Önderlerimiz – Hakan Sarıküçük / 2013 Mayıs / 6. Sayı
I- Doğumu ve Yetişmesi:
Ebu Hanife künyesine nisbetle anılan mezhebin kurucusu olup asıl adı Numan b. Sabit’tir. Hakkında farklı görüşler belirtilmiş olmakla beraber tarihçilerin çoğunluğunun ittifak ettiğine göre İmam Âzam Hazretleri Kûfe’de doğup büyümüş ve hayatının çoğunu bu şehirde geçirmiştir. İmam Âzam, hicrî (80) senesinde dünyaya gelmiş olup (150) senesinde 70 yaşında olduğu halde Bağdat’da dünyaya gözlerini kapamıştır. Halen kabr-i şerifleri burada bulunmaktadır.
II- Nesebi:
İmam Âzam’ın torunu Hammad’dan nakledildiğine göre İmam Âzam’ın babası Sabit, müslüman olarak dünyaya gelmiş ve Hz. Ali -kerremellahu vecheh- ile müşerref olmuş bir zattı. Hz. Ali’ye bir bayram günü faluze tatlısı ikram ederek yeni doğan oğulları Sabit için dua istediler. O da Sabit ve ailesine dua etti. Aile bu duanın bereketini her zaman görmüştür.(1)
III- İlme İntisab Etmesi:
İmam Âzam Ebû Hanife küçük yaşta babası Sâbit’i kaybetmişti. Babasının vefatından sonra annesi Câfer-i Sadık ile evlenmiş, dolayısıyla Ebû Hanîfe ilk terbiyesini ve ilk bilgilerini Cafer-i Sadık’tan alarak ilerideki ilmi hayatını sağlam temellere oturtmuştu.
Ebû Hanîfe küçük yaşta önce Kur’an-ı Kerîm’i ezberledi. Kıraat ve hıfzını Kıraat imamlarından İmam Âsım’dan tamamladı.
İmam Âzam’ın devrinde Kûfe’de ve Irak’ta Mûtezilîler, Haricîler ve Şiîler faaliyet göstermekteydiler. Bu sebeple Hz. Ebû Hanîfe bunlara karşı mücadele etmek zorunda kalmış ve önceleri yani gençliğinin başlangıcında bu kimselerle mücadele etmek için aklî ilimlerle daha çok uğraşmış ve bir yandan da ticarî faaliyetlerini devam ettirmiştir. Dolayısıyla bir yandan ticaretten bir yandan da ilimden nasibini alıyordu.
İlim adamlarının sohbetlerine devamı sırasında Ebu Hanîfe’nin üstün zekâsı hocalarının dikkatini çekmiş, bu sebeple hocaları onu ticaretten kurtarıp ilme intisab etmeye teşvik etmişlerdir. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün İmam Şâbî ile karşılaştım. Kendisi oturuyordu. Beni çağırdı ve nereye gittiğimi sordu. Ben de çarşıya gidiyorum, dedim. Bunun üzerine; ben senin çarşıya değil, alimlerin meclislerine gitmeni isterim, dedi. Ben ise âlimlerin meclisine çok az uğradığımı söyledim. Bunun üzerine Şâbî bana; “Sen ticaretle uğraşma.” Zira senin ilimle uğraşman ve âlimlerin meclisinden ayrılmaman gerekir. Çünkü ben sende üstün bir zekâ ve kabiliyet görüyorum.” dedi. İşte Şâbi’nin bu sözü bende büyük bir tesir meydana getirdi. Ticareti bıraktım ve ilim tahsiline kendimi adadım. Şâbi’nin bu sözü benim için çok faydalı oldu.”
Şâbî ile karşılaştıktan sonra Ebû Hanîfe vaktinin çoğunu ilme hasretmiş, fakat bir taraftan da ortağı aracılığı ile ticari işlerini fikren yürütüyor, ortağının hesaplarını kontrol ediyor, böylece geçimini başkalarına muhtaç olmadan temin ediyordu.
İlk zamanlar Mutezile, Hariciler, Dehrîler ve Şiilerle cedelleşerek kendini akaid meselelerine veren ve böylece tatmin olan Ebû Hanîfe’nin, sonradan fıkıh halkaları dikkatini çekmeye başlamış bu şekilde ilimlerin en faydalısı olan ve sonradan babası olmakla vasıflandığı Fıkıh ilmine intisab etmiştir.
Önceleri itikada ait meselelerle ilmî çalışmalarına başlayan Ebu Hanîfe, sonradan sahabe ve Tabiun’u örnek alarak kelâm münazaralarından sarf-ı nazar etmiştir.
Ebû Hanîfe fıkıh ilmine intisab ettiği sırada kelâm ilmine vakıf olmuş, akaid meselelerini ve Tevhid’e ait incelikleri aklî delillerle isbat edecek güce sahip idi. Daha sonra sarf, nahiv ve Arap Edebiyatını öğrenmiş, hadîsleri ezberlemeye başlamış ve böylece büyük bir kültüre sahip olmuştu. Fıkıh ilmine ve Hadise yöneldiği zaman her bakımdan tam bir yetkiye sahip idi.
Ebû Hanîfe ilim hayatının başlangıç dönemlerinde kelâm ilmi ile meşgul olduğu halde sonraları oğlu Hammad’ı ve diğer talebelerini bu ilimle meşgul olmaktan menetmiştir. Bunun üzerine oğlu Hammad bir defasında kendisine şöyle demiştir:
“Bizi kelâm ilmi ile ilgili münazaralarla meşgul olmaktan menediyorsunuz, hâlbuki siz kelâm’a ait meselelerle meşgul oluyordunuz.” Buna karşılık Ebû Hanîfe şöyle cevap vermiştir.
“Evet, biz kelâm meseleleri hakkında münakaşa ediyorduk, fakat başımızın üstünde bir kuş varmış gibi aklımızın başımızdan uçmasından korkan kimsede olduğu gibi arkadaşımızın yanılmasından korkardık. Hâlbuki sizler kelâm münakaşalarına giriyor ve arkadaşınızın yanılmasını, ayağının kaymasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi, onun kâfir ve sapık olmasını istiyor demektir. Arkadaşının kâfir olmasını istemek ise küfürdür.”
IV- Hocaları:
Kendisinden faydalandığı hocaları arasında en önemlisi, çağının fıkıh ilminin reisi diyebileceğimiz İmam Hammad b. Ebî Süleyman’dır. İmam Hammad da İbrahim en-Nahaî ile İmam Şâbî’den fıkıh ilmi tahsil etmiştir. Ebû Hanife Kadı Şurayh ve Alkame’ye ait fıkhı da bu hocasından öğrenmiştir. Bu iki zat da İbn-i Mes’ud ile Hz. Ali’nin fıkhını bilen zatlardı. İmam Hammad bu iki tabiînin fıkhını öğrenmekle beraber İbrahim en-Nahaî ve Alkame’nin fıkhına daha çok önem vermiştir.
Ebû Hanife 28 yıl gibi uzun bir zaman hocası Hammad’a talebelik etmiş olup ölümüne kadar kendisinden ayrılmamıştır. Hocası Hammad vefat edince yerine geçerek ders kürsisine o devam etmiştir.
V- Fıkıh İlminde Temayüzü:
Hicri 120 yılında İmam Hammad vefat edince, onun yerini o zaman 40 yaşlarında olan en seçkin talebesi Ebû Hanife almış, dolayısıyla bütün gözler kendisine çevrilmişti. İmam Âzam ticaretle de meşgul bulunduğu için zamanın ihtiyaçlarını daha iyi tanıyabilmiş, örf ve âdetleri herkesten daha mükemmel kavrayabilmişti. Talebesi İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî onun hakkında şöyle diyor:
Ebû Hanîfe kıyasla ilgili meseleler hakkında talebeleri ile tartışırdı. Talebeleri bazen kendisine uyarlar, bazen de itirazda bulunurlardı. Fakat İmam Âzam Ebû Hanîfe istihsana başvurunca, yani ictihad edince ona hiç kimse itiraz etmezdi. Çünkü o istihsan konusunda ileri sürdüğü meseleleri kuvvetle müdafaa eder ve herkes kendisine bu konuda hak verirdi.”
İmam Âzam’ın Fıkıh ilminde diğer müctehidlere nazaran dehâ derecesinde başarılı olması, onun halkı yakından tanıması, halk ile münasebetlerinin devam etmesi ve bilhassa ticarî hayatında toplumun meselelerini çok yakından tanıma fırsatı bulması ve bu ilişkiyi sonuna kadar devam ettirmesi sayesinde olmuştur, desek yanılmış olmayız. Çünkü onun dayandığı istihsan metodu, halkın ihtiyaçları ile şeriatın kaynaklarını karşılaştırarak bir neticeye varmaktan ibarettir. Bu da şüphesiz halkı ve halkın meselelerini yakından tanımadan mümkün değildir. Bu şekilde meselelerin bütün inceliklerini keskin görüşleri ile kavrayan Ebû Hanîfe, Fıkıh ilminin meyvesini ilmî tartışmalarda görüyor, sahip olduğu kuvvetli mantık ve akılcı görüş sayesinde hasımlarının bütün düşüncelerini alt edebiliyordu. Fıkıh ilmindeki ictihadları üzerinde, önceden sahip olduğu cedelciliğin, mantık ve akılcılığın tesiri büyük olmuştur.
VI-Ebû Hanîfe’ye Övgü Söyleyenler:
Harun b. Sa’d’ın naklettiğine göre İmam Şafiî şöyle demiştir.
“Ebû Hanîfe rahmetullahi aleyh hazretlerinden daha fakîh bir âlim görmedim. Fakîh olmak isteyen kimse Ebû Hanîfe ve arkadaşlarının söz ve kitaplarına müracaat etsin, onların sözlerini kabul edip ezberlesin. Zira bütün insanlar kıyas hususunda Ebû Hanîfe’nin ıyalidir, (çocuklarıdır).” Zumayri’nin rivayetine göre ise İmam Şafiî şöyle demiştir:
“İnsanlar kıyas ve istihsanda Ebû Hanîfe’nin ıyalidir (çocuklarıdır).” Yani bu sözlerden maksadı, imam Âzam’ın fıkhın babası olduğunu anlatmaktadır, İmam Vâkıdî’nin söylediğine göre, İmam Mâlik, Ebu Hanife’nin birçok sözlerini, kabul eder, fakat bunu açıklamazdı.
Yine İmam Şafiî’den şu sözün nakledildiği rivayet edilmiştir:
“Bütün insanlar fıkıhta Ebû Hanîfe’nin, Siyer ve Meğazî’de Muhammed b. İshak’ın, tefsirde Mukâtilin, nahivde Kisâî’nin ıyalidirler, İmam Âzam’ın kitaplarına bakmayan fıkhı anlayamaz ve bilemez, maksadına nail olamaz.”
İmam Mâlik’in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Ebû Hanife İslâm’da altmış bin mesele çıkarıp ortaya koymuştur.” İmam Ebû Bekir b. Atîk’in rivayetine göre ise, İmam Âzam İslâm’da beş yüz bin mesele çıkarıp ortaya koymuştur.
Hatîb-i Harezmî’nin rivayetine göre ise, 63.000 mesele ortaya koymuş olup bunların 32.000’i ibadetlere dair, geride kalan 31.000’i de muamelâta dairdir. Eğer İmam Âzam bu meseleleri ortaya koyup ictihadda bulunmasaydı bütün insanlar sapıklıkta kalırdı.
VII -Hazır Cevaplığı:
Rivayete göre, Bağdad’a Rum diyarından bir Dehri gelip insanların inançlarını sarsmak için ilim adamları ile münazaralara girişiyormuş. Bütün Bağdat âlimleri bu dehri karşısında aciz kalıp sorularına cevap veremediler. Yalnız görüşmediği âlim İmam Hammad kalmıştı. İmam Hammad ise, ben de gidip münazarada cevap veremeyip aciz kalırsam cahiller arasında İslâm inancı sarsılır korkusuyla münazara etmekten çekiniyordu. İmam Hammad bu düşünce ile muztarib halde uykuya dalmış, gece rüyasında görmüş ki; bir hınzır gelmiş bir ağacın dallarını ve gövdesini yemiş, sadece kökleri kalmış. Bu esnada o civarda bir arslan yavrusu çıkarak o domuzu parçalayıp öldürmüş. İmam Hammad bir korku içinde uykudan uyanmış, kederli bir durumda düşünmeye başlamış. İmam Âzam Hazretleri o zaman on üç yaşında bulunuyordu. Hocası Hammad’ı kederli halde görünce sebebini sordu. İmam Hammad ona rüyasını anlattı. Bunun üzerine İmam Âzam rüyasını şöyle tevil etti:
“O gördüğünüz ağaç ilimdir. Dalları diğer âlimlerdir. Kökü zat-ı âlinizdir. Arslan yavrusu ise benim, inşallah o domuzu ben öldüreceğim” dedikten sonra hocası Hammad ile beraber camiye gittiler. O sırada dehrî gelip minbere çıktı ve münazaraya başlayarak karşısına çıkacak birini istedi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe karşısına dikildi. Dehrî yaşının küçüklüğüne bakarak onu küçümsedi. İmam Azam: “Ne sormak istiyorsan sor” dedi. Bunun üzerine dehrî İmam Âzâm’a şöyle sordu:
“Başlangıcı ve sonu olmayan bir varlığın bulunması mümkün müdür? dedi. İmam Âzam tereddütsüz cevabında:
“Sen sayı bilir misin?” dedi. Dehri de :
“Evet, bilirim, dedi.” İmam Âzam:
“Bir sayısından önce bir sayı var mıdır?” dedi. Dehri:
“Bir sayıların evvelidir, ondan önce sayı yoktur,” cevabını verdi. Bu sözü karşısında İmam şöyle dedi:
“Bir sayısından evvel sayı olmaz da bir olan Allah’tan önce nasıl başka bir varlık bulunabilir?”
Bunun üzerine Dehri ikinci sorusunu sormaya devam etti:
“Allah Teâlâ ne tarafa yönelmiştir?” Bu soruya karşılık İmam Âzam:
“Bir mum yakınca onun ışığı ne tarafa yönelir?” dedi. Dehri:
“Her tarafa yayılır” cevabını verdi. Buna karşılık İmam Âzam:
“Mecazî nur olan bir mumun ışığı her tarafı kaplar da göklerin ve yerin nuru olan Allah Teâlâ her tarafı kaplamaz mı? Bunun doğruluğu güneşten daha açıktır.” dedi.
Dehrî üçüncü sorusunu şöyle sordu:
“Var olan her şeyin bir mekâna ihtiyacı vardır. Buna göre Allah nerededir?” Bunun üzerine İmam Âzam bir kâse içinde süt getirerek:
“Bu sütün içinde yağ var mıdır?” diye sordu. Dehrî:
“Evet, vardır.” cevabını verince İmam Âzam:
“Yağ bu sütün neresindedir?” diye sordu. Dehrî:
“Süt içindeki yağın belli bir yeri yoktur, sütün her tarafında yağ vardır.” dedi. Dehrinin bu cevabı karşısında İmam Âzam:
“Fâni ve zail olan bir varlığın belli bir mekânı olmuyor da Allah Teâlâ için nasıl bir mekân tasavvur edilebilir? Allah Teâlâ vardır ve O’nun varlığı her yeri kaplamıştır.” dedi.
Bundan sonra dehri dördüncü sorusunu şöyle sordu:
“Rabbin şimdi ne iş ile meşguldür?” İmam Âzam:
“Sen birkaç soru sordun, ben ise cevap verdim. Soru soranın yüksekte, cevap verenin aşağıda olması yakışmaz. Sen in de minbere ben çıkayım.” dedi. Bu söz üzerine dehri minberden aşağıya inip yerine İmam Âzam minbere çıktı ve:
“Benim rabbim, senin gibi bir kâfiri minber üzerinde lâyık görmeyip aşağıya indirmekte ve benim gibi bir Tevhid ehlini minber üzerine çıkarmaktadır.” cevabını verince dehrî cevap veremez duruma geldi ve pes dedi. İşte o zaman dehriyi yakalayıp öldürdüler ve İmam Hammad’ın gördüğü o rüya gerçekleşmiş oldu.
İmam Âzam’ın zekâsının üstünlüğüne delâlet eden olaylardan biri de şudur: Hasan b. Ziyad’ın naklettiğine göre, bir kimse bir yerde bir miktar para defnedip sonradan bu malı nerede gömdüğünü unutmuş. Bunu nasıl bulacağını İmam Âzam Hazretlerine sorunca,
“Gece sabaha kadar namaz kıl, inşallah bulursun.” demiş. Bu tavsiye üzerine o kişi gece namaz kılmaya başlamış ve gecenin dörttebiri olunca parasını nereye gömdüğü hatırına gelmiş. İmam Âzam’dan bunun hikmetini sormuşlar ve şöyle cevap vermiş:
“Şeytan aleyhillâne gece sabaha kadar namaz kılmaya rıza göstermez, onu mutlaka bu işten meneder. Bu sebeple hatırına getirir.”
Yine cimri bir kimse malını bir yerde gömmüş, fakat bir müddet sonra gidince bu parayı yerinde bulamamış, çıkarıp almışlar. Hasis bir kimse olduğu için buna fazla üzülmüş ve nerede ise ölecek duruma gelmiş. Bazı dostlarının tavsiyesiyle İmam Âzam Hazretlerine müracaat edip bir çare bulmasını rica etmişler. Bunun üzerine İmam Âzam Hazretleri:
“Bana yerini gösterin.” demiş ve göstermişler. İmam Âzam başka bir vakitte o yere gelip burada bazı kimselerin mantar devşirdiklerini görmüş. Yanlarına yaklaşıp bunlardan birine:
“Siz burada her zaman mantar devşirir misiniz?”diye sormuş. Adam da:
“Evet, her zaman devşiririz,” cevabını vermiş. İmam Âzam:
“Hepiniz birlikte toplayıp sonra taksim mi edersiniz?” diye soru sorunca:
“Hayır, herbirimiz ayrı ayrı kendi hesabımıza devşiririz.” demiş. İmam Âzam tekrar sordu:
“Hepiniz buradan beraber mi ayrılırsınız?” Adam cevap verdi:
“Hepimiz beraber gideriz, fakat şu adam her zaman geri kalıp bizden sonra gider.” demiş. Bunun üzerine İmam Âzam bir kenarda oturup dağılmalarını beklemiş. Herkes gidip sadece o kimse kalmış. Bu sırada İmam, o zatın yanına yaklaşıp:
“Bu yerde bir adam bir miktar para gömmüş, bu parayı sen çıkarıp almışsın, hem aldığını görmüşler ve şahidlik ediyorlar. Başkaları duymadan harcadığın sana kalsın sahibi onu bağışlar, gerisini ver.” demiş. Adamı bu söz karşısında korkup aldığı parayı getirip İmam Azam’a teslim etmiş. O da sahibine vermiş. Bu olayın sırrını açıklarken İmam Âzam Hazretleri şöyle diyor:
“Görmüşler” sözümden maksadım Allah Teâlâ’dır. Çünkü Allah Teâlâ kullarının yaptığı bütün işleri görür.”
İmam Âzam’ın zekâsı o derece üstün idi ki bir şeye bir defa baksa derhal onun keyfiyetine vakıf olurdu.
Mantığı ve hazır cevaplılığı doğuştan kuvvetli idi. İbn Avf: “Kûfe’de bir âlim varmış, en zor meselelere cevap verirmiş diye Ebu Hanife’nin şöhretini duyardık.” Ebu Nuaym’de “Ebu Hanife en zor meselelere dalar giderdi” demiştir. Bir hac mevsiminde insanlar Ebu Hanife’nin etrafını sarmış, her çeşit meseleyi soruyorlardı. Bir âlim de bunu geriden takip ediyordu. Diyor ki: Ona öyle ağır bir feraiz (miras hukuku) sorusu sordular ki, on beş şıkkı vardı. Daha adam meseleyi tamamlamadan Ebu Hanife cevabını verdi. Ben, süratli cevap vermesine mi, yoksa doğru cevap vermesine mi, diye şaşırdım kaldım.(2)
VIII-Keremi, Ahlâkı, Zühd ve Takvası:
Yine rivayet edilir ki İmam Âzam bir meselede zorlukla karşılaşıp çözemezse tevbe ve istiğfar edip, bir günah işlemişim ki bu müşkil bana arız oldu, der ve kalkıp iki rekât namaz kıldıktan sonra o mesele kendisine keşfolur ve böylece o müşkil ortadan kalkardı.
Yine rivayet edilir ki İmam Âzam ticaretle geçinir ve ticari işlerini ortakları yürütürdü. Ortaklarından birinin satışında şüphesi bulunduğu ve sattığı mallar arasında bir tanesi sakat bulunduğu için 30.000 akçelik kârını fukaraya sadaka olarak dağıtmıştır.
İmam Âzam Hazretleri zengin olduğu halde kendi ifadesine göre, dörtbin dirhemden fazla parayı elinde tutmamış, bu kadarını çoluk çocuğunun nafakası için saklarmış, gerisini fukaraya, talebelerine ve Mekke ile Medine’de bulunan Fakîhlerin nafakalarına yardım için harcamıştı.
IX-Kadılıktan Kaçınması:
Ebu Hanife resmi vazifeden ve devlet kapısından uzak kalmaya azmetmişti. Ehli beyte sevgi besler ve daima onların tarafını tutmaya meylederdi. Onların zulme maruz kaldıklarına inanırdı. Zalim saymış olduğu devletten görev almak istemez, görevi ile onları temize çıkarmaya razı olmazdı. Bu yüzden de hem Emevilerin, daha sonra da Abbasilerin Kadılık tekliflerini reddetti. Defalarca hapse atıldı. İkinci Abbasi halifesi Mansur zamanında kadılığı kabul etmediği için hapse atıldı, dayak yedi ve orada can verdi.
Hidâye sahibi Mergînanî’nin naklettiğine göre Halife Mansur, İmam Âzam, İmam Sevrî, İmam Cündî, İmam Şerik ve İmam Mis’ar’ı kadı nasbetmek için huzuruna çağırmış. İmam Âzam Hazretleri; ben hile yapıp kurtulurum, dedi. İmam Sevrî: ben firar ederim, dedi. İmam Mis’ar: ben de deli numarası yaparım, dedi. Şerik ise zaten beni kadı yapmak istemez, diyerek yola çıktılar. Devlet sarayına giderken nehrin kenarında bir gemi gidiyormuş. İmam Sevrî kaptana yalvararak: “Beni bir kimse boğazlamak istiyor, beni gemine koyup kurtar.” dedi. Kaptan da onu alıp gizledi. Bu şekilde Bağdat’tan firar etti. Diğerleri ile birlikte halifenin huzuruna vardılar. Mis’ar halifeye: “Davarların nasıl, çoluk çocuk nasıl” diyerek uygunsuz sözler sarfedince onu meclisten dışarıya attılar. İmam Âzam Hazretleri ise: “ben elbise tüccarıyım, beni kabul etmezler. Kûfeliler Kureyş ve Ansar-ı Araptandır, ben ise köle neslindenim.” dedi. Onu da dışarıya attılar. Şerik: “Benim görme kuvvetim zayıftır, mührün yazılarını dahi fark edemem.” diyerek mazeret belirtince halîfe: “Ben senin yanına bir kimseyi yardımcı tâyin ederim, o sana yardım eder.” dedi. Bu sefer Şerîk: “Benim hafızam zayıftır.” dedi. Buna karşılık: “Sana bal ile badem yediririm düzelirsin.” cevabını verdi. Bununla da mazeretini kabul ettiremeyince; “Benim kadınlar taifesine fazla meylim vardır.” dedi. Halife; ben sana çok maaş veririm, onunla cariyeler satın alırsın.” dedi. Bu şekilde ne dedi ise kendini kadılık makamına nasbedilmekten kurtaramayınca, Şeriat nazarında yakın uzak, küçük büyük ayırt etmem, herkese eşit bir şekilde Şeriatın hükümlerini tatbik ederim.” deyince halife; “Ben de olsam, başkası üzerine üstün tutma.” deyince kaçınılmaz bir şekilde kadılık görevini kabul etti. Fakat vazifeye başladıktan bir müddet sonra halifenin kölelerinden biri bir gün bir dâva dolayısıyla kadının karşısına gelip diğerlerinden öne geçmek isteyince kadı Şerik buna rıza göstermeyip, ikiniz de şeriat nazarında birsiniz, dedi. Bunun üzerine halife Şerîki bu görevden uzaklaştırdı.
X-Hapsedilmesi ve Vefatı:
Şerik’in azledilmesinden sonra halife Mansur tekrar İmam Âzam’ı huzuruna çağırdı ve kadı olmasını teklif etti. Fakat İmam Âzam yine bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine halife Mansur kızarak İmam Âzam’ı hapsedeceğine ve dövdüreceğine yemin etti. Ve memurlarına emir verip her gün on kamçı vurdurdu. Birkaç gün bu şekilde dövülüp hapsedildikten sonra İmam Âzam Hazretleri şiddetli acı çekerek ağlamaya başladı ve aradan çok zaman geçmeden “Allah selâm evine çağırır” davetini kabul ederek Allah’ın rahmetine kavuştu. Bâzıları dövmekten, bazıları zehirlenmekten vefat ettiğini söylemektedirler. Bu iki rivayeti birleştirmek de mümkündür. Zindanda her gün on kamçı vurup sonra zehir içirdiler.
Bazıları da şöyle demişlerdir. İmam, halife’nin huzuruna götürülüp kadılık teklifi yapılınca kabul etmedi ve bunun üzerine şerbetine zehir koydurup kendisine içirdiler. İmam Âzam Hazretleri zehrin tesirini hissettikçe Mansur’un meclisinden kalkıp gitti. Mansur; “Nereye gidiyorsun?“ diye sorunca; “Gönderdiğin yere gidiyorum.” cevabını verip yine kendisini zindana götürdüler. Zehir bütün azalarına sirayet ettikten sonra onu hapse indirdiler ve bırakıp gittiler. İmam’ın ciğeri zehrin tesirinden parça parça olup ölümü hissettikçe secdeye kapanıp secdede iken ruhunu teslim etmiştir. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin ve açtığı çığırı kıyamete dek devam ettirsin. Vefatında yaşı 70’i bulmuştu. Hicri 150 senesinde Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Allah azze ve celle bizleri de âlim, abid, muvahhid ve mücahid kulları arasına dâhil eylesin. Verdiği ahdine sadık, hayatını O’na adayan kullarından eylesin.
AMİN.
——————————-
1 İbn Nedim, el-Fihrist, 255
2 Heytemi, Menakıb