler ile haçlı hıristiyanlar bu gelişmeler karşısında plânlarının başarıya ulaştığını, aldatmacalarının geçerlilik kazandığını görmenin sevinci ile ellerini oğuştururlar. Oysa gerek Allah tanımazlık-ateistlik silâhı ile bu dini doğrudan doğruya yıkabilmekten ve gerekse misyonerlik kampanyaları aracılığı ile Müslümanları dinlerinden çıkarıp başka bir dine döndürmekten çoktandır umutlarını kesmişlerdi.

Yalnız iş bitmiş değil. Yüce Allah’a yönelik umudumuz büyük ve bu dine beslediğimiz güven köklüdür. Evet, onlar entrikacılıkta ve tuzak kurmakta ustadırlar, ama yüce Allah tuzak kuranların en üstünüdür. Nitekim bu konuda O, bize şöyle buyuruyor: “Onlar gerçekten tuzaklarını kurmuşlardı. Tuzakları yüzünden dağlar yerinden oynayacak olsa bile, tuzakları Allah katındadır (Allah, onu bilir). Sakın Allah’ın, peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (İbrahim:46-47)”[4]


[1]. Buhari, İman, 20

[2]. Bkz. Muhammed Kutup, İslam İnancı:178-187

[3]. Bu sözler, “İslam Şehidi” olan  Usame b. Ladin rahimehullah’ın bir konuşmasından alınmıştır.

[4]. Fizilâli’l- Kur’an: En’am Suresi, 3/472-476