Irkçılık

Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük / 2024 Ağustos / 141. Sayı

Hamd, “Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir”[1] buyruğuyla Müslümanları bir tek ümmet kılan Allah’a,

Salat ve selam, “İnsanlar arasındaki üstünlük, ancak takvâ ve sâlih amel iledir. Fazilet, renk ile değil, sâlih amel iledir” sözleriyle üstünlüğün ırkçılıkla değil salih amel ile olacağını beyan eden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize,

Allah’ın affı ve keremi de Allah’ın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olarak safını İslam’a göre belirleyen ve yasaklanan ırkçılık hastalığının zararlarını anlayarak kendisini bu musibetten kurtarmış Müslümanların üzerine olsun.

Kavmiyetçilik, ırkçılık gibi tabirlerle izah edilen asabiyet kelimesi Rasûlullah aleyhisselam’ın da hadisi şerifte beyan ettiği üzere “Kavmine zulüm üzere yardım etmek”[2] manasına gelmektedir. Lugatta kullanılan “Asabi” kelimesi de Asabesi için öfkelenen ve onları himaye eden kimse demektir.

Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar veren Irkçılığı Kur’an’ı Kerim nehyettiği gibi Peygamber efendimiz de şiddetle reddetmiştir. Belki de tarihin ilk zamanlarından beri en tehlikeli hastalıklardan birisi ırkçılık hastalığıdır. Çünkü ırkçılık İslam kardeşliğine ve Müslümanların vahdetine savaş açan en şiddetli düşmanlardandır. Ne zaman ki Şeytan ve avanesi, Müslümanlara zarar vermek isteseler onlardaki Hamaset, Asabiyet, Irkçılık, Kafatasçılık, Kavmiyetçilik, Milliyetçilik, Faşizm, Ulusalcılık, Vatancılık, Arap İslamı, Türk İslamı, Ilımlı İslam, Radikal İslam, laik Müslüman, Şeriatçı Müslüman ve benzeri bazı kelimelerle daha da çeşitlenmesi mümkün olan kavramlarla Müslümanları birbirine düşürmeye çalışmış ve Allah’ın kendilerini koruduğu kimseler hariç maalesef her defasında da başarılı olmuşlardır.

Müslümanları şirke düşürmekten ümidini yitiren Şeytan aleyhillane onların arasına fitne ve fesat sokmak ve onları birbirlerine düşürmek suretiyle bu kavramları kullanarak davasında başarılı olmuştur. Nitekim Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Şeytan, Arap yarımadasında namaz kılanların kendisine kulluk etmelerinden ümidini kesmiştir. Ancak onları birbirlerine düşürmeye, aralarını açmaya çalışacaktır.”[3]

  Hadiste de beyan edildiği üzere Şeytan, Arap yarımadasında bulunanların Mekke’nin fethinden önce putlara taptıkları gibi yeniden putlara tapmalarından ümidini kesmiştir. Ancak, onları birbirine düşürmeye, aralarını açmaya razı olmuş ve bununla yetinmiştir. Bu da onların arasına husumet, fitne, savaş ve kin tohumlarını ekmesiyle mümkün olmaktadır. Günümüzde şeytanın takipçileri olan kafirler de Müslümanlara karşı ne zaman baskın gelmek isteseler onların birleşerek büyük bir güç olmalarını ve kendilerine dokunacak zararları önlemek üzere bu kötü hastalığı onların aralarına sokacak münafık tipli kimselerle Müslümanları birbirlerine düşürmüşlerdir. Daha Rasûlullah efendimiz zamanında bile ırkçılık hastalığını Evs-Hazreç, Ensar-Muhacir, Arap-Acem, Mekkeli-Medineli, Kureyşli veya başka kabileden şeklinde ayrım noktasına getirerek Müslümanları birbirine düşürerek ve Abdullah İbni Sebe gibi benzeri münafık tiplerle aralarındaki düşmanlığı körükleyerek fitne planlarını devreye sokmuşlardır.

Gerçekte Müslümanların esas ölçüsü iman meselesidir. Müslümanlar için temel ayrım noktası işte tam olarak budur. Müslümanların, iman etmedikleri takdirde kendi yakınlarını dahi olsa sevmeleri ve onlara dost olmaları mümkün değildir. Bu gerçeği Rabbimiz şu şekilde beyan etmektedir.

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”(Mücadele, 22)

Irkçılığı körükleme hususunda en çok görev yapan münafıklar, İslam tarihindeki en yıkıcı faaliyetlerinden bazılarını Benî Mustalık gazvesini takip eden süreçte sergilemişlerdir.

Bu gazve esnasında İslam ordusunun içerisinde daha önce hiçbir savaşta olmadığı kadar münafık bulunmaktaydı. Bu insanların niyeti Allah yolunda savaşmak olmayıp gerçek niyetleri dünyalık bir şeyler elde etmekti. Sefer yapılacak yerin yakın olması onları bu konuda daha da isteklendirdi. Münafıklar ellerine geçen her fırsatı Hz. Peygamber aleyhisselam’ın aleyhine kullanmaya çalışıyorlardı. Münafıkların ilk ara bozuculuk faaliyetleri, savaşın hemen bitiminde su sebebiyle çıkan bir kavgayı büyütmeye çalışmak şeklinde olmuştur. Bu kavganın çıkma sebebi hakkında farklı rivayetler mevcuttur.

Savaş bittikten sonra Müslümanlar suyu az olan Mureysi kuyusunun başında kendilerinin ve hayvanlarının su ihtiyacını gidermek için toplanmışlardı. Benî Sâlim kabilesinin müttefiki olan Sinân b. Veber el-Cuhenî, Benî Sâlim kabilesinden bir genç ile birlikte su çekmek için kuyunun başına geldi. Hz. Ömer radıyallahu anh’ın yardımcılığını yapan Cehcâh b. Saîd el-Gıfârî de su çekmek için kuyunun yanına geldi. Sinân ve Cehcâh su çekmek için kovalarını kuyuya sarkıttıklarında iki kova birbirine dolandı ve kuyudan yalnız Sinân’ın kovası çıktı. İkisi de kovanın kendisine ait olduğunu iddia ederek tartışmaya başladılar. Tartışma büyüdü ve Cehcâh, Sinân’a eliyle vurarak yaralanmasına sebep oldu. Bunun üzerine Sinân, Ensarı yardıma çağırdı. Cehcâh da Muhacirleri yardıma çağırınca ortalık karıştı ve silâhlar kınından çekildi. Fakat Muhacirlerin büyükleri olaya el atarak Sinân’dan hakkını terk etmesini rica ettiler. Sinân hakkından vazgeçince ortalık yatıştı.

Câbir b. Abdullah radıyallahua anh’tan gelen benzer bir rivayete göre; Muhacirlerin çoğunlukta olduğu, ismi belirtilmeyen bir gazve esnasında Muhacirlerden birisi, Ensardan birisine el veya ayakla şaka yapmıştı. Ensarînin buna çok sinirlenmesi üzerine tartışmaya başlamışlar. Olayın büyümesi üzerine ikisi de kavimlerini yardıma çağırmışlardı. Bunu duyan Hz. Peygamber aleyhisselam oraya gelip: “Kokuşmuş cahiliye âdetiyle birbirinizi yardıma çağırmak da ne demek oluyor” diyerek onlara kızdı. Hz. Peygamber aleyhisselam’a Muhacirlerden olan bir kimsenin yaptığı şaka yüzünden bu olayın yaşandığı bildirilince: “Böyle şakaları terk edin. Çünkü bu çirkin bir iştir” dedi.

Abdullah b. Übey bu olay meydana geldiği sırada bazı münafıkların da bulunduğu bir grubun içinde oturuyordu. Bu grubun içinde henüz çocuk denilebilecek yaşta olan Zeyd b. Erkam radıyallahu anh da bulunuyordu.

Abdullah b. Übey’e, Sinân ve Cehcâh’ın durumları ulaşınca oldukça sinirlendi ve: “Vallahi! Ben böyle bir rezalet görmedim. Ben bu durumu zaten istemiyordum. Fakat kavmim bana karşı geldi. Biz kendi beldemizde hiç kimseye muhtaç olmayacak kadar büyük bir topluluktuk. Fakat Kureyş’in Celâbîbleri bize galip geldiler. Onlarla bizim durumumuz eskilerin söylediği; “Semirt köpeğini, yesin seni” sözü gibidir. Vallahi! Eğer Medine’ye dönersek aziz olan zelil olanı mutlaka oradan çıkaracaktır” dedi.

Daha sonra kavminden bir topluluğa dönerek: “Bunu kendinize siz yaptınız. Onları beldenize ve evlerinize soktunuz, mallarınıza ortak ettiniz ve sonunda zengin oldular. Fakat bunu yapmasaydınız başka bir beldeye gideceklerdi. Sizler onların uğrunda savaşıp evlatlarınızı yetim bıraktınız ve azaldınız, onlar ise çoğaldı. Muhammed’in yanındakilere hiçbir şey vermeyin, böylelikle onun etrafından dağılsınlar” demiştir.

Abdullah b. Übey’in bu sözlerini işiten Zeyd b. Erkam Hz. Peygamber aleyhisselam’a gelerek, Abdullah b. Übey’in sözlerini ona haber verdi. Hz. Peygamber aleyhisselam bu durumdan hoşlanmadı ve yüzünün rengi değişti. Çünkü Abdullah b. Übey’in söylediği bu sözler etrafa yayılmadan küçük bir grubun içinde kalacak ve kimse bu sözleri duymayacaktı. Zaten Abdullah bu söylediklerini yapacak durumda değildi. Fakat Zeyd’in bu durumu Hz. Peygamber aleyhisselam’a bildirmesiyle kısa bir süre içerisinde bu söz askerin arasında yayıldı. Artık herkes bunu konuşuyordu. Tam bu sırada Zeyd’in kendisini şikâyet ettiğini duyan Abdullah b. Übey ve beraberindekiler Hz. Peygamber aleyhisselam’a gelerek Abdullah’ın böyle bir şey söylemediğine yemin ettiler. Rasûlullah aleyhisselam da şahidi bulunmayan Zeyd’i haksız buldu. Gerçi Hz. Peygamber aleyhisselam da Zeyd’in haklı olduğunu biliyordu. Fakat o an için yapılması en uygun olan şey bu konuyu burada kapatmaktı. Çünkü kavmi içinde önemli bir mevkie sahip olan Abdullah b. Übey’i cezalandırmak ters bir tepkiye yol açabilirdi.

Bazı rivayetlerde Zeyd b. Erkam’ın Abdullah b. Übey’in söylediklerini Hz. Peygamber aleyhisselam’e haber verdiğinde Rasûlullah aleyhisselam’ın yanında bulunan Hz. Ömer radıyallahu anh: “Ya Rasûlallah! ‘Abbâd b. Bişr’e söyle onun başını sana getirsin.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber aleyhisselam: “Ya Ömer! İnsanlar: Muhammed arkadaşlarını öldürüyor derler. Fakat sen insanlara yolculuk için hazırlanmalarını ilan et” buyurmuştur.

Hz. Peygamber aleyhisselam, devesi Kasvâ’ya binene kadar sahabe hiçbir şey anlamadı. Henüz hava çok sıcaktı ve Rasûlullah aleyhisselam hava serinleyene dek yola çıkmazdı.

Hz. Peygamber aleyhisselam’ı ilk olarak Üseyd b. Hudayr karşıladı. Hz. Peygamber aleyhisselam’a selam verip, niçin bu saatte hareket ettiğini sordu. Hz. Peygamber aleyhisselam: “Arkadaşının haberi sana ulaşmadı mı?” şeklinde mukabele edip, İbn Übey’in söylediklerini Üseyd b. Hudayr’a nakletti. Bunun üzerine Üseyd b. Hudayr: “Dilersen sen onu Medine’den çıkarırsın. Sen azizsin, o ise zelildir. Ya Rasûlallah! Ona merhamet et. Muhakkak Allah onu senin yoluna getirecektir. Sen gelmeden önce halkımız ona krallık tacı hazırlıyordu. Onu başlarına kral yapacaklardı. Fakat Allah seni bize gönderince durum değişti. Senin onun hakkı olan krallığı ondan aldığını düşünüyor” dedi.

Hz. Peygamber aleyhisselam bütün gün ve gece hiç mola vermeden yolculuğa devam etti. Kırbacıyla hayvanını dürtüyor, hayvanını acele gitmesi için zorluyordu. Hiç kimse namaz kılmak veya acil bir ihtiyacını gidermek haricinde hayvanından inemiyordu. Sonunda sabah oldu fakat Rasûlullah aleyhisselam güneş yükselene kadar yolculuğa devam etti.

Hz. Peygamber aleyhisselam insanları böyle yorucu bir yolculukta İbn Übey’in sözleri hakkında konuşmamaları için sevk etmişti. Nitekim ordu mola vermek için durduğu anda herkes kendisini derin bir uykuda buldu. Böylece fitnenin büyümesinin önüne geçilmiş oldu.

Ordu tekrar yolculuğa başladığında Zeyd b. Erkam bir gelişme olup olmadığını öğrenmek için Hz. Peygamber aleyhisselam’ın yakınlarında dolaşıyordu. Fakat Hz. Peygamber aleyhisselam ona teveccüh etmiyordu. Zeyd, Rasûlullah aleyhisselam’ı izlediği bir sırada birden vahiy hâli Hz. Peygamber aleyhisselam’da belirmeye başladı. Titriyor ve alnından terler akıyordu, ayrıca hayvanının ayakları neredeyse yürüyemeyecek kadar ağırlaşmıştı. Bu hâli gören Zeyd b. Erkam kendisini doğrulayan bir vahyin gelmesini ümit ediyordu. Hz. Peygamber aleyhisselam’in üzerinden vahyin ağırlığı kalktığı an hayvanının üzerinde kendisine çok yakın olan Zeyd’in kulağından tuttu ve onu bir miktar havaya kaldırdı. Sonra Rasûlullah: “Ey çocuk! Senin kulağın gerçeği duydu ve Allah seni tasdik etti” dedi. Bu sırada İbn Übey hakkında Münâfikûn suresinin ilgili ayetleri indi.

Kendisini yalanlayan bir vahiy indiği için Müslümanlar, Abdullah b. Übey’e selam vermemeye başladılar. Bunun üzerine bazı arkadaşları gidip Rasûlullah aleyhisselam’dan bağışlanma dilemesini tavsiye ettiler. Fakat o gurura kapılarak bu söylediklerinden asla dönmeyeceğini söyledi.

Abdullah b. Abdullah b. Übey, babası hakkında Ömer b. Hattab’ın: “Ya Rasûlallah! Falana emret onu öldürsün” sözünü işitince: “Ya Rasûlallah! Eğer babamın öldürülmesini istiyorsan bana emret sen daha buradan ayrılmadan onun başını sana getireyim. Vallahi! Hazrec kabilesi içinde babasına karşı benden daha çok saygı gösteren yoktur. Ya Rasûlallah! Benden başka birine babamın öldürülmesi görevini vermenden korkuyorum. İnsanların içinde babamın katilinin gezdiğini görürsem bu bana ağır gelip onu öldürürüm ve cehenneme girerim. Ama onu affetmen ve iyilik etmen daha güzeldir.” dedi. Hz. Peygamber aleyhisselam: “Ey Abdullah! Ben onu öldürmek istemiyorum ve böyle bir şeyi de emretmedim. O aramızda olduğu sürece onunla iyi geçineceğiz” dedi.

Bu olaydan sonra Abdullah b. Übey bir söz söylediğinde kimse onu dikkate almıyordu. Müslümanlar tarafından tersleniyor, azarlanıyordu. O derece itibarı azalmıştı ki artık oğlu bile kendisine karşı tavır almıştı. Hatta Medine’ye dönüşte babasının önüne geçerek Rasûlullah aleyhisselam izin verene dek onu şehre sokmamıştı. Rasûlullah aleyhisselam bu durum hakkında Hz. Ömer radıyallahu anh’e: “Ya Ömer! Eğer senin Abdullah b. Übey’i öldürtmemi söylediğin zaman bunu yapsaydım, burun kıvıran çok olurdu. Ama şimdi bunu emretsem kolayca yapılır” dedi. Hz. Ömer radıyallahu anh: “Ben anladım ki, Rasûlullah’ın kararları benimkilerden çok daha isabetlidir” demiştir.

İslam ordusu geri dönerken en-Nakî‘bölgesinin üst tarafındaki Bek‘a’ kuyusunun yanında insanlara zorluk çıkaran şiddetli bir rüzgâr estiği ve bu sebeple Müslümanların korktuğu rivayet edilir. Müslümanlar Medine’ye döndüklerinde Rifâ‘a b. Zeyd b. et-Tâbût’un öldüğü haberini aldılar. Bu kişi Benî Kaynukâ‘Yahudilerinden biri olup Münafıklara yardım ediyordu.

‘Ubâde b. Sâbit, Abdullah b. Übey’e Rifâ‘a b. Zeyd b. et-Tâbût’un öldüğünü Hz. Peygamber aleyhisselam’in haber verdiğini söyleyince Abdullah üzüntü içinde dizlerinin üzerine çöke kalmıştı. Münafıklar açısından işler yolunda gitmiyordu. Hem sevdikleri bir müttefiklerini kaybetmişlerdi hem de inen ayetlerle birlikte elebaşları olan Abdullah b. Übey halk arasındaki itibarını iyice kaybetmişti. Fakat münafıklar hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar ve içlerindeki kini her fırsatta ortaya döküyorlardı.

Münafıkların bir diğer girişimi geri dönüş yolunda Hz. Peygamber aleyhisselam’ın dişi devesi Kasvâ’nın kaybolmasıyla ortaya çıktı. Müslümanlar her tarafta kaybolan deveyi aramaya başlayınca münafıklardan Zeyd b. el-Lusayt: “Muhammed semanın haberlerini veriyor. Fakat kaybolan devesinin yerini bilmiyor” demişti. Hz. Peygamber aleyhisselam’a vahiyle bu durum haber verilince: “Muhakkak ki, Münafıklardan biri, devemin kaybolmasına sevinerek yaygara koparıyor ve: ‘Allah niçin Muhammed’e devesinin yerini bildirmiyor, hâlbuki Muhammed bundan çok daha büyük şeyleri haber veriyor.’ diyor. Gaybı ancak Allah bilir. Şu anda Allah onun yerini bana haber verdi. Deve karşınızdaki vadide, onun yuları bir ağaca takılmış durumda, haydi getirin.” dedi. Ashab deveyi getirmek için gittiğinde, Rasûlullah aleyhisselam’ın tarif ettiği şekilde onu bularak getirdiler. Zeyd b. el-Lusayt’ın bu mucize üzerine samimi bir şekilde iman ettiği rivayet edilmektedir.

Münafıkların bu savaştaki en tehlikeli faaliyetlerinden diğer biri de Hz. Aişe’nin iffeti hakkında bazı dedikoduları ortaya atmalarıydı. Onlar yine boş durmayarak İslam’a saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmamışlar, Müslümanlara büyük sıkıntılar vermişlerdir. İlk olarak su sebebiyle çıkan bir kavgayı büyütmeye çalışmışlardı. Fakat Hz. Peygamber aleyhisselam’in yerinde müdahalesi olayın büyümesini engellemişti. İnen ayetlerle birlikte Münafıkların reisi, büyük bir darbe almış ve tüm itibarını kaybetmişti. Münafıkların bu gazve esnasındaki ikinci önemli teşebbüsleri ise Hz. Aişe’ye atılan iftiraydı. Bu olay da başta Hz. Peygamber aleyhisselam ve Hz. Aişe radıyallahu anha olmak üzere bütün Müslümanların sıkıntılı bir dönem geçirmesine neden oldu. Bir ay boyunca İslami tebliğ faaliyetleri sekteye uğramış, İslam toplumu kabile asabiyeti sebebiyle neredeyse dağılma noktasına gelmişti. Fakat Hz. Aişe’nin masumluğunu ortaya koyan ayetlerle birlikte bu sıkıntılı durum da ortadan kalkmıştı. Bu olay daha sonradan Müslümanlar için büyük bir kazanç olmuştu. Münafıkların reisi Abdullah b. Übey büyük bir prestij kaybına uğramıştı. Tespit edilebildiği kadarıyla bu olaydan sonra ciddi hiçbir eylemde bulunamamıştı.

Uhud savaşında cereyan eden başka bir vakıa da beyan edildiği üzere Kuzman, Uhud Muhârebesine çıkmaktan kaçınmıştı. Kadınlar O’nu; “Sen, yoksa kadın mısın!?” diye ayıplayınca, arlanarak kılıcını ve yayını alıp harbe koştu. “Ey Evs Hânedanı! Ölmek, sizin için, utanmaktan, kaçmaktan hayırlıdır. Siz de benim yaptığım gibi şeref ve şan için çarpışınız” diyerek müşriklerin ortasına kılıçla daldı. Müşriklerden, Hâlid İbn-i Alem’i, tepeden tırnağa kadar demir zırha bürünmüş olduğu halde, omuzuna indirdiği bir kılıç darbesiyle göğsüne kadar yardı. Vâil ibn-i As’ı da bir vuruşta yere serdi. Yine müşriklerden 7-8 kişi daha öldürdü. Neticede kendisi de yaralanarak Zaferoğullarının evine getirildi. Uhud harbinden önce, Kuzman’ın adı anıldıkça, Peygamber Efendimiz; “O, cehennemliktir!” derdi.

Peygamber aleyhisselam’ın, Kuzman ez-Zaferi isimli şahıs hakkındaki sözünden haberi olmayan sahabeden Asım b. Ömer b. Katâde, Uhud’un meydanında düşmanı adeta ikiye biçip ilerleyen, ama biraz sonra bir kılıç darbesi ile yaralanıp yere düşen Kuzman’ı görünce; “Müjdeler olsun sana Ey Kuzman! Yiğitçe savaştın ve şimdi de şehidlik makamını elde etme yoluna girdin!” dedi. O ana kadar kimselerin bilmediği, sadece açık ve gizli her şeyi bilen Rabbimizin bilip, Rasûlü’ne bildirdiği bir gerçeği Kuzman açıkladı. Dedi ki: “Ben ne şehadeti elde etmek ne Allah’ın dinini savunmak ne de Muhammed’in şerefini kurtarmak için savaştım. Ben sadece kavmimin şan, şerefini ve Medine’nin hurmalıklarını savunmak için savaştım” demiş ve sonra da yaraların verdiği acıya dayanamayarak intihar etmişti.

Maalesef ölçünün İslam olmadığı yerde başka esaslar öncelikli hedef haline getirilecek olursa bu ahiretin helakine ve yapılan amelin ecir ve sevabına zarar verecektir.

Oysa, Peygamber aleyhisselam’ın cehennemlik olduğunu beyan ettiği Kuzman denilen şahıs herkesin dikkatini çekecek şekilde kahramanca savaşıyor, sağda solda önüne çıkan ve gruptan ayrılmış kimseleri birer birer kılıçtan geçiriyordu. O kadar ki sahabeler onun cengaverliğini Rasûlullah aleyhisselam’a anlatmışlar ve “Ey Allah’ın Rasûlü, bizden hiç kimse onun gösterdiği kahramanlık derecesine ulaşamadı” demişlerdi. Rasûlullah aleyhisselam yine onun hakkında “Fakat o, cehennemliklerdendir” buyurmuştu. Rasûlullah aleyhisselam’ın onun hakkındaki bu sözleri bazı kimselerce şaşkınlık ve tereddütle karşılanmıştı. Şaşkınlıkta ileri giden ve bu meseleyi kafasında büyütenlerden biri olan Huzâi Eksüm adında biri: “Öyleyse ben onun peşine takılıp ne yaptığını gözetleyeceğim” dedi. Huzâi, Kuzman’ın peşinden harp sahasına çıktı. Her gittiği yerde onu takip ediyordu. Öyle ki o nerede dursa kendisi de orada duruyor, o nerede koşsa o da orada koşuyordu. Nihayetinde Kuzman ağır bir şekilde yaralandı. Yaranın acısına dayanamayarak bir an evvel ölmek için kılıcının kabzasını yere dayadı. Keskin tarafını da göğsü arasına koyarak var gücüyle üzerine yüklendi. Böylece kendisini bu şekilde öldürdü.

Bunun üzerine Huzâi Eksüm Rasûlullah aleyhisselam’ın yanına gelerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Şehadet ederim ki sen muhakkak Allah’ın peygamberisin” dedi. Rasûlullah aleyhisselam “Ne Oldu, bunu niye söylüyorsun?” deyince Huzai şöyle anlattı. “Ey Allah’ın Rasûlü! Senin şu cehennemliklerden olduğunu haber verdiğin kişi (Kuzman) var ya, hakikaten o, cehennemliklerdendir. Sen onun cehennemliklerden olduğunu söyleyince halk bunu kafalarında büyütüp hayretle karşılamıştı. Ben de “Bu adamı takip edip gözetleyeceğim” demiştim. Ve hakikaten onun ardı sıra çıkıp her hareketini araştırdım. Nihayetinde bu adam ağır bir şekilde yaralandı ve bir an evvel ölmek için kılıcının kabzasını yere, keskin ağzını da göğsü arasına koydu sonra da kılıcının üstüne yüklendi ve bu surette intihar etti.”

Huzâi’nin bu sözleri üzerine Rasûlullah aleyhisselam şöyle buyurdu: “İnsanlardan bazıları vardır ki, halka görünüşe göre, ehli cennete yaraşan hayırlı işler yaparlar. Halbuki onlar cehennemliktir. Yine insanlardan diğer bazısı vardır ki, halkın görüşüne göre cehennemliklere yaraşan kötü işler yaparlar. Halbuki onlar cennetliktir.”

Bunu söyledikten sonra Rasûlullah aleyhisselam, Bilâli Habeşi’yi çağırarak “Ey Bilâl, Haydi şunu halka ilan et” diye emretti. “Cennete ancak müminler girer. Muhakkak ki Allah, İslam dinini (dilerse) facir bir kişi ile de te’yid edip kuvvetlendirir.”

Rasûlullah aleyhisselam, Allah nazarında insanların en şerlisi olan asabiyet yani kavim ve kabilesinin menfaati için eyleme kalkışarak işlediği masiyet ve cinayetler sebebiyle ahiretini kaybeden kimse için şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet gününde Allah katında, derece itibariyle insanların en şerlisi, başkasının dünyası uğruna ahiretini heba eden kuldur.”

Ve yine şöyle buyurmaktadır: “Kim ummiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete çağırırken veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü, cahiliye ölümü üzeredir.”[4]

“Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık uğruna ölen bizden değildir.”[5]

Peygamber efendimizin Irkçılık hakkındaki en sert ifadelerinden birisi de şu şekildedir.

“Bir kimsenin cahiliye âdetince kavim ve kabilesine intisab ederek (onlardan yardım talep ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız, ona: Babanın bilmem nesini ısır! deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyerek, ima ve kinayede de bulunmayınız.”[6]

Rasûlullah aleyhisselam kavmiyetçiliğin fenalığını göstermek ve Müslümanları bu fitneye karşı uyanık kılmak için, bu ağır tabirleri kullanmıştır.

Nitekim Peygamber aleyhiselam daima kavmiyetçilikle mücadele etmiş; Veda Hutbesinde de bu mevzu üzerine hassasiyetle eğilmiş, ashabını bu konuda şiddetle uyararak şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Hepiniz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah indinde en şerefli olanınız, takvâ bakımından en ileri olanınızdır. Arabın Arab olmayan üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arab olmayanın da Arab üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyahın beyaz üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyazın da siyah üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.”

Yine başka bir kutsi hadiste de şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, kıyamet günü bütün canlılar; mahşer yerine topladığı vakit, yakındakiler gibi uzaktakiler de aynı şekilde duyacakları bir sesle karşılaşırlar. Bu ses, şöyledir: ‘Ey insanlar! Sizi yarattığımdan bugüne kadar, hep ben sustum da sizi dinledim. Bugün siz susunuz da beni dinleyiniz. Bugün size amellerinizin karşılığı verilecektir. Ey insanlar! Ben sizin aranızda bir neseb, asalet koydum; siz de kendi aranızda bir neseb tayin ettiniz. Benim koyduğum nesebi düşürdünüz ve kendi nesebinizi yücelttiniz. Ben, en şerefliniz, en çok müttakî olanınızdır, dedim. Fakat siz, buna yanaşmadınız da falanzâde, falan dediniz. İşte bugün ben de sizin koyduğunuz asaleti düşürür ve kendi koyduğum asaleti yüceltirim. Müttakîler nerede?’ Hemen müttakîler için bir sancak çekilir, onlar bu bayrağın ardına takılır, yerlerini alır ve hesapsız olarak cennete girerler.”[7]

Peygamber efendimiz başka bir hadisinde ümmetin helaki olarak da ırkçılığı göstermiş ve şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir:

1. Kaderiyye (Fertler, kendi fiillerini kendileri yaratırlar, diyerek Allah’ın takdir ve iradesini kabul etmeyenler.)

2. Unsuriyet, (ırkçılık) dâvası gütmek,

3. Dinî mes’elelerin rivâyetinde titiz davranmamak.”[8]

Irkçılık davası güden kimseler cehennem de yaptıklarına pişman bir halde diz üstü çökecekler, Müslümanlık iddiaları ve yaptıkları amelleri onlara fayda vermeyecektir.

“…Kim kavmiyetçilik dâvası güderse, Cehennem’de iki dizi üzerine çökecek olanlardır.”

Dediler ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Oruç tutsa da namaz kılsa da mı?”

“Evet!” cevabını verdi. “Oruç tutsa da namaz kılsa da.”[9]

Öyleyse Irkçılık hastalığından kurtulmak isteyen Müslümanlar Peygamber efendimizin şu güzel sözlerine kulak vermelidirler. 

“(Ey insanlar,) birbirinize hased etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizin satışını bozmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.”

“Müslüman kişi, diğer Müslüman kişinin (rengi, dili, doğum yeri, içtimaî durumu, cinsiyeti ne olursa olsun) kardeşidir. Öyleyse ona zulmetmez, ihanet etmez, aldatmaz, yardım isteğini cevapsız bırakmaz, tahkir de etmez.”

“Allah sizlerin dış görünüşünüze, mallarınıza bakmaz, fakat kalblerinize ve amellerinize bakar, -kalbini göstererek- takvâ şuradadır, takvâ şuradadır.”

“Kişinin kötü sayılması için Müslüman kardeşini tahkir edip, horlaması kâfidir. Bir Müslümanın kanı, malı ve ırzı diğer bir Müslümana haramdır.”[10]

Müslümanlar kendilerine asıl fayda verecek şeyin Irkçılıktan uzak durarak Ümmet haline gelmek olduğunu bilmeli ve Allah’a kul olma yolunda gayret göstermelidirler. Ümmet olmayı beceremeyenler ırkçılık hastalığına yakalanır ve kendini dünyanın en üstünü olarak görür. Tıpkı bugün Yahudilerin kendilerini en üstün ırk olarak görüp diğer bütün insan ve hayvanların kendilerine hizmet için yaratılmış mahluklar olduğuna inandıkları gibi. Rabbim Bizleri Yahudi ve Hristiyanlara benzemekten, onlara özenmekten ve taklit etmekten muhafaza eylesin.

“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.”[11]

Selam ve Dua ile…


[1]. Enbiya, 92-93

[2]. Ebu Davud, Edeb,121 (5519)

[3]. Müslim.

[4]. Müslim, Nesai

[5]. Müslim, İmare, 53

[6]. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5 136; Şeybani, Şerhu Siyeri’l Kebir, 1,90.

[7]. Taberânî, “Evsat”ında, Hâkim, “Müstedrek”inde… İmam-ı Gazâlî, “İhyâ-yı Ulûmi’d-Dîn”, Bedir Yay., c. 4, s. 296.

[8]. Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr 1, 158.

[9]. Hâkim, Müstedrek 4, 298.

[10]. Müslim, Birr, 32-34; Tirmizî, Birr, 18, 1908.

[11]. Enfal,24