İlim Ve Eğitim Bahanesiyle İslâmi Davetten Uzak Kalmak  

Kapak Dosya – Ümit Şit / 2019 Kasım / 84. Sayı

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

“Ey örtüye bürünerek saklanan Peygamber, kalk da uyar.” (Müddessir, 1-2)

Bu ayet Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke sokaklarına itmiş ve İslâm davetini insanlara ulaştırmak için 23 yıl boyunca yatağından ve rahatından uzaklaşmasına sebep olmuştur. Seyyid Kutub rahimehullah, bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ağır ve son derece önemli bir görevi üstlenmeye çağıran yüce bir sesleniş, bir görevdir. İnsanlığı uyarma, onu dünyada kötülükten, ahirette cehennemden kurtarma, henüz fırsat elde iken onu doğru yola iletme görevidir. Bu görev o günlerde bir insana bu insan bir peygamber de olsa yüklenebilecek son derece ağır ve zor bir görevdi. Çünkü o günlerin insanları öylesine sapık, öylesine günahkâr, öylesine inatçı, öylesine söz dinlemez, öylesine azgın, öylesine gözü kara, öylesine kaypak ve öylesine gerçekten uzaklaşmıştı ki, onları gerçeğin sesini dinlemeye çağırmak dünyadaki yükümlülüklerin en ağırı, en sıkıntılısı niteliğinde idi”.

İnsanlarla uğraşmak her zaman, her kesim ve her taife tarafından zor görülen işlerden olmuştur. Adeta deveye hendek atlatmak daha kolay sayılmıştır. Ancak insanlığa gönderilen rahmet ve cihad Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu halka cahil demeden, zalim demeden, alim demeden İslâm davetini ulaştırmayı gaye edinmiştir. Mekke halkı ne kadar İslâm’a aç idiyse, günümüzdeki insanlık da bir o kadar belki de daha fazla hurafelerden, bidatlerden arınmış hanif olan İslâm’a o denli açtır ve ihtiyacı vardır. Nasıl ki eski Mekke’de zorbalık, yağma, tecavüz, gasp, zina, cinayet, ahlâksızlık, adaletsizlik mevcutsa aynı şekilde günümüzde fazlasıyla mevcuttur. Bu durumu her akıl sahibi iyi düşünerek, analiz ederek görebilir. İşte bu tür sapıklık ve sapkınlıklar, müptela olunan günahlar, günümüz insanını kuşatarak her geçen gün cehenneme daha da yakınlaştırmıştır.

Dünyadan cehenneme yuvarlanma suretiyle düşen insanlarımızın arkasından tebessüm ederek cehenneme yuvarlanışlarını seyretmek bizim iman ettiğimiz İslâm’a aykırı bir davranış ve karakterdir. Bundan dolayı öncelikle kendimizi ilimle donatmak ve bu ilimle İslâm’ı insanlara taşıyarak amel etmek bizi Allah azze ve celle’nin izniyle cennete taşırken, insanlarımızı cehennemden kurtarma ile sonuçlanacaktır. Biz bu yazıda insanlara İslâm davetini ulaştırmak için ilim yoksunluğunu, eğitim yetersizliğini bahane ederek derin ilme ve köklü eğitime sahip olma yolunda nasıl davetten uzaklaşıldığına Allah azze ve celle’nin izni ile değinmeye çalışacağız.

İlim erkek ve kadına farz olan bir ibadettir. Öğrendikçe ufkumuz genişler. Ufkumuzun genişlemesiyle dünyanın darlığından ahiretin genişliğine uzanırız. Kafamızdaki soruları cevaplandırarak iç huzuru yakalarız. Cahilliğimizi atar, Allah azze ve celle’ye  kul olmanın gerçek mahiyetini öğreniriz. Ancak bu ilim birkaç sene boyunca şipşak sahip olunan ve tecrübe edinilen bir kısa eğitim ürünü değildir. Bu eğitim köşeye çekilerek toplumdan uzaklaşarak nasihat etmekten kaçınarak sadece ilim tahsil etme meselesi de değildir. Davet için gerçek eğitim saha içindedir. Davet ve İslâmi eğitim, etliye sütlüye karışmadan motamot bir eğitim anlayışı değildir. Her Müslüman alt yapısını türlü yöntemlerle almış olduğu bilgiyi cadde ve sokaklara taşımakla mükelleftir. Tabii ki, hiç eğitim almadan yarım yamalak meal davetçisi olarak önümüze gelen her kişiye bir usul izlemeden bir şeyleri tebliğ etmek veya aktarmak davet değildir. Çünkü hikmetli olunamayacak ve türlü sorunlarla karşılaşılacaktır.

Anlatmak istediğimiz mesele bir kişinin yeteri derecede İslâmi eğitim almasına rağmen bu hakikatleri insanlara aktarmak yerine başka bir kursa gitmesi ve o kursu bitirince yeni başka bir kursa başlaması, şeytanın hedef saptırmadaki yöntemlerine çanak tutmasıyla ilgilidir. Sürekli öğrencilik hayatı yaşayan bir Müslüman öğretici konumuna gelmek, sorumluluk almak yerine kaçmayı seçmektedir. Bu kaçış üniversitede bir bölüm bitirdikten sonra tekrar başka bir bölüme başlayan ama bir türlü hayatın içine giremeyen öğrencilere benzemektedir. Bu kadar bilgiye rağmen henüz insanlara bir şey anlatamayan, bir işin ucundan tutamayan Müslümanların bu durumu çok vahim bir durumdur. Üniversitelerin İslâm’a muhalif yönleri sebebiyle çocuklarını medreselere ve çeşitli İslâmi kurslara veren aileler, üniversiteye gitmeyerek elinden kaçırdıkları kariyer rüyalarının tabirini bu kurslar ve medreseler üzerinden yapmaktadırlar adeta. Sürekli akademik bir dil müfredatıyla dili bozulan davetçi adayları halka seslenememektedir. Seslense de halk bu sese yabancı kalmaktadır.

İnsanların suya muhtaç olduğu kadar İslâm’ın şiarlarına fazlasıyla muhtaç olduğu bu dönemde ilim alma adı altında geçen yıllar, kişinin aldığı ilmi toprağa gömmesine sebep olmuştur. Bu ise insanlığa yapılan bir vefasızlıktır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, tüm Kur’an ayetleri indikten sonra mı davete başladı? Yoksa ilk inen vahiyle insanlara kâinatı okuyun da boşuna yaratılmadığınızı anlayın mı dedi? Ey insanlar sizler şu dünyada gelip geçen başı boş bırakılmış alelade bir varlık değilsiniz mi dedi? Bilakis sizler Allah azze ve celle’nin yeryüzündeki halifeleri olarak adaleti tesis etmek, insanları cehennem çukurlarının çeperlerinden Allah azze ve celle’nin izni ile alıp cennet bahçelerinin kapılarına yönlendirmeye mükellefsiniz demedi mi?

Elmasın değerli olması işlenmesidir. İlmin veya eğitimin değerli sayılabilmesi için işlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde öğrenilen ilmin veya alınan eğitimin hiçbir değeri yoktur. Batının kokuşmuş kültürüne müptela olmuş bu halka İslâm’ı götürmekten mesulüz. Yeniden kalplerin yapılandırılması, zihinlerin arındırılması ve hayatların yeniden ihyası için bir çalışmanın ucundan tutmak zorundayız. Her çiçekten bal alıp, balı kimseyle paylaşmamak ve üstüne üstlük bir mazeret/maharet gibi “daha bal istediğim kıvama gelmedi” demek, şeytanın vesvesesinden başka bir şey değildir.

Erkeklerimiz erkeklerimize, kadınlarımız kadınlarımıza, çocuklarımız çocuklarımıza öğrendiği ya da bildiği her şeyi anlatmak zorundadır. Nitekim kişi bildiği ve bildiğini paylaştığı kadar alimdir. Hanımlarımızı davetten uzaklaştırmamız en büyük tehlikedir. Evde çocuk yetiştirsin, ilmini de ben veririm diyen Müslüman kocalar! Biliyoruz ki bunun için zamanınız olmayacaktır. Hanımlarımız sadece evde oturursa daveti hanımlara kim götürecek? Kocalar bilinçlensin onlar götürür diyenler de var tabi. Ancak pratiğe bakıldığında hiç de öyle olmuyor. Çalışmalardan uzak hanımların eğitim seviyeleri düşerken aile içindeki iletişim de çatırdamaktadır. Eşler eve geldiklerinde ahiretten çok dünya sorunlarını konuşmaktadırlar. Bunun sebebi hanım kardeşlerimizin kocaları gibi davet sahalarında olmayışlarındandır. Çocuklarımıza Sümeyra ismini koymak en kolay olanıdır. Önemli olan Sümeyra radıyallahu anha gibi sahaya inmek ve indirmektir. “E o zaman birbirimizi pek göremeyeceğiz” diyen kardeşlerimiz de vardır. Onlara da inşallah Şehit Zafer Mert hocamızdan bir alıntı ile cevap vermek istiyorum: “Şayet dünyada hep görüşürseniz, cennette görüşemezsiniz.” 

Şayet Hasan el Benna rahimehullah’ın dediği gibi “bu toplumun yarısını kadınlar oluşturuyor ve diğer yarısını  da kadınlar doğuruyor” ise kadınlarımızın çocuklarına iyi bir hoca olması için kadınlarımız davet sahasında çocuğuyla beraber olmak durumundadır. Çocuk o havayı, o atmosferi teneffüs ederek yaşamalıdır. Çünkü siz de takdir edersiniz ki asrı saadette yaşamıyoruz.

Bir Müslüman; iş yerinde çalışanını, evde ailesini, akraba ortamlarında akrabalarını, başka ortamlarda ise o ortamlarda bulunan insanlara hakikati anlatması kendi nefsi için ilaçtır. Neden mi? Çünkü eğitim ile frenlediğimiz hayatımız monotonlaşmıştır. Edindiğimiz ilim; ruhtan, duygudan uzaklaşarak matematiksel hesaplamalara dönüşmüştür. Bu tür ilmi şayet paylaşmaz ve insanların yanlışlardan doğruya ulaşmaları için vesile kılmazsak, kendimize de yararı olmayacaktır. Çünkü şu ayete göre şunlar münafık, şu hadise göre şunlar kibir ehli diyerek nefsimizi unutmaktayız.

Şayet namaz kılmayan bir genci namaza başlatmak için konuşuyorsan bil ki namazın önemini kavrayacak olan öncelikle kendi nefsindir. Eğer dünyadan yüz çevirip gerçek yurt olan cenneti anlatıyorsan, bil ki cennetin kokusunu burnunda hisseden sen olacaksın. Anlatırsan, hatırlarsın. Hatırlarsan, kalbin canlanır ve taşlaşmış duyguların yumuşamaya başlar. Halkla iç içe olmayan tekfircilerin kalpleri neden sertleşti? Çünkü matematiksel bir hesapla din anlattılar ve sonucunu gözlediler. Halbuki ne zaman bu halkın dertlerini dinlediler ki? Ne zaman bu halkın önündeki engelleri merhametli elleriyle kaldırmaya çalıştılar ki? Bu yüzden duygulardan ve empatiden arınmış bir üslupla din anlattılar ve kendi nefislerini temize çıkardılar. Böylelikle insanlardan uzaklaşarak sert bir yapıya sahip olmayı seçtiler. Biz İslâm davetçileri Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem gibi İslâm’ı kimseyi kınamadan, kırmadan, “sen kafirsin, müşriksin” demeden insanlara anlatmalı ve kendi imanımızı her daim canlı tutmalıyız. 

Velhasıl eğitim almak önemlidir. Ancak “bu diksiyon kursuna gideyim, şu Kur’an talim kursuna gideyim, o dil eğitimine gideyim sonra insanlara bir şey anlatırım” demek şeytanın sağdan yaklaşmasından başka bir şey değildir. Sen onları öğrenene kadar zamanı durduramayız. Kayıplarımız gün geçtikçe artmaktadır. Bu yüzden öğrendiklerini paylaşmak en temel görevindir. Aksi takdirde ne eğitim biter ne de insanlara ulaşırsın. Eğitimin bitse de o zamana kadar sendeki iman aynı olmayacaktır. O zaman da yerinde oturmayı seçeceksin. Ama zaman oturma zamanı değildir. Gençlerimiz, zihinlerini hipnoz eden müziklerle parçalamaktadırlar. Bu yüzden ne anlatsan seni anlamıyorlar. Gençlerimizin hayatlarını İslâmi yaşantıdan küresel kafir hayatlarına sürüklüyorlar. Bu yüzden ahlâk dibe vurmuş durumdadır. Gemi batıyor kaç kişi kurtarsak Allah azze ve celle için kar değil midir?

 Ne yazık ki kitap çıkarmaktan bir hâl olan ve bu kitapla da ilim ehlini tenkit eden ilim ehli insanlara rastlıyoruz. Bu Müslümanlar insanlara var olan vahim durumu, güllük gülistanlık göstermektedirler. Nerden mi biliyoruz? 

Bir genç ile karşılaşmıştım. Çocuk çok ahlâklı biriydi ama namaz kılan biri değildi. Ona neden namaz kılmıyorsun dediğimde nefsime ağır geliyor dercesine başını öne eğdi ve daha sonra şöyle dedi “bizim bir hoca vardı namaz kılmasak da Müslüman olduğumuzu ve cehennemde cezamızı çektikten sonra cennete gideceğimizi söylemişti”. Subhanallah! Evet kafir olmuyor ama namaz kılmayarak kafirliğe bir adım atmıyor mu bu genç? Cehennem bu kadar mı hafife alınır? Yanar ve cennete geçersin ne demek? Kafir gibi yaşanırsa yolun sonunda sinelerde iman kalacağını kim garanti edebilir? Yahudilerin “ateş bize sayılı günler kadar dokunacak sonra cennete gireceğiz” demelerinden ne farkı var bu söylemlerin? İyi bir portre çizeceğimize portreleri düzeltmemiz gerekmez mi?

Cennetle müjdelerken, cehennemle korkutmak Rasûllerin görevlerindendir. İşte sadece ilimle uğraşıp koltuklara yapışırsak gençlerimizin gerçek vakıalarından da uzaklaşırız. Olaylara kendi eksenimizden bakmaya başlarız. Böylelikle gençlerimiz kafir gibi düşünür. Kafir gibi görünür. Kafir gibi yaşayarak Müslüman olarak mı ölür onu ise Allah azze ve celle bilir. Yaşayan hiçbir Müslüman cenneti garantilememişken bizlere ne oluyor da bahanelere sarılıyoruz?