İslam Devletinin Sergilediği Adâlet Anlayışı

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2024 Mart / 136. Sayı

Adâlet: Hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek manalarına gelir.[1]

Kavram olarak ise: İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye “adâlet” denir.

Kur’an’ın en temel kavramlarından biri de adâlet kavramıdır. Nitekim adâlet anlamına gelen Arapça “Adl” sözcüğü türevleriyle birlikte Kur’an’da 30’dan fazla yerde geçmektedir. Aynı şekilde denge ve orta yolu izleme anlamına gelen itidal sözü de “adl” sözünden türemedir.

Adâlet aslında kısaca: Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir. İmam Şafii rahimehullah da bu görüştedir.[2] Adâletsizlik ise: Yerli yerince hareket etmemek olup, Allah’ın emrinin zıddına bir davranış göstermektir ki bunun adı zulüm, haksızlık ve haddi aşma durumlarıdır.

İçerisinde adâletin tesis edildiği beldelere de “Daru’l Adl” (Adâlet Yurdu) terimi kullanılır. İslam alimlerinden Hanefi Fukahası da Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilen, mü’minlerin bey’atla gayrimüslimlerin “zimmet akdi” ile güvenliğe kavuştukları beldelere “Dâru’l-İslâm” dedikleri gibi, “Dâru’l-Adl” (Adâlet Yurdu) da demişlerdir.[3]

Yüce Rabbimiz Kur’an’da, pek ehemmiyetli olan adâlet kavramına yine şu ayette olduğu gibi vurgu yapmıştır: “Ey iman edenler, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adâletten saptırmasın. Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide, 8)

İslam’da hangi vasıflara sahip kimselerin yönetici yapılacağı‚ “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) ayetiyle ortaya konulmuştur. Toplumu yönetme bir emanet olarak görülmüş ve bunun liyakat sahiplerine verilmesi istenmiştir.

Rasûlullah aleyhisselam efendimiz de Kıyamet gününde Allahu Teâlâ’nın, yedi sınıf insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracağı ile ilgili hadisinde, ilk olarak “Adil imam” ile başlayarak adâletinin ehemmiyetine dikkat çekmiştir. “Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teâlâ, yedi insanı, Arş’ının gölgesinde barındıracaktır: “ Âdil devlet başkanı, Rabbına kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç, Kalbi mescidlere bağlı müslüman, Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan, Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine “Ben Allah’tan korkarım” diye yaklaşmayan yiğit, Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse, Tenhâda Allah’ı anıp göz yaşı döken kişi.”[4]

Başka bir hadiste de yine şöyle buyurmaktadır: “Kıyâmet gününde insanların Allah’u Teâlâ’ya en sevgili olanı ve Allah’a en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır.”[5]

“Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah’ın lütfuna ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir.”[6]

“Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adîl davrananlar, Allah katında nurdan   minberler üzerinde olacaklardır.”[7]

İbni Teymiye, “İnsanların yönetilmesi dinin en büyük önem atfettiği işler arasındadır. Öyle ki bu olmadan dinin ayakta kalması zordur. Çünkü insanların maslahatlarının gerçekleşmesi ancak bir araya gelmeleri ile mümkündür. Bunun için de onları yönetecek bir baş icap eder,” demektedir.[8] Dolayısıyla bu da ancak âdil olan bir yönetici ile mümkün olabilir.

Âdil yönetici: Yönetimindekileri adâlet sınırları içinde sevk ve idare eden, hak ve ödevlerini insaf ölçülerine uygun bir tarzda tatbik eden, kısacası; adâlet sıfatı ile nitelenmeyi hak eden kimsedir.

Bu hususta: “Allah’a, Rasûlüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz.” (Nisâ, 59) ayeti, imametin hakikatine delâlet eder. Binaen aleyh insanların aralarında Allah’ın hükümlerini uygulayacak, Allah Rasûlünün getirmiş olduğu şeriat ahkâmına göre onları yönetecek adâletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün Sünni hatta Şii uleması ittifak halindedir.”[9]

“Üç kişi yola çıkacak olursa, birisini başkan tayin etsinler”[10] hadisi, çoğulun en azı olan üç kişilik bir cemaatte bile başkanın zorunluluğunu belirtmektedir.

İslam alimlerinin çoğu, Allah için toplumu ayakta tutacak, halka yön verecek, suç işleyenleri cezalandıracak, zekâtları toplayacak, ülkeyi düşman istilasına karşı koruyacak bir devlet yapısının ve başında bir imamın bulunmasının zorunluluğu konusunda görüş birliğindedir. Çünkü İslam Ümmetinin menfaatlarının korunması, kul haklarının ifası, bazı Allah haklarının edası ancak bu şekilde mümkün olabilir.[11]

Âdil yönetici nazarında, bütün vatandaşlar; renk, soy-sop, dil, memleket ve ülke farkı olmaksızın, hukuk bakımından birbirine eşittir. Herhangi bir ferdin, bir zümrenin, bir sınıfın; herhangi bir soyun veya hanedanın, her ne suretle olursa olsun, hiçbir şekilde imtiyazı yoktur. Kişisel özellikleri ve nitelikleri bakımından da bir kimse, hukuk karşısında, başkasından alt veya üst durumunda olamaz.

İslâm’da adâleti gerçekleştirmek için çeşitli müesseseler kurulmuştur. Rasûlullah aleyhisselam, davalara bizzat kendisi bakmıştır. Mahzum oğulları kabilesinden hırsızlık eden kadına ceza verilmemesi için, Kureyşliler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e Üsâme b. Zeyd’i aracı olarak gönderirler. Üsâme, durumu dile getirince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ın hadlerinden (ceza) birisinin terkedilmesine aracı mı oluyorsun? Sizden öncekilerin helâk olmalarının sebebi, aralarından kuvvetli kimseler çaldıklarında, onlara ceza uygulamamaları, zayıf biri çaldığında ise ona hemen haddi uygulamalarıydı. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fâtıma çalmış olsaydı elini keserdim,” buyurdu.[12]

Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir toplantıda: “Ey insanlar! Sizlerin benim üzerimde haklarınız olabilir. Eğer ben bir kimsenin sırtına kırbaçla vurdumsa, gelsin benim sırtıma kısas yapsın. Eğer ben bir kimsenin itibarını kıracak bir hakarette bulundumsa işte benim itibarım, intikamını alsın. Eğer ben bir kimsenin malını aldımsa, işte benim malım, gelsin, alsın. Bu suretle ben Rabbimin huzuruna müsterih olarak çıkarım.” Bir adam kalktı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisinden bir miktar ödünç para aldığını söyledi. Bunun üzerine derhal bu para kendisine verildi.[13]

Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde‚ ulul-emre itaatin şartlarını “Kur’an ve Sünnet’e uymaya bağlamış: “Ben halifeniz olarak, uygulamalarımda Allah ve Rasûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin. Şâyet Allah ve Rasûlüne isyan edersem bana itaat edin, deme hakkım yoktur” demişti. Bunun üzerine orada hazır bulunan topluluktan birisi kalkarak ve şöyle dedi: “Ey Ebu Bekir! Bilesin ki, en ufak bir eğriliğini görürsek seni şu kılıçlarımızla doğrulturuz.”

Görüldüğü üzere Ulu’l-Emre itaat, körü körüne olmadığı gibi üzerindeki emanetin şartlarını zayi etmesi halinde caiz de değildir. Çünkü‚ “Zalimlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; aksi takdirde Cehennemin dehşetli azabı size dokunur.” (Hûd, 113) mealindeki âyet de bunu anlatmaktadır.[14]

Hz. Ömer radıyallahu anh zamanında ise İslâm toprakları oldukça genişlediğinden yönetim hususunda bazı sahâbeler kaza işleriyle görevlendirilmişlerdi. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Şam valisi olan ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in arkadaşlarından olan Sad b. Ebi Vakkas radıyallahu anh Şam’daki bir camiyi genişletmek ister. Bu nedenle de caminin civarındaki arsaları kamulaştırır. Herkes arsasının bedelini alır ve isteyerek arsasını camiye devreder. Ancak Şam’da yaşayan bir Yahudi, camiye bitişik olan arsasını satmak istemez. Vali arsasının değerini fazlasıyla verse de Yahudi vatandaş arsasının kamulaştırılmasına rıza göstermez. Bunun üzerine vali arsaya el koyar ve bedelini adama gönderir.

Arsasını kaybeden Yahudi, komşusu olan bir Müslüman’a derdini anlatır. Sızlanır. Bana zulmedildi, der. Müslüman vatandaş da kendisine, Medine’ye git. Orada halife Hz. Ömer radıyallahu anh vardır. Derdini anlat. Ömer, son derece adildir, elbette seni dinler, der. Şamlı Yahudi Medine’nin yolunu tutar. Yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşır. Halifeyi sorar. Vatandaşlar bir hurma ağacının gölgesinde dinlenen halifeyi gösterirler. İşte halife bu zattır, derler. Adam Hz. Ömer radıyallahu anh’in yanına gider. Selam verip yanına oturur. Derdini anlatır. Hz. Ömer radıyallahu anh adamı dinler. Sonra bulduğu bir deri veya kemik parçasının üzerine şu cümleyi yazar: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.” Kısa ve özlü bir cümle.

Yahudi bu yazıyı alıp ayrılır. Ama yolda giderken de kendi kendine şöyle konuşur: “Şam’daki idarecilerin giyim, kuşam ve oturdukları yerdeki ihtişam ve debdebe nerede, Medine’deki halifede bulunan tevazu nerede. Şam’dakiler şu mütevazı halifeyi ciddiye alırlar mı? Hiç sanmıyorum.” Kendi kendine böyle konuşur, sonunda Şam’a varır. Doğrusu valiye gitmek de istemez. Çünkü sonuç alamayacağı kanaatindedir. Bununla beraber, mademki yorulup da oralara kadar gittim, bari halifenin şu yazdığı cümleyi valiye vereyim, der. Valinin huzuruna çıkar ve deri parçasını uzatır.

“Medine’deki halifenin size mesajıdır,” der. Vali bu cümleyi okuyunca, sapsarı kesilir. Uzun müddet başını yerden kaldıramaz. Sonra endişe içinde, başını kaldırıp şöyle der; “Arsanız size geri verilmiştir.”

Yahudi vatandaş hayret eder. Şaşırır. Bir tek cümlenin valiyi bu kadar sarsacağını hiç tahmin edememiştir. Merak ve dehşet içinde sorar: “Lütfen bana bu cümlenin neden sizi bu kadar dehşete düşürdüğünü anlatır mısınız,” der.

Şam valisi Hz. Sad radıyallahu anh, “Bak, der, sana bu cümlenin hikayesini anlatayım. O zaman benim neden bu kadar ürperdiğimi anlarsın: “İslam’dan önce ben ve bugün halife olan Ömer, İran taraflarına ticaret için gittik. Yanımıza 200 deve almıştık. İran’a vardık. Orada cirit oynayan gençleri seyrederken, birileri zorla elimizdeki develere el koydular. Çok kalabalık bir çete grubuydu, bir şey yapamadık. Elimizde para da kalmamıştı. Üzgün bir şekilde, geceleyeceğimiz eski bir han bulduk. Hanın sahibine de sıkıntımızı anlattık. Adam iyi biriydi. Bize yardım etti. Sonra da; “Gidip krala durumunuzu anlatın, o adil bir adamdır, mutlaka size yardım eder,” dedi. Biz de sabahleyin kralın huzuruna çıkıp durumu anlattık. Şikayetimizi bir mütercim krala tercüme etti. Kral Nuşirevan dikkatle dinledikten sonra her birimize birer kese altın verdi ve olayı inceleteceğini söyledi. Bize de: “Memleketinize dönün,” dedi.

Biz tekrar Han’a döndük. Ama doğrusu sonuçtan çok da memnun olmamıştık. Hancı sonucu öğrenince son derece üzüldü ve burada bir hata var, dedi. Gelin beraberce gidelim, ben size tercümanlık yapayım, teklifinde bulundu. Biz de gittik. Huzura çıktık. Hancı durumu Nuşirevan’a anlattı. Develerimize el koyan kişilerin kıyafetini, halini, olayın geçtiği yeri anlattı. Dikkat ettik, Nuşirevan’ın yüzü sapsarı kesildi. Bir gün önceki mütercimi çağırttı. Ona sorular sordu. Sonra ayağa kalktı, her birimize ikişer kese altın verdi, “Akşama kadar develeriniz gelecek, develeri alın ve sabahleyin burayı terk edin,” dedi. “Ama giderken biriniz doğu kapısından, diğeriniz de batı kapısından çıkın,” talimatını verdi. Bizler de bir şey anlamadan huzurundan çıktık.

Akşamleyin 200 devemiz kapıya geldi. Durumu anlamak için hancıya sorduk. “Neler oluyor” dedik. Hancı şöyle dedi: “Sizin develerinize el koyan kişi Nuşirevan’ın büyük oğlu ile veziridir. Bunlar bir çete kurmuşlar. Garibanların mallarına el koyuyorlar. Siz ilk gittiğinizde, mütercim bunu anlamış. Ama sizin sözlerinizi Nuşirevan’a yanlış tercüme etmiş. Böylece kralın oğlunu ve veziri korumuş. Ben sizinle gidip durumu anlatınca Nuşirevan bu oyunu anladı. Ama neden ayrı kapılardan gidin, dedi, ben de anlayamadım. Hele yarın olsun anlarız,” dedi. Hz. Sad radıyallahu anh, anlatmaya devam ediyor: Ertesi gün ben doğu kapısından çıktım. Kapının çıkışında iki kişinin darağacına asılı olduğunu gördüm.

Halk toplanmış seyrediyordu. Sordum, “Kim bunlar ve suçları ne,” diye. Dediler ki, “Bunlardan biri Nuşirevan’ın büyük oğlu diğeri de veziridir. Bunlar, buraya gelen iki Arap’ı soymuşlar. Ceza olarak Nuşirevan ikisini de asarak idam etmiştir.” Nuşirevan kendi öz oğlunu idam etmişti. Ömer radıyallahu anh’in çıktığı kapıda ise bizim şikayetlerimizi yanlış tercüme ederek, kralın oğlunu korumaya çalışan kişinin asılı olduğunu gördük.

İşte Hz. Ömer radıyallahu anh senin eline verdiği deri parçasının üzerine “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim” sözüyle bana bunu hatırlatıyor. “Halkına zulmedersen seni darağacına çekerim” diyor.

Senin gözyaşlarına bakmam, tıpkı Nuşirevan’ın öz oğlunun gözyaşına bakmadığı gibi. Şimdi anladın mı neden benim benzim sarardı?

Bu hadiseyi bire bir yaşayan Yahudi hem arsasını hibe etti ve hem de İslâm’a girdi.

Yine bir gece Hz. Ömer radıyallahu anh’ın Medine sokaklarını dolaşırken yaşlı kadınla olan diyaloğu da onun adâletin en zirve örneklerinden biri olarak İslam tarihi sayfalarındaki yerini almıştır.

Halife Hz. Ömer radıyallahu anh, karanlık bir gecede, Hz. Abbas radıyallahu anh ile birlikte şehrin sokaklarını kolaçan etmektedir. Yolları, şehrin dışında bir çadıra rast gelir. Çadırdan ağlama ve feryat sesleri yükselmektedir. Hz. Ömer radıyallahu anh selâm vererek içeri girer.

Çadırda torunlarıyla birlikte açlık ve sefalet içinde ihtiyar bir kadın yaşamaktadır. Çocuklar iki gündür bir şey yemedikleri için ağlaşmaktadırlar. İhtiyar kadın ise bir köşede, içinde taşlar olan bir tencereyi karıştırmaktadır. Ellerinde yiyecek bir şey yoktur. Kadın sadece, açlıktan ağlayan torunlarını oyalayıp avutmaya çalışmaktadır. Gelenlerin kim olduğunu bilmeyen kadın, çocukların niye ağladığı sorulunca, çektiği sıkıntı ve sefaletten dolayı halifeye beddualar yağdırır. Kendisinin gidip durumunun zorluğunu bildirmez ise, halifenin bundan haberdar olamayacağı mazeretini de kabul etmez. Çünkü ona göre halife, himayesindeki insanların durumları hakkında bilgi sahibi olmalıdır. Onların eksiklerini bilip ihtiyaçlarını karşılamalıdır.

Bu sözlerden Hz. Ömer radıyallahu anh çok üzülür. Sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu bir kere daha anlar. İhtiyar kadına biraz beklemesini söyleyip, Hz. Abbas radıyallahu anh ile birlikte hemen hazineye giderler. Halife, bir çuval unu sırtlanır. Biraz da yağ alırlar. Hz. Ömer radıyallahu anh sırtında taşıdığı çuvalla kan ter içinde, yeniden kadının çadırına gelir. Hemen ateş yakıp yemek pişirir. Kendi elleriyle aç çocukları doyurur. Kadına da ertesi gün halifeye gitmesini söyler.

İhtiyar kadın ertesi gün gidince, halifenin dün gece çadıra gelen adam olduğunu öğrenir. Kadına geçinebilmesi için maaş bağlanır. Hz. Ömer radıyallahu anh kadından kendisini bağışlamasını diler. Bunun üzerine ihtiyar kadın onu affeder ve gülümseyerek ekler: “İşte adâletini böyle göster Ey Ömer!”

Hz. Ali radıyallahu anh’ın da adâlete verdiği önem de yine tarih sayfalarındaki yerini almıştır.

“Hz. Ali radıyallahu anh, Sıffîn Savaşı’na giderken yolda zırhını kaybetmişti. Harp bitip Kûfe’ye döndüğünde, zırhını bir Yahudi’nin elinde gördü. Yahudi’ye şöyle dedi: “Bu benim zırhımdır. Onu ne birine sattım ne de hediye ettim.” Yahudi: “Bu benim zırhımdır ve benim elimdedir,” dedi. Hz. Ali radıyallahu anh, isteseydi zırhı ondan hemen alabilirdi. Fakat kesin olarak kendisi haklı da olsa, meselenin hâkim önünde halledilmesini teklif etti: “O hâlde hâkime gidelim,” dedi. Birlikte hâkime gittiler. Hâkim, adaletiyle tanınan Kâdı Şureyh idi. Hz. Ali radıyallahu anh, huzura girdiğinde, hâkimin yanı başına geçip oturdu ve bu hareketinin sebebi olarak da: “Şayet hasmım Yahudi olmasaydı elbette onunla aynı yerde otururdum. Fakat ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den, “Allah’ın onları küçülttüğü yerde siz de onları küçültün!” buyurduğunu işittim,” dedi.

Kâdı Şureyh, Hz. Ali radıyallahu anh’e: “Ey müminlerin emîri! Aranızdaki mesele nedir?” dedi. Hz. Ali radıyallahu anh: “Şu Yahudi’nin elindeki zırh benim zırhımdır. Ben onu ne birine sattım ne de hediye ettim,” dedi. Meseleyi anlayan kâdı, Hz. Ali radıyallahu anh’e: “Bu iddianı ispat edecek delilin var mı?” diye sordu. Hz. Ali radıyallahu anh: “Evet, var; hizmetçim Kanber ve oğlum Hasan, bu zırhın benim olduğuna iki şahittir,” dedi. Kâdı Şureyh: “Oğulun baba için şehadeti caiz değildir,” dedi. Hz. Ali radıyallahu anh: “Cennet ehli birinin şehadeti nasıl kabul olmaz? Ben Rasûlullah’ın, “Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir,” buyurduğunu işittim,” dedi.

Neticede Şureyh, delil yetersizliğinden davayı Yahudi’nin lehine neticelendirdi. Bu büyük adalet karşısında Yahudi daha fazla dayanamadı ve şöyle demekten kendini alamadı: “Müminlerin emîri, beni hâkime götürdü, kendi tayin ettiği hâkim de kendi aleyhinde hüküm verdi. Ben şehadet ederim ki, bu din haktır. Ve yine ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed de onun Rasûl’üdür. Bu zırh senindir. Devenden düşmüştü, ben de almıştım.” Hz. Ali, bu neticeye çok sevindi: “Mademki Müslüman oldun, ben de zırhı sana hediye ediyorum,” dedi.[15]

Atalarımız işte bu adaleti tesis ederek İslam’ın üstünlüğünü yüzlerce yıl ikame ettirebilmişler, seleflerinin izinden giderek tüm cihana adâlet timsali olmuşlardır. Yine bu muhteşem adâlet örneklerine misal olması kabilinden Fatih Sultan Mehmet Han rahimehullah’ın kıssası da bizler için önemli örneklerden bir tanesidir.

Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra yapı çalışmalarına hızlıca başlamıştı. Yaptırmakta olduğu bir medresenin işçileri ise mimarın malzemeden çaldığı şikayetiyle saraya geldiler. Bunu duyan Fatih Sultan Mehmet, hemen medrese inşaatına gitti. Bu işlerden az çok anladığı için hızlıca durum tespitini yaptı. Ardından o an oracıkta kılıcını çekip Yahudi mimarın elini kesti.

Mimar, kesik eliyle umutsuz bir şekilde yapabileceği tek şeyi yapıp İstanbul kâdısının yolunu tuttu. Kâdı, Fatih’in yakın bir dostu ve bizzat kendisinin İstanbul kadılığına atadığı Hızır Efendi’ydi. Mimar, Fatih’in kendisine haksızlık ettiği düşüncesiyle padişaha dava açtı. Hızır Efendi, normalde Fatih’in devlet geleneğindeki hitap şekli “es-Sultan İbnü’s-Sultan el-Gâzî Ebu’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî” olması gerekirken, “Murad oğlu Mehmed” şeklinde bir celp göndererek padişahı mahkemeye çağırdı.

Kayser-i Rûm, (İstanbul’un Fatihi Sultan Mehmet Han) kâdının önünde bağdaş kurup oturacaktı. Ancak kâdı, ona davalı olduğunu hatırlattı ve ayakta durması gerektiğini söyledi. Yahudi Mimar şaşkındı. Nihayetinde İstanbul’u yeni fetheden bu genç padişahın, bir kadı karşısında emir dinleyip ayakta dikilmesi kendisine normal gelmemişti. Ama mahkeme henüz yeni başlamıştı. Kâdı, İstanbul’un fatihine sordu: “Bu adamın elini sen mi kestin?”, “Evet” dedi hazret. “Peki” dedi kâdı, “bu cezayı yargısız mı infaz ettin?” Başına geleceği anlayan padişah boynu bükük “Evet” dedi yine. “O zaman” dedi kâdı, “bunun cezası kısastır” ve kararı gerekçelendirdiği ayeti okudu. Adâlet karşısında boynu kıldan ince olan genç padişah, hüküm kendisine okunduktan sonra kolunu sıyırdı. Mimarın önündeki kürsüye koydu ve kolunun kesilmesini bekledi. Mimar, karşılaştığı bu adâlet karşısında şaşkındı. Daha önce böyle bir adâlet görmemişti. Oracıkta Müslüman oldu. Ve ayrıca padişahın elini kesmek istemediği için padişahın diyet ödemesine karar verdi.

Fatih, mahkeme bitip herkes gittikten sonra kâdıya döndü. Kılıcını bu sefer kâdıya çekti ve dedi ki: “Hızır Çelebi, eğer ‘bu padişahtır’ diye yanlış bir hüküm verseydin, bu kılıçla kelleni alacaktım.” Bunun üzerine kâdı, kürsüsünün altından bir gürz çıkararak şöyle cevap verdi: “Siz de ‘ben padişahım’ diyerek hükmü tanımasaydınız, bu gürz ile başınızı ezecektim.”

İslam, kendisinin getirdiği sosyal ve ahlakî özellikleri olan adâletli bir yönetimi savunur ve yönetimde adâlete ibadet kadar önem verir. Âdil olmayan bir yönetim ve tutum, İslam’a uygun değildir. Çünkü Allah her şeyden evvel, bir şeye hüküm verildiği zaman adâletle hükmedilmesini ister. Adâlet, hukuk devletinin temelidir. O itibarla Allah azze ve celle, insanların adâlete uygun davranmasını isteyerek toplumsal meselelerde adâleti temel esas olarak belirlemiştir.

“Şüphesiz ki Allah adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp ders almanız için size böyle öğüt verir.” (Nahl, 90)

İlahî hukukun ön gördüğü İlke, kural ve hükümlere riâyet etmek, hukuki bir yönetimin tecellisinin mümkün olan tek yolu ve teminatıdır. Toplumda güvene dayalı sosyal hayatın temini, haksızlıkların ortadan kaldırıldığı bir sistem olan adâlet anlayışı ile gerçekleşecektir.

Uygulamada adâletin bozulmaması için gerekli olan iki husus vardır:

1- İmana Dayalı Ahlak

2- Cemiyetin, Emanet ve Sorumluluk Duygusu İçinde Gerçekleştireceği Denetim.[16]

İslam’a göre yöneticiyi âdil bir yönetimden saptıran ana faktör, kendi istek ve tutkularını ön plana geçirerek Allah’ın gösterdiği şekilde hareket etmeyi ihmal etmesidir. Kur’an’a göre insan, kendi aleyhine de olsa adâletten ayrılmamalıdır. Müslüman devlet adamları adâleti emreden Kur’an’ı kendilerine rehber edinmişler ve yönetimleri altındaki farklı dinlere mensup insanlara karşı bile âdil olmuşlardır.

“Ey iman edenler adâleti ayakta tutarak Allah için şahitlik edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adâletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Adâleti yerine getirebilmek için hevâ ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 135)

İslam, bütün insanlığa gönderilmiş yegâne dindir. O itibarla İslam uygulamaları ile de evrenseldir. İslam’a göre insan, yeryüzünde Allah’ın halifesi ve yaratılmışlar içinde en üstün ve en güzel suret ve sirette yaratılmış bir varlıktır.

“Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin, 4)

İşte bu halifelik vasfı, hem yeryüzünde -Allah adına- birtakım işler yapmak ve hem de kendini ve çevresini idare etme kabiliyetine sahip olmak demektir. Bu sorumluluğu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle beyan buyurmuşlardır: “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”[17]

Bu sebeple Kur’an ve sünnette yer alan bütün ilke ve kurallar, insanın bu değerlerini koruması ve neticede her iki dünya mutluluğuna kavuşması içindir. İslamiyet, yeni bir toplum inşa etmiştir. İlkelerini ilahi kaynaktan alan Müslümanlar, İslam’a olan bağlılıkları sayesinde yüzyıllarca ayakta kalabilmişler, İslami ilkelerden saptıklarında ise fesada uğrayarak yok olup gitmişler, tarih sahnesinden silinmişlerdir.

İslam’ın önem verdiği adâlet ilkelerinden birisi de emanete riâyet etmesidir. İslam’da emanet, her halükârda titizlikle korunması gereken maddî veya manevî değerler manzumesidir. Emanetler, ehline verilir ve o da onları canı pahasına korur. Devletin hizmet makamları da emanettir, dolayısıyla asla ihanet edilemez.

Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke’yi fethedince, çeşitli kabilelerde bulunan vazifeleri yeniden düzenleyerek Kâbe’nin anahtarlarını Abduddar oğullarından almıştı. Amcası Abbas, bu hizmetin kendisine verilmesini talep edince: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) ayeti geldi. Bunun üzerine Kabe’nin anahtarları yine Abduddar oğullarından olan Osman b. Talha’ya teslim edildi.[18]

İslam, insanlık tarihinde en mükemmel ve son yegâne din olduğu için devlet ve yönetim anlayışında da aynı mükemmelliği öngörerek her hususta adâletin, en ücra yerlerde bile ikame edilmesi gerektiğini bildirmiştir. Nitekim Hz. Ömer bu hususu şu sözleri ile dile getirmiştir:

“Fırat ve Dicle nehirleri kenarında bir oğlak kaybolsa, korkarım ki Allah, onu Ömer’den sorar.”

Ancak şunu da bilmek son derece önemlidir. İslami Yönetim müslümanlar için hiçbir zaman amaç olmamalı bilakis Allah’ın rızasının tesisi için araç konumunda olmalıdır. İslam devletinin nihai gayesi “İ’lâ-i Kelimetillah” yani Allah’ın isminin yeryüzünde yüce olmasıdır.

Nitekim Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye yaptığı nasihatlerindeki: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü bu gerçeği en açık şekilde ifade etmektedir.

Fetih Yaptığı Yerlere Taşıdığı Adalet Örnekliği

İslam’da hiçbir sebep, bir hakkın ihlalini mazur gösteremez. İslam, halkın temel hak ve hürriyetlerini koruyup her ne sebeple olursa olsun zulme asla rıza göstermez.

İslam Devlet’inin gayri müslim vatandaşlarına sağladığı can, mal, ticaret, ırz-namus, kendi dinlerine göre inanç ve ibadet güvenliğine karşılık onların da üzerlerine yapmaları gereken bazı vazifeler vardır: Zimmîler, cizye verir; İslâm aleyhine propaganda yapamaz, “Müslümanlara karşı eyleme geçemez”, kendi dinlerinde yasak olan fiilleri yaptıklarında ise İslâm hükümlerinin kendilerine uygulanmasını kabul ederler.[19]

İslam, Müslümanların birbirlerine karşı kardeşlikle kenetlenip merhametli ve mütevazi olmalarını isterken gayri Müslimlere kendi yönetimine ram olmasına karşılık‚ illa Müslüman olacaksın dememiş, onlara müsamaha göstererek tam manasıyla‚ Din ve vicdan hürriyeti getirmiştir.

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 256)

“Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehy ederler. İşlerin sonu Allah’a varır. (Hac, 41)

Kendi hevâ ve heveslerine göre ahkam icad edenlerin yönetimi, ekseri ahvalde zalimane bir idare; kamunun hukukuna ters siyasettir ki, şeriat bunu haram kılmıştır” diyen İbn Abidin, meselenin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. “Dolayısıyla tâgûtî güçlerin tesiri altındaki her türlü siyaset, siyaset-i zâlime (zalimce bir uygulama) hükmündedir. (O itibarla Hz. Âdem ile başlayan bütün Peygamberlerin‚ tevhid mücadelesi siyaset üzerine kurulmuştur. Binaen aleyh inananlar, kendi istek ve arzularını bırakıp, İslâmî hükümlere kayıtsız-şartsız teslim olmaları gerekir ki işte bu kat’i teslimiyet, siyasettir.[20]

Müslümanlar fethettikleri beldelerden aldıkları cizyeyi oranın ahalisini koruyup himaye etmek maksadıyla almışlar, bu sorumlulukları yerine getiremeyecekleri zaman ise aldıkları cizyeleri sahiplerine geri iade etmişlerdir. İşte bu husus Müslümanların maksadının ne kadar kutsal bir vazifeyi ifa etmek maksadıyla olduğunu, dünyevi hiçbir maksat ve gayenin güdülmediğini göstermektedir. Kadisiye savaşı öncesinde iki taraf arasında yapılan görüşmelerde müslümanların ortaya koydukları tavır ve söyledikleri sözler, İslâm fetihlerinin etik temellerini açıklaması bakımından büyük önem taşımaktadır. Daha sonraki fetih hareketleri için slogan haline getirilen, “Biz insanları kula kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmek için geldik” cümlesi Kadisiye’nin armağanıdır.

Dünyada bundan başka bir ordunun fethettiği yeri zulmetmeden ve ahalisine korunmaları karşılığında almış oldukları bedeli bu vazifeyi ifa edemeyecek bir duruma geldiklerinde geri veren bir başka ordu var mıdır?  Yoksa bugün Siyonist İsrail’in yaptığı gibi hiçbir anlaşmaya, hak ve hukuka riâyet etmeyen, çalan, çırpan, öldüren, işkence eden, yakan, yıkan, gayri insani ve gayri İslami muamelelerle masum sivilleri, bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden hatta hayvanlara varıncaya kadar büyük bir kinle katleden insanlıktan nasibini alamamış nasipsiz ve lanetli Yahudilerin yaptığı bu tür zulümlerle İslami fetihlerin karşılaştırılması mümkün olabilir mi? Allah için yapılan bir amelle Şeytana yapılan hizmet hiçbir olabilir mi? Tabi ki asla bir olamaz. Ama ne yazık ki insanlık bu gerçeği anlamamak için çok zaman önceden beri Hakk’a ve hakikate gözlerini ve kulaklarını tıkamıştır.

İslam Ordularının bu tavrının tarihteki örneklerini şöylece belirtebiliriz.

634 yılında (H. 13), Humus’ta Roma İmparatoru Herakleius’un muazzam ordusuna karşı Ebû Ubeyde, Yezid b. Ebî Süfyan, Şurahbil, Amr b. el-Âs ve Halid b. Velid gibi kumandanların orduları birleşerek Ecnâdin’de savaştılar. Müslümanlar üç bin şehid vererek burayı fethettiler. Suriye’nin en mühim ticaret merkezi olan Şam’ı kuşattıklarında Ebû Ubeyde, Câbiye kapısından şehre saldırdı. Halid b. Velid, Şam’ın kendi tarafındaki bölümünü çarpışarak ele geçirirken, Ebû Ubeyde kendi bölgesini sulh ile ele geçirdi ve Hristiyanlarla yapılan sulh antlaşması bütün şehre şâmil kılındı. 635 yılında Fahl savaşı vuku buldu. Roma ordusu Müslümanların sayıca üç-dört misliydi. İki ordu çarpışmadan önce Romalıların özel elçisi Müslümanların karargahına gelip sulh şartlarını görüşmek istedi. Elçi, burada Ebû Ubeyde’yi komutan olarak büyük bir ihtişam içinde biri sanıyordu. Ancak her tarafta birbirine benzer insanlar ve diğer askerlerden farkı olmayan Ebû Ubeyde’yi görünce çok şaşırdı. Ebû Ubeyde, elçinin, Roma topraklarını terk ederlerse askerlerine altın verme teklifini reddetti. İki ordu çarpıştı ve Müslümanlar Romalıları yenilgiye uğrattılar. 635 yılında Suriye’nin tarihi şehri Humus fethedildi. Ebû Ubeyde birçok yerleri sulh ile ele geçirip Antakya’ya yönelmişken halife Hz. Ömer’in emriyle askerlerini durdurdu ve Humus’ta yerleşti. 636’da Herakleios Roma, İstanbul, el-Cezire, Ermenistan gibi Roma vilâyetlerinden gelen askerlerle büyük bir ordu topladı ve Suriye’ye hareket etti. Ebû Ubeyde Humus ve diğer fethedilen yerlerdeki kumandanlara mektup yazarak toplanan cizyelerin iâde edilmesini, geri çekileceklerini bildirdi.[21] Daha sonra Şam’a gitti ve dağınık İslâm ordularını toplamak amacıyla Yermük’te karargâh kurdu. Hz. Ömer’e süratle haber yolladı; Roma ordusunun âdeta yağarak üzerlerine geldiğini bildirdi ve âcil yardım göndermesini istedi. Yardım için vakit yoktu; Hz. Ömer radıyallahu anh cevabında, “Onları yeneceğinize inanıyoruz” diyordu.

Amr b. el-Âs da Ürdün’den Yermük’e gelince Müslümanların maneviyatları kuvvetlendi. Yermük’e çok yaklaşan Roma ordusundan bir elçi akşam namazı kılınırken geldiği zaman Ebû Ubeyde’ye sordu: “Hz. İsa için ne düşünürsünüz?” Ebu Ubeyde şu cevabi verdi: Allah buyurur ki: “Ey ehl-i kitap, dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih Allah’ın peygamberidir. Aynı zamanda Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın, “üçtür” demeyin, vazgeçin, bu hayrınızadır. Allah ancak bir tektir. Çocuğu olmaktan münezzehtir, göklerde uçanlar da yerde olanlar da O’nundur.” (Nisâ, 171)

Romalı elçi bu âyeti duyunca kelime-i şehâdet getirdi ve Müslümanlara katıldı. Yermük savaşında Müslümanlar inançlarıyla dev gibi Roma ordusunu korkunç bir yenilgiye uğrattı.

Herakleios artık bu yenilgiden sonra Antakya’yı terk etti ve İstanbul’a giderken meşhur “Elveda Suriye” sözünü söyledi.

Müslümanlar, bir yeri fethettiklerinde esirlerle tek tek konuşurlar, onlara İslâm’ı anlatırlardı. Ziyâd b. Cez ez-Zübeydî’nin anlattığı bir olayda Mısırlı Hristiyanlar, kendi dinlerinde kalmak ve Müslüman olmak konusunda serbest bırakılmışlar, İslâm’ı tercih eden biri olduğu zaman, fetih sırasındakinden daha gür bir tekbirle Müslüman askerler coşmakta, ancak cizye verip Hristiyan kalmak isteyen birini duyduklarında ise sanki Müslüman biri dinden dönmüş gibi üzülmekteydiler.[22]

Selman-ı Fârisî, bir savaş öncesinde Perslere “Durunuz, Rasûlullah’tan işittiğim gibi ilk önce sizi Allah’a ve Rasûlüne davet edeyim” demiş ve “Biz sizi İslâm’a davet ediyoruz. Eğer kabul ederseniz bize tanınan haklar size de tanınacak, bize yüklenen vazifeler size de yüklenecek. Eğer Müslüman olmayı kabul etmezseniz, zelil ve hakir olarak cizye vereceksiniz. Bunu da kabul etmezseniz size karşı savaşır ve sizi öldürürüz” mealinde Farsça şartları sıralamıştır. Persler de: “İslam’a davet meselesine gelince, Müslüman olmayız, cizyeye gelince, onu da vermeyiz. Savaşa gelince, biz de size karşı savaşırız.” diyerek cevap vermişlerdir. Selmân onları üç defa tekraren davet etmiş, kabul etmediklerini görünce ordusuna hücum emri vermişti.[23]

Müslümanların cizye önerisini kabul edenlerle, savaşıp yenildikten sonra anlaşma yapanların ödedikleri vergi miktarları farklı oluyordu. Savaşmayan, ordunun gelmesini de beklemeden Müslüman olanların durumu Ebû Yûsuf’a sorulmuştur. Kendisi aynı zamanda uygulamanın nasıl olduğunu da bize anlatır şekilde şu cevabı vermiştir: “Savaşmadan kendi topraklarında ve kendiliklerinden Müslüman olan harbîler hakkında hükmün ne olacağını soruyorsunuz. Şüphesiz ki onların kanları haramdır. Müslüman oldukları anda ellerinde bulunan mallar onlara aittir. Ellerindeki topraklar da kendilerinindir. Bu araziler tıpkı Medine arazileri gibi öşür arazisi olur. Taif ve Bahreyn de aynıdır. Araplardan sahrada yaşayan insanlar da aynı hükme tabiidir. Onlar Müslüman olduktan sonra arazilerinden çıkarılmazlar, o topraklara nesilden nesile varis olurlar, alıp satarlar. Keza halkı Müslüman olan bütün memleketler de aynı hükme tabiidir.”[24]

Teşvik amacıyla bazen bir grubun Müslüman olması sebebiyle, yaşadığı şehrin halkına ihsanda bulunulmuştur. Örneğin, Ülleysli iki kişi Müslüman olmuş, bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh cizyeyi tüm Ülleyslilerin üzerinden kaldırmıştır.[25]

Müslüman olmamış, cizye vermeye devam eden kişiler, ödedikleri cizye karşılığında Müslümanların himayesini kazanıyor, askere gitmiyor, suç işlemedikleri, hainlik yapmadıkları, olası isyanlara destek vermedikleri müddetçe kendi hayatlarını sürdürüyorlardı. Zimmîler, Müslümanların köleleri değildi. İstedikleri gibi onların üzerinde tasarruf hakkına sahip olunamazdı.

Selmân-ı Fârisî’ye zimmîlerle ilgili bize neler helaldir diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: “Yol tarif ederler, bilmediklerini sana öğretirler. Onlardan birisiyle arkadaşlık edersen yemeğini yersin. O da senin yemeğini yer. Bineğine binersin. O da senin bineğine biner. Ancak onun işlerine mâni olmazsın ve zararına sebebiyet vermezsin.”[26]

Burada verdiğimiz örnekler haricinde İslam Tarihi daha nice güzel ibretli örneklerle doludur. Yaşanan bu harika olaylar İslam’ın İnsanlık için bir rahmet ve kurtuluş reçetesi olduğu gerçeğini olanca sesiyle dünyaya haykırmaktadır. Ancak o ilk zamanlarda olduğu gibi günümüzde de hakka ve hakikate kör, sağır ve dilsiz kesilenler bu gerçeğe şiddetle karşı çıktıkları gibi şimdi de tüm kinlerini İslam’a kusmaya devam etmektedirler. Maalesef bu konuda bilinçsiz Müslümanlar da zaman zaman bu oyunlara kanmakta, İslam’ı bu hainlerin tanıttıkları şekliyle kötü bir şekilde tanımaktadırlar. Ancak şu hakikat hiçbir zaman unutulmamalıdır ki:

“(Kâfirler) istiyorlar ki, Allah’ın nûrunu, (İslâm dinini) ağızları ile (kötü söz ve iftiraları ile) söndürsünler. Allah ise, nûrunu tamamlayacaktır; isterse kâfirler hoşlanmasınlar.” (Saff, 8) 

Selam ve Dua ile…  


[1]. DİA, I, s.341

[2]. Şafii, er-Risale, Kahire, 1979, 25

[3]. Ö. N. Bilmen, Huk. İslâmiyye. I, 512

[4]. Buhâri, Ezan 36, Zekât 16, Rikak 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2

[5]. Tirmizî, Ahkâm, 4

[6].  Buhârî, Edep, 36

[7]. Müslim, İmâre, 18.

[8]. Zühayli, İs. Fıkhı Ans. VIII, 393, 394

[9]. İbn Hazm, el-Fisal fi’l-Mileli ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, Beyrut 1395, IV, 87

[10]. Ebû Dâvûd, Cihâd 80)

[11]. Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, İstanbul 1326, s.181).

[12]. Buhârî, Hudûd 12

[13]. İbnü’l- Esîr, el-Kâmil, II, 241

[14]. Zühayli, age, VIII, 433; M. Hamidullah, age. II. 883-884

[15]. Târihü’l-Hulefâ, s. 172.

[16]. Kur’anYolu,II, s. 82-83

[17]. Buhârî, Cum’a 11, İstikrâz 20, İtk 17, 19, Vesâyâ 9, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâret 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, İmâret 1, 13; Tirmizî, Cihâd 27

[18]. Kur’an Yolu, Diyanet, Türkçe Meâl ve Tefsir, II, s.82

[19]. Hikmet ÂDEM, İslam Hukukunda Cizye ve Harac, 11-12

[20]. İbn-i Abidin, İst.1983, Şamil yay. VIII, s.186.

[21]. Ebu Yûsuf, Kitâbu’l-Harac, 81

[22]. Mustafa Fayda, Hulefâ-yı Raşidîn Devri (İstanbul: Kubbealtı, 2016). 143.

[23]. Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harac, 291.

[24]. Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Harac, 111.

[25]. Osman Eskicioğlu, İslam Hukukunda Vergiler Yahya b. Adem ve Kitabu’l-Haracı (İzmir, 1966). 21.

[26]. Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harac, 205.