İslam’a İhanet Hadis İnkarcılığı

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2022 Eylül / 118. Sayı

Şeri ilimlere ve şeri ilimlerde mütehassıs olan Müslüman âlimlere, özellikle de sahabe, tabiîn, dört imam ve büyük muhakkik takipçilerine negatif yaklaşım, bizzat onların ve icmalarının değerlerini düşürme, nasları inceleme metotlarını küçümseme, aksini öne sürmek istediği herhangi bir fikirle uyuşmadığında onların bilimsel üretimlerini temelden silip atma; şeriat ilimlerini ve dinin usullerini bilmeyen, âlimlik taslayan kibirli kişilerin ve nasları kendi anlayışlarına göre tevil eden ve kendinden başka herkesi hatalı çıkarmanın yollarını arayan bozuk fıtratlı kişilerin temel yaklaşımlarındandır. 

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin delil olması hususundaki değerini, konumunu ve Kur’an’ın açıklaması oluşunu inkâr etmek, Ateizm veya dinleri inkâra götüren istikrarsızlığın büyük girdabına sürükleyen kapıların en önemlilerinden birisidir. Bu nedenle; bu kapıyı sabitleştirmek ve sünneti inkâra yönelik ortaya çıkacak yanlış tasavvurları ıslah etmek, hakikatte İslâm’ın aslını korumak manasına gelir. 

Ehli sünnet inancı, sünnetin hüccet oluşunu ve şeriattaki konumunu açıklarken bunu muhkem sabit bir dizi dayanaklar üzerine kurar ve bu dayanakları bu konuda müşkül gözüken tüm meselelerde kendisine müracaat edilen külli asıllar olarak kabul eder. Fakat sünnete şüpheci yaklaşanların metodu bu zikrettiklerimizden tamamen farklıdır. Sünnete şüpheyle yaklaşanların izlemiş oldukları üslup ise anlaşmazlık içeren konularda, muhkem kaideleri ve külli usulleri terk ederek kendi düşüncelerini bu esasların üstünde tutmalarıdır.

Ehli sünnetin itimat ettiği dayanaklar sünnet inkârcılarının ve sünnete şüpheci yaklaşanların önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Öyle ki bu dayanaklara cevap vermeden sünneti inkâr etmeleri doğru olmayacaktır. Bu nedenle de sünnetin delil olması ve kanıtı için ehli sünnetin itimat ettiği dayanaklara özen göstermek çok önem arz eden bir meseledir.

Müslüman âlimler bu meseleye çok önem göstermiş, bu konu hakkında incelemeler yapmış, sünnetin delil oluşunu kanıtlamak, kaynaklarını açıklamak, ispatlanmış kanıtlarını göstermek ve bu mevzuda muhalif olan şüphe ve sorunları defetmek için nice kitaplar kaleme almışlardır. 

Sünnetin delil oluşunun kanıtı ve İslam’daki konumunun dayandırıldığı en büyük esas üç tanedir. Bunlar: Kur’an dayanağı, Tevatür dayanağı ve İcma dayanağıdır.

1) Sünnetin Hüccet Oluşunun Kur’an Dayanağı 

İlim ehlinin, Muhammed Mustafa aleyhisselam’ın sünnetinin hüccet oluşu yönündeki en büyük dayanakları hiç kuşkusuz Kur’an-ı Kerim’dir. Sünnetin hüccet oluşuna ilk olarak Kur’an’ın delil olduğu konusu üzerinde düşünen bir kişi, bununla çok önemli iki büyük manayı ispat ettiğini görecektir. Bu iki önemli mananın kanıtlanmasında sünneti inkâr eden çeşitli gruplara cevaplar mevcuttur. İster bu grupların sünneti inkâr etmeleri sünnetin aslı itibarıyla olsun, isterse de sünnetin nakledilme yollarıyla alakalı olsun.

Bunların İlki: Sünnetin Delil Oluşunun Aslına Kur’an’ın Açık Delaleti.

İkincisi: Sünnetin Delil Oluşunun Devamlılık İçerdiğine Yine Kur’an’ın Delaleti.

Sonra bu iki anlamı beş yolla kanıtlamak mümkündür, bunlardan üçü birinci anlamla, geri kalan ikisi de ikinci anlamla alakalıdır:

Birinci yöntem: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e İtaatin Kayıtlama Yapılmadan Mutlak (Genellik İçeren) Lafızlarla Gelmesinin Bütün Ümmeti Kapsayan Genel Bir Emir Olması

Bu yolla yapılan istidlal şu esaslar üzerine bina edilir. 

A) Kur’an’ın Ümmeti Kapsayan Genel Hitabı:

İslâm dininde bilinmesi herkes tarafından zorunlu olan esaslardan biri de şudur ki, Allah azze ve celle Kur’an’ı Kerim’i sadece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in içinde yaşamış olduğu topluluğa değil bütün ümmeti bağlayıcı bir hüccet olarak nazil etmiştir. Bu hakikat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tüm insanlığa gönderilen bir elçi olduğunu da kanıtlamaktadır. Bu konu kendisinde hiçbir Müslümanın ihtilaf etmediği asıl hususlardandır. Aynı şekilde Kur’an’la istidlal eden tüm sünnet inkârcıları da bu asla muhalif değillerdir.

Allah’ın Kur’an’da emretmiş veya yasaklamış olduğu her konu, nasıl ki vahyin nüzulüne şahit olan ilk kuşakta yaşayanları ilgilendirdiyse aynı şekilde bizleri de ilgilendirmektedir.

B) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e İtaat Konusunda Kur’an’da Gelen Genel Emirler:

Eğer Kur’an’ın hitabının genel olması her kesim için kesinlik ifade ediyorsa, şurası bilinen bir şeydir ki; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat ve ona uymakla ilgili Kur’an’da gelen çok sayıda ayetler vardır. Bunlardan bazıları şu şekildedir: 

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.” (Nisa, 59) Bu ayet-i kerimede geçen emir bize, bizden öncekilere ve bizden sonrakilere yöneliktir. 

Nitekim İbn Hazm rahmetullahi aleyh bu ayetin açıklamasında şunları söylemiştir: 

“(Ayet-i kerimede geçen) bu hitabın kıyamete kadar bizleri ve yaratılmış olan bütün canlıları, ruh taşıyan varlıkların tümünü kapsadığı yönünde bütün ümmet icma etmiştir.”  

C) Kur’an Ayetlerinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e İtaat ve İttiba’ (Tabi Olmak) Lafzının Mutlak (Genel) Anlamda Gelmesi:

Burada itaat ve ittiba ile kastedilen, Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat noktasında Allah azze ve celle’den gelen emirler farklı makamlarda veya çeşitli konularda Allah’a itaat bağlamında kayıtlı kılınarak gelmemiş, bilakis mutlakıyeti üzere gelmiştir. Daha da açarsak ayetlerin seyrinde ve lafızların delaletinde genelleme içeren anlamları görürüz. Özellikle de Rasûle itaat bağlamında gelen emir Kur’an’da çeşitli lafızlarla çoğu kez tekrarlanarak ve biri diğerini tekit edecek şekilde gelmiştir. Örneğin şu ayetlerde olduğu gibi: 

“Rasûl size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının…” (Haşr, 7) veya 

“Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur, 63) veya

“Peygambere itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) ayetinde ve benzer ayetlerde mesele açıkça ifade edilmiştir.

Şayet bir insan kendisine verilen emir veya yasak bağlamında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i duyar, sonra da Kur’an’da geçmiyor bahanesiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e itaatten yüz çevirirse, tüm ümmetin nazarında ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda gelmiş olan ayetlere hiç şüphesiz muhalif olmuş olur. Yüce Allah’ın şu ayet-i kerimede: “Allah ve peygamberi bir şeye hükmettiği zaman gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur.” (Ahzab, 63) buyuruyor. Bu ayetin haricinde buna benzer başka ayetlerin de varlığından da söz edebiliriz.

Bu makamda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den bizatihi işiten kişiyle, kendisine peygamberle ilgili haber ulaşan arasında bir ayrıma gitmeye lüzum yoktur. Çünkü buradaki anlaşmazlık, gelmiş olan bu emrin veya yasağın ispat yollarında değil, bilakis Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yapılan mutlak itaatin vacip oluşuna ayetlerin delaleti yönündedir.

İmam Şafii’nin “Cimâ’u’l-İlim” adlı eserinde şöyle söylediği geçmektedir: “Acaba sen -veya Allah Rasûlü aleyhisselâm’ı görmeyen senden önce yaşamış birisi veya senden sonra gelecek olan birisi- Allah azze ve celle’nin farzını eda etmek için Allah Rasûlü aleyhisselâm’ın emirlerine uymak konusunda Allah Rasûlünden gelen haberden başka bir yol bulabilir misin?”  

Buradan çıkan hakikat şudur ki, Allah Rasûlü aleyhisselâm’dan gelen sahih haberlere uymak gerçekten Allah Rasûlü aleyhisselâm’a itaat etmeyi emreden ayetlere teslimiyet göstermenin gerekçesidir.

İkinci yöntem: Sünnetin Vahiy Oluşuna Kur’an’ın Delalet Boyutu

Sünnetin vahiy olduğu hususunda Kur’an-ı Aziz’in istidlal veçhi üçtür:

Birinci Vecih: (Kur’an-ı Kerim’de) Kitaba atıf yapılarak hikmetin de indirildiği konusunda gelen haberler:

İkinci Vecih: Allah azze ve celle, Kur’an’ın açıklamasını garanti altına almış ve insanlara indirmiş olduğu hükümleri açıklama görevinin Rasûlü’nün üstlendiğini haber vermiştir: 

Üçüncü Vecih: Kur’an naslarının hiçbirinde geçmeyen fakat ahkâm ve haberlerle ilgili belirli konularda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e inen vahye delalet eden belirli makamlar.

Üçüncü yöntem: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Kur’an’ı Açıklama Görevinin Olması

Bunun ispatı temel esaslara dayanarak yapılmaktadır:

Birinci esas: Allah azze ve celle, Kur’an’ın açıklanmasına kendisi kefil olmuştur.

İkinci Esas: Kur’an’da mücmel/kapalı emirler vardır ve bu kapalı emirler bu konuda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in açıklaması bilinmeden teslimiyet göstermek mümkün değildir.

Üçüncü esas: Namaz ve Hacc gibi Kur’an’da detaylarına inilmemiş çoğu konularda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in açıklamakla yükümlü olduğu meselelerin tevatürle nakledilmesi ve bu konunun onun hakkında sabit olması tevatür olarak beşeriyet tarihinde en yüce toplum olan İslâm ümmeti tarafından gerçekleşmiştir.

Dördüncü Yöntem: Kur’an’ın Sünnetin Korunmuş Olmasına Delaleti

Sünnetin korunmasına yönelik ve müminlerin ona olan ihtiyaçlarının sürekli olduğu anlamına delalet eden Kur’an-ı Kerim ayetleri üzerinde iyice düşünürsek, bu konuda çeşitli sayıda kanıtlar bulacağız.

Delil: Allah azze ve celle’nin şu mealdeki ayetidir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Rasûlüne arz edin. Bu, daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 59) 

Beşinci Yöntem: Kur’an’ın Beyanının Korunmuş Olmasının Gerekliliği 

Kur’an’ın Beyanının Korunmuş Olmasının Gerekliliği   Üçüncü yöntemde, Sünnetin Kur’an’ın açıklayıcı özelliğiyle hüccet olması yönünde ispatlanabilir esaslarla Kur’an’ın delalet yollarını aktardık. Ve yine Allah’ın emir buyurduğu bazı konularda Hz. Peygamberin sünnetine dönmeden amel etmenin imkânsız olduğu da kanıtlanmış oldu.

Eğer sünnetin konumu bu ise o zaman Kur’an’ın korunmasının tamamı Kur’an’ı açıklayan ve detaylarını ortaya koyan şeyin korunması olmadan gerçekleşemez. Çünkü böyle olmasaydı çok büyük önem arz eden emirlerde Kur’an’ın kapalılığı devam ederdi, açıklanma yöntemi bilinemez olurdu ve dolayısıyla Kitabullaha tam teslimiyete güç yetirilemezdi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde varid olan konular örneğin; namazların sayıları, vakitleri, şekilleri ve erkânları ile ilgili yine aynı şekilde zekâtın nisap miktarı ve zekât olarak verilecek maldaki tafsilat, Haccın Mekânî Mîkatları (Hac ibadeti için belirlenmiş olan giriş noktaları), şeytan taşlanması, Hacc ibadetinin detayları ve benzeri çok önemli konularda gelmiş sünnetin kaybolup gittiğini düşünelim. İş böyle olduğunda Allah’ın Kitab’ında geçen kapalı emirlere boyun eğmek, teslimiyet göstermek mümkün olurmuydu? Yoksa Kitab’da Allah’ın kesin olarak ortaya koyduğu ve farziyeti sabit olan emirler var fakat kesinlik içeren bu emirlere teslimiyet gösterme yolları mı bilinmiyor!

Bunların tamamı, irşat edici ve hidayet rehberi bir kitap olan Kur’an’ın korunmasının tamamlanması için yüce Allah’ın Kur’an’ın açıklayıcısını da korumasını gerektirmiyor mu? Teslimiyete güç yetirilmeden sadece metninin korunması yeterli olmaz.

Abdurrahman el-Muallimî şöyle diyor: “Sünnetin de korunmasını yüce Allah garanti altına almıştır. Çünkü Kur’an’ın korunmasının garanti altına alınması aynı şekilde Kur’an’ın açıklaması olan şeyin de korunmasının garanti altına alınmasını gerektirir ki Kitabullah’ın açıklayıcısı da Sünnettir. Aynı şekilde Kur’an’ın dilinin de korunması buraya dahildir, o dil Arapçadır… Kim ki tabiin ve onlardan sonra gelen hadis imamlarından olan alimlerin hayatlarını, öz geçmişlerini dikkatle inceler, Allahu Teâlâ’nın onlara bahşetmiş olduğu derin hafıza gücünü, fehimi, bakış açısını, sünnetin korunması ve gözetimi için ortaya koymuş oldukları ciddiyeti ve çabayı incelerse gerçekten bunun, Allah’ın bu dini koruduğu, garanti altına aldığı yönünde büyük bir başarı olduğunu bilir. Gerçekten de o öncü neslin ortaya koymuş olduğu çaba ve gayret kayda değerdir ve yaptıkları bu amel ibadet çeşitlerinin en yücesi ve en şereflisidir.” 

2) Sünnetin Hüccet Oluşunun Tevatür Dayanağı

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara secdesiyle, rükûsuyla, kıyamıyla, oturuşuyla, tekbiriyle, teslimiyle (selâm vermesi) beraber sabah akşam kıldırmış olduğu beş vakit namaz mevzusu günümüze kadar tevatür yoluyla aktarılmıştır. Aynı şekilde Zil-Hicce ayının dokuzuncu günü Arafe’de vakfe yapması, teşrik günlerinde şeytan taşlaması ve benzeri konuları ihtiva eden binlerce insanın şahit olduğu, onların da aynı ibadetleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem eşliğinde yaptıkları ve kendilerinin de şahitlikleri ile beraber bu fiilleri sonradan gelenlere aktarmaları da bu kabildendir. İşte bunca örnekler, gelmiş geçmiş tüm insanlık tarihinde tevatür olayı denilen ve nakillerle sabit olan misli bilinmeyen yüce örneklerdir. Bunları inkâr etmek ancak haber denilen şeyin bilim kaynağı olması itibarını kaldırmakla mümkün olabilir. Bu ise insanın içten zorunlu bulduğu şeyleri ve gerçekleri reddetmesi durumlarını doğurmaktadır. 

İbn-i Hazm “El-İhkâm” adlı kitabında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e kadar her kuşağın kendinden sonra gelen kuşağa aktardığı haberlerle ilgili şunları söylemektedir: “Bunlar öyle haberlerdir ki, alınarak aktarılmasının kesin gerçek olduğu konusunda iki Müslüman bile ihtilaf etmemiştir. Çünkü biliyoruz ki, bunun gibi Kur’an da bizlere Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den bu yolla gelmiştir. Bu haberler aracılığıyla Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bizlere gönderildiğinin doğruluğunu öğrenmiş oluyoruz. Aynı şekilde bu haberlerle namazların rükû sayılarını, namazların sayısını, zekât ahkamıyla ilgili çoğu konuları ve buna benzer Kur’an’da açıklanmayan büyük orandaki konuları öğrenmiş oluyoruz. Bu konuyla ilgili detaylı şekilde “El-Fasl’” isimli kitapta konuştuk ve bunu açık delilleriyle beyan ettik. Bunun nasıl olduğunu açıkladık, zaruret ve kişinin gerçek tabiatının gereği olarak bunu kabul etmekten başka bir yolunun olmadığını söyledik. Beldelerde olup bitenlere şahit olmadığımız şeyleri, tanık olmadığımız halleri bununla bilmiş olduk. Bizden önce gelmiş geçmiş peygamberleri, âlimleri, filozofları, kralları, olayları ve eserlerin varlığını bu haberlerden okuduk. Şunu diyoruz ki, bu haberleri inkâr eden kişi, duyu organıyla varlığı belli olan şeyi inkâr eden gibidir, aralarında hiçbir fark yoktur. Kendisinden daha önce bir zaman diliminin geçtiğini, annesinin ve babasının kendinden önce var olmadıklarını, kendisini bir kadının doğurmadığını da tasdiklemesi gerekir.”

Önceki dönem ulemasına baktığımızda onlar tevatür dediklerinde bununla lafzi mütevâtiri kastetmişlerdir. Nitekim el-Hatib el-Bağdadi “El-Fakih ve’l-Mütefakkih” adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Tevatüre gelirsek o iki kısımdır: Lafız yönüyle tevatür, Mana yönüyle tevatür.

Lafzi Mütevatir’e gelirsek: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Mekke’den çıkarak Medine’ye hicret etmesi, orada vefat etmesi, orada defnedilmesi, mescidinin orada inşa edilmesi, minberinin orada olması, sahabeleri övmesi, onları kendine dost edinmesi, Ebu Cehil ve diğer müşriklerden uzaklaşarak onları terk etmesi, Kur’an’ı yüceltmesi ve onunla müşriklere meydan okuması, Kur’an’ın nüzulü ile ilgili deliller sunması, namazın sayıları, namazdaki rekatlar, namazın erkanı, tertibi, zekatın, orucun, haccın farz kılınışı ve benzeri konularla ilgili rivayetler bu kısımdandır.

Manevi Mütevatir: Çoğunluğu ihtiva eden bir topluluğun bir kuşaktaki vuku bulan olayı diğer kuşağa aktarmalarıdır. Aktarmış oldukları bu haberler kesin ilim içerir. Kendisinden aktarmış olduğu arkadaşının lafız olarak birebir aynısı olmasa bile haberi aktaran her râvi o haberi hükmen aktarmış olur. Fakat râvilerin tümü aynı manayı aktarmış olur. Böylece bu mana bir nevi haberin lafzen tevatürü mesabesinde olur. Çoğunluk içeren bir topluluğun, sahabenin çeşitli ahkamlarda, çeşitli hadislerle Âhad Haberlerle amel ettiklerini daha sonraki kuşaklara aktarmaları bunun örneklerindendir. Lakin bunların tümü adalet içeren haber-i vahidle amel etmeyi gerektiriyor.  İşte bu, Allah elçisinin (aleyhisselâm) mucizelerinin aktarıldığı yollardandır. Mübarek eline aldığı çakıl taşlarının Allah’ı tesbih etmesi, kendisi bir gün hutbe okurken hurma ağacının ağlaması ve oradaki herkesin buna şahit olması, parmakları arasından su çıkması, az yemeği herkesi doyuracak kadar çok yapması, mübarek ağzından suya tükürmesi ve suyun kullanılmaya yararlı hale gelecek kadar durmadan çoğalması, hayvanların onunla konuşması ve buna benzer sayısı bir hayli çok olan haberler rivayet ediliyor.”

İşte Hatib el-Bağdadi örneklerle bu rivayetlerin Lafzen Mütevatir konumunda olduğunu söylüyor, böyle isimlendiriyor. Fakat son dönem fakihlerinin çoğu kısmı buna “Manen Tevatür” demişlerdir.

3) Sünnetin Hüccet Oluşunun İcma Dayanağı

Kim Allah’ın evrensel kitabı üzerinde tefekkür eder, Rasûlünün (aleyhisselâm) hidayet yolu, ashabın ve onlara güzellikle tabi olmuş İslâm’ın mezhep imamlarının, fakihlerinin, müfessirlerinin, tarihçilerinin takip edegeldikleri dosdoğru yolu derinden incelerse sünneti hüccet olarak itibara almayanların şüphesiz Allahu Teâlâ’nın: “Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu gittiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisa, 115)ayetindeki tehdidin muhatapları olduklarını görecektir.

Tevatür yoluyla nakledilen, kesinlik içeren bir şey de şudur ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra ashâb-ı kiram efendilerimiz önderlik yaptıkları topluluklara peygamberin sünneti ve hidayet rehberiyle hüküm veriyorlardı. Hadler konusunda, evlilik ve nikâhla ilgili konularda, miras, alışveriş ve benzeri ahkâm içerikli konularda, ister Kur’an ayetinde zikri geçsin veya geçmesin ibadetler ve muamelat konularındaki hükmü peygamberin sünnetine ve gitmiş olduğu dosdoğru yola dayanarak verirlerdi. Bu konuda hiçbir sahâbe diğer sahabenin yapmış olduğunu inkâr etmezdi, bilakis birbirlerini ikrar eder, bu yolda malları, canları, ırzları pahasına yardımlaşma içinde olurlardı. Bu konunun aslının ve kaynağının nereden geldiğini soranlara da direk Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den geldiğini söylerlerdi ve o soruyu soran da bu sünnete tabi olur, bundan hoşnut olur ve bununla ikna olurdu. Soru soran kişi de nakilcinin vehme kapılma olasılığı ihtimaliyle kuşku ettiğinde ondan bu konuda araştırmasını ve tespit etmesini talep ederdi. Böyle bir şey gerçekleştikten sonra da bunu ikrar eder ve buna rıza gösterirlerdi. Bununla beraber aynı zamanda Allah’ın Kitabında ve Rasûlünün sünnetinde geçmeyen dini konular hakkında asılsız konuşan insanlar da vardı.

Nakledilen haberlere vakıf olan hiç kimsenin zerre kadar kuşkusu olmamalıdır ki bu konu, önceki kuşaklardan günümüze kadar manevi mütevatir olarak aktarılarak gelmiştir. Aynı şekilde uyguladıkları hukuk sistemlerinde, ticari ilişkilerinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden ve hidayet yolundan ilham alarak korunmuş olan asıl da budur. Kim Müsned kitapları sayılan Abdürrezzak’ın “Musannef’i”, İbn-i Ebi Şeybe’nin “Musannef’i” gibi kitaplarda toplanmış sahabe uygulamalarını, sahabenin tatbik ettiği hukuk sistemlerini, fetvalarını incelerse bu konuyu kanıtlayacak esaslarla sahih olan yüzlerce haberle karşılaşacaktır. Bu onların yolu ve uygulama yöntemleridir.

İbn-i Hazm şöyle demiştir: “Tüm Müslümanlar sika olan bir ravi yoluyla Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edilen Haberi Vahidin kabul edilmesi hususunda görüş birliği içindedirler. Bu Ehli sünnet, Hariciler, Şia, Kaderiye gibi her fırkanın kendine göre uygulayageldiği bir metottur. Bu konuda Mutezileden olan kelamcılar hicri yüzlü yıllardan sonra konuşmaya başlamışlardır. Böylece onlar uygulana gelen bir icmaya muhalefet etmiş ve karşı çıkmış oldular.”

Mâliki âlimlerinden İbn-i Abdilberr el-Kurtubi rahmetullahi aleyh “Temhid” isimli ünlü kitabının mukaddimesinde şöyle demektedir: “Tanımış ve bilmiş olduğum, İslâm ülkelerinin tamamından olan fakihler ve hadisçilerden oluşan ilim ehlinin hepsi, eğer sabit olduğu kesin ve onun hükmünü yürürlükten kaldıracak herhangi bir başka rivayet ve icma’ söz konusu değilse adalet şartlarını kendinde barındıran haberi vahidin kabulü ve onunla amel etmenin gerekliliği noktasında icma’ (ittifak) etmişlerdir. Bu sahabe neslinden günümüze kadar her memlekette tüm fakihlerin uygulayageldikleri bir şeydir. Buna Hariciler ve kendileri gibi Ehli Bidat fırkaları dışında kimse muhalif olmamıştır. Bu azınlık içeren küçük grupların muhalefeti ise icma’yı bozacak bir ihtilaf sayılmaz.” Bu, Mütevatire ilaveten haberi vahidin de hüccet olması konusundaki icmadır.

İbn-i Kayyım rahmetullahi aleyh: “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve Rasûlü’ne havale edin.” (Nisa, 59)ayet-i kerimesi konusunda şunları söylemektedir: “Anlaşmazlığa düşülen konunun Allah’a arz edilmesinin gerekliliğini söyleyen âlimler burada kastedilen şeyin Allah’ın Kitabı olduğu ve Rasûlüne (aleyhisselâm) arz etmenin de hayatta iken direkt Rasûlün kendisine, vefatından sonra ise Rasûlün sünnetine arz etmek olduğu hususunda icma’ etmişlerdir.”

Yemenli ünlü âlim İmam Ali eş-Şevkânî rahmetullahi aleyh İslâm Hukuku Metodolojisinde kaleme aldığı “İrşâdu’l-Fuhul” isimli kitabında konuyla alakalı şunları söylemektedir: “Tertemiz olan sünnetin hüccet kabul edilmesinin kesinliği ve hükümler konusunda müstakil teşri kaynağı olması dini zaruretlerdendir. Buna yalnız İslam’dan nasibi olmayanlar muhalefet ederler.”

Buraya kadar aktarmış olduğumuz icma nakillerine dikkat edersek, İslâm âlimlerinin nazarında sünnetin hüccet olarak kabul görmesinin tam berraklığıyla açık bir mesele olduğunun farkına varırız. Bu onlara göre kesin bir konudur, muteber olan bir ihtilaf konusu değildir. İşte bu ilim ehlinin metodudur, onların dosdoğru hidayet yoludur.

Selâm hidayete tabi olanların üzerine olsun.