Müminlere Nidalar – Muhammed Sadık Türkmen / 2020 Nisan / 89. Sayı
Yüce Rabbimizin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem’e verdiği en büyük mucize hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. Bunun en büyük sebebi Allah kelamının kıyamete kadar bekasını devam ettirecek olmasıdır. Vahyin inzalinden günümüze hatta kıyamete kadar onun bu mucizevi yönünü ortadan kaldıracak bir karşı koyuş gerçekleşmediği gibi gerçekleşmesi de mümkün değildir.
Yüce Allah şöyle buyurdu: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o kafirler için hazırlanmıştır.” (Bakara, 23-24)
İnsan aklı Kur’an’ın bu durumu ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve diğer peygamberlere verilen büyük mucizeleri kıyasladığı zaman hayretler içerisinde kalıyor. Nasıl oluyor da o kadar büyük mucizeler değil de Kur’an’ın mucizesi ön plana çıkarılıyor? Nasıl oluyor da daha önce gönderilen peygamberleri kitap mucizesi ile değil de diğer mucizeleri ile anarken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve selem’e verilen onca mucizeyi değil de Kur’an’ı zikrediyoruz? Bu soruların cevabını şu şekilde verebiliriz: Diğer peygamberlere verilen mucizeler sadece o zaman yaşayan insanların görebildiği kabildendi. Daha sonraki nesiller böyle bir mucizenin yaşandığını ancak atalarından veya tarih kitaplarından öğrenebiliyordu. Kur’an ise canlı bir şekilde ellerimizde olup meydan okumaya devam etmektedir.
Şu hadisi şerif de buna delalet etmektedir: Ebu Hureyre radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Peygamberlerden her birine mutlaka insanların ona iman etmesini sağlayacak mucizeler verildi. Bana verilen mucize ise Allah’ın vahyettiği Kur’andır. Bundan dolayı kıyamet gününde peygamberler içinde kendisine en çok tabi olunan peygamber olmayı ümit ediyorum.”[1]
Günümüzde dikkat etmemiz gereken en önemli meselelerin başında bu değişmez mucizeye el süremeyen kafirlerin yaptıkları oyunlar gelmelidir. Onlar bırakın Müslümanları, kendi üzerlerine dahi Allah’tan bir rahmet inmesini istemeyecek kadar kibirlidirler. Bizzat kendilerine hidayet yolunu açsın diye inen kitapları az bir dünyalık karşısında tahrif edenler ve kendi peygamberlerini katledenler onlardır. Sadece II. Dünya Savaşı’nda altı yıl sürmesine rağmen ölen insanların sayısı altmış milyon civarındadır. Kendisine merhameti olmayan küfür ehlinden merhamet beklemek elbette abestir.
Tüm gayretlerine rağmen İslam’ın ana kaynağını bozmaya muvaffak olamayanlar daha sinsi yöntemler geliştirerek emellerine ulaşmaya çalışırlar. Özellikle İslam alemine yönlendirdikleri bilim adamları Müslümanları yakından takip etme ve onların arasına hangi yollarla sirayet edecekleri noktasında araştırmalarda bulundular. Netice olarak Müslümanları dinleri hususunda şüpheye düşürecek durumları ve onların İslami yaşamı bırakıp ahlaklarından ve itikatlarından taviz verecek bir duruma gelmelerini hedef edindiler. Açıktan yaptıklarında hüsrana uğradıkları savaşları gizlice yürütmeye, Müslümanları dünyada tasallutları altına alma yoluyla zillete uğratmaya çalıştılar.
Müfessirlerin Ayet ile İlgili Görüşleri:
İmam Taberi rahimehullah tefsirinde şöyle dedi: “Övgüsü yüce olan Allah şunu kastetmiştir: ‘Ey Allah ve Rasûlünü cennet vaadinde, cehennem tehdidinde, emirlerinde ve yasaklarında tasdik edenler! Şayet kafirlere itaat edecek olursanız yani nebiniz Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in nübüvvetini inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara size emrettikleri ve sizi yasakladıkları şeylerde itaat eder de bu konudaki fikirlerini kabul ederseniz, size nasihatçi olduklarını iddia ettikleri konularda nasihatlerini alırsanız, sizi geriye çevirirler. Onlar sizi imandan sonra geriye, İslam’dan sonra Allah’ı, ayetlerini ve Rasûlünü inkara yöneltirler de hüsrana uğrarsınız. Böylece Allah azze ve celle’nin sizi hidayet ettiği dininizden ve imanınızdan geri dönersiniz. Nefislerinizi hüsrana uğratır, dininizden sapar, dünyanız ve ahiretiniz elinizden çıkar, böylece helaka uğrayanlardan olursunuz.
Fahrettin er-Razi rahimehullah tefsirinde önemli bir meseleye temas etmiştir: “Eğer inkâr edenlere uyarsanız” ayetinden Ebu Sufyan’ın kastedildiği söylenmiştir. Çünkü o Uhud günü kavminin lideriydi. Süddi şöyle dedi: “Bu ayetten maksat, Ebu Sufyan idi. Çünkü o fitnenin kökü idi”. Başka alimler bundan maksadın, Abdullah bin Ubey ve ona tabi olan münafıklar olduğunu söylediler. Onlar imanı zayıf olanların kalplerine şüphe atıyorlardı ve: “Muhammed gerçekten Allah’ın elçisi olsaydı bu olay (Uhud) onun başına gelmezdi. O da sıradan bir adamdır, bazen zafer kazanır bazen de mağlup olur. Artık eski dininize dönün.” diyorlardı.
Başka alimler bundan maksadın Yahudiler olduğunu söylediler. Çünkü o esnada Medine’de Yahudilerden bir topluluk vardı. Onlar Müslümanlardan zayıf gördüklerinin kalplerine özelliklede Uhud vakası gibi anlarda şüphe atıyorlardı. Ancak en doğrusu bu ayetten bütün kafirlerin kast ediliyor olmasıdır…[2]
Bu konuyu Seyyid Kutup rahimehullah şöyle ele almıştır:
Allah, iman edenleri kafirlere uymaktan sakındırmaktadır. Çünkü kafirlere uymanın sonu kesin zarardır; hiçbir kâr ve yarar söz konusu değildir. Onlara uymak, topukların üzerinde küfre gerisin geriye dönmektir.
Mümin, ya küfür ve kafirlerle savaşmak, batıl ve batıla uyanları defetmek suretiyle yoluna devam edecek ya da Allah korusun topukları üzerinde küfre dönecektir. Müminin konumunu ve dinini koruyarak ikisinin arasında pasif bir pozisyonda bulunması imkansızdır. İnsan böyle düşünebilir. Yenilginin ardından, yara ve berenin etkisiyle, güçlü galiplerle savaşmaktan vazgeçip, onlarla barış yapabileceğini, bununla beraber dinini, akidesini, imanını ve varlığını koruyabileceğini sanabilir. Bu, kof bir vahimdir. Böyle bir durumda ileriye atılmayanın, geriye dönmesi kaçınılmazdır.
Küfür, şer, sapıklık ve tağutlarla savaşa tutuşmayanın, horlanıp geriye dönerek küfür, şer, sapıklık, batıl ve tuğyana dönmesi zorunlu bir sonuçtur. Bir kişinin akidesi ve imanı, onu kafirlere uymaktan, onları dinlemekten ve onlara güvenmekten alıkoyamıyorsa bu durumu o kişinin gerçekte daha ilk andan itibaren iman etmediğini gösterir. Akide sahibinin, akidenin düşmanlarına dayanması, onların desiselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması ruhsal bozgun belirtisidir. Yenilgi baş gösterdi mi de sürecektir. Artık kimse onu sonuçta yenilmekten, topukları üzerinden küfre dönmekten alıkoyamaz. İlk adımlarını atarken bu kötü sonuca varacağını zannetmese de…
Mümin, akidesi ve yönetilmesi bakımından, dininin ve önderliğinin düşmanlarına danışma gereğini duymaz. Bir kere onları dinlerse fıtri ve pratik bir olgu olarak artık topukları üzerinde irtidat yolunu tutmuş demektir. İşte Yüce Allah, müminleri uyarmakta, bundan sakındırmakta ve iman adına onlara seslenmektedir:
“Ey müminler, eğer kafirlere itaat ederseniz sizleri topuklarınızın üzerinde geriye döndürürler de hüsrana uğrarsınız.” (Âli İmran, 149)
Topukların üzerinden, imandan küfre dönme yıkımından daha büyük zarar var mı? İman zararından sonra hangi kazanç olabilir ki?[3]
Ayetten Çıkarılacak Dersler:
Kafirlere itaat edilmemesi özellikle din ve itikat ile alakalı meseleleri kapsamaktadır. Bir Müslüman dünya hayatında veya ahirette kendisini hüsrana uğratacak meseleler hakkında kafirlere itaat etmek bir yana onlarla fikir alışverişinde dahi bulunması uygun değildir. Ancak ticari ve günlük meselelerde bu konuda bir genişlik vardır. Fahretttin er-Razi bu konuya işaret etmiştir.
Sağlam temeller üzerine bina edilmeyen her dava bir süre ayakta kalmaya çalışsa da nihayetinde çökmeye mahkumdur. Müslümanın inancı dünyayı sadece yeme, içme, cinsel arzularını giderme ve mesken edinme olarak görmez. Yine Müslüman, hayatı sadece bir fikir hürriyeti, sorumluluk alanları belirlenmeksizin tüm fertler arasında eşitlik, sınırsız özgürlük ve ifade özürlüğü olarak görmez. İslam itaat edilecek mercii açıklarken bunun dışına çıkaran her hayat sistemini insanın cehennemin çukurlarına yollayacağını belirtiyor. Müslüman olduğunu iddia eden hiç kimse hem Allah’ı hem de ona muhalefet eden küfür ehlini memnun edemez. İslam insana helal dairesi içerisinde dünyevi hareket sahasını belirlerken gerçek özgürlüğü de sunmuştur. Bunu sahabilerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile yaptıkları diyaloglardan rahatça anlarız.
Müslümanın ikrah altındayken dinen yasak olan bazı şeyleri yapması veya söylemesi konusunda ruhsat vardır. Bunu yaparken kalbinin İslam üzere olması ve küfür amelini kerih görmesi gerekir. Eğer buna riayet ederse Allah katında mazeret sahibi olur. Müşriklerin Ammar bin Yasir radıyallahu anhuma’ya yaptıkları işkencelerden sonra onun bazı sözleri telaffuz etmesinin ardından Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gelerek durumunu izah edince şu ayeti kerime nazil oldu: “Kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden kimse ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl, 106)
Müslümanın kafirlerin emrine istemeyerek uymasına ruhsat verilse de kafirleri zelil etmek ve İslam’ın izzetini ortaya çıkarmak için her şeyini feda etmesi kendisine daha çok yaraşır. Böylece kafirler asıl gücün teknoloji, sayı ve silahta değil, akideye ve davaya sımsıkı bağlanmakta olduğunu öğrenerek acze düşsünler. Bununla ilgili olarak İslam tarihinde önemli bazı hadiseler yaşanmış ve Müslümanlar güzel örnekler vermiştir. İşte o örneklerden biri: Hafız İbni Asakir, Sehm kabilesinden sahabilerden birisi olan Abdullah bin Huzeyfe’nin radıyallahu anhum halini anlatırken diyor ki: “Bizanslılar Abdullah bin Huzeyfe’yi esir aldılar ve onu kumandanlarının huzuruna götürdüler. Kumandan ona: “Hristiyan ol seni kendime ortak edeyim ve kızımı sana vereyim” dedi. Fakat o buna şu karşılığı verdi: “Şayet sen elinde bulunan yerlerin hepsini ve buna ilaveten Arap yarımadasını verecek olsan ve bir saniyeliğine dahi Muhammed’in dininden dönmemi istesen yine de yapmam. Kumandan: “O zaman seni öldürürüm” dedi. Abdullah bin Huzeyfe “İstediğini yap” diye cevap verdi.
Kumandan emretti ve onu kollarından çaprazvari astılar. Sonra okçulara emir verildi ve önce ellerine sonra kollarına ve ayaklarına doğru ok atmaya başladılar ve her ok atışında Hristiyan olmasını teklif ettiler ama o Hristiyan olmadı. Bunun üzerine ellerini ve kollarını çözdüler. Sonra bir kazan getirdiler, ısıttılar ve Müslüman esirlerden birini getirerek içine attılar. Kızgın kapta parlayan Müslüman esirin cesedini gözleri ile gördü. Ona yine Hristiyan olmasını teklif ettiler ama o dininden dönmedi. Bu sefer onun da kazana atılmasını emrettiler. Kaldırılıp atılacağı zaman ağladı ve dedi ki: “Kendime ağlıyorum. Çünkü Allah yolunda kazana atılacak bir tek canım var. İsterdim ki vücudumdaki kıllar sayısınca canım olsaydı ve hepsini de böylece Allah yolunda işkence çekerek verseydim buna sahip olamadığım için ağlıyorum.”
Bir başka rivayette de Abdullah bin Huzeyfe’yi hapse attıkları ve günlerce ona yiyecek ve içecek vermedikleri sonra ona domuz eti ile rakı gönderdikleri ve onun buna yaklaşmadığı nakledilir. Niçin yemediği sorulunca bunu yemesinin kendisine helal olduğunu ancak onların kendisine küfretmelerine vesile olmamak için yemediğini söyler. Bunun üzerine kumandan ona: “Alnımı öp seni salıvereyim” der. Fakat o: “Benimle beraber bütün Müslüman esirleri de salıverecek misin?” diye sorar. Kumandan “Evet” deyince alnını öper. Bunun üzerine onunla birlikte bütün Müslüman esirler salıverilir. Müslümanların yanına geldiğinde Hz. Ömer: “Her Müslümanın Huzeyfe oğlu Abdullah’ın alnını öpmesi gerekir” der ve önce kendisi öper.
[1]. Buhârî, 4981
[2]. Tefisrul Kebir, aynı ayetin tefsirinden
[3]. Fi Zilalil Kur’an, aynı ayetin tefsirinden