Kapak Dosya – Hakan Sarıküçük
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanları İslam’a çağırmakla görevli olduğu gibi bu zamanda ümmeti de ona bu görevinde ortaktır. Bu sorumluluk şu ayetin açık ifadesiyle her Müslümana Allahu Teâlâ’nın bu ameli vacip kıldığını gösterir. Nitekim bu ümmet hayrı, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak ile kazanmıştır: “Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Âl-i İmran, 110)
İmam Kurtubi rahmetullahi aleyh tefsirinde şöyle diyor: “Allahu Teâlâ müminlerle münafıklar arasındaki farkın iyiliği emretmek, kötülüğü de yasaklamakla olduğunu bildirmiştir. Müminlerin sıfatlarının içinde en özel olanının iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak olduğunu bildirmiştir.”
Allahu Teâlâ’nın: “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten nehyederler.” (Tevbe, 71) ayeti hakkında da şöyle demektedir: “Allahu Teâlâ emri bil maruf ve nehyi ani’l-münkeri, müminler ile münafıklar arasında bir ayırım yapmış, müminlerin en bariz ayırıcı özelliğini bununla belirtmiştir. Bunun anlamı ise ölçü, İslam’a davettir.”
Şüphesiz her İslami hareket, davet yolunda ulaşması gereken hedefleri belirler. Onları başarıya ulaştıracak şey ise konulan hedeflere kilitlenen gönüllü Müslüman şahsiyetlerin varlığıdır. Müslüman şahsiyetin davet yolunda sahip olması gereken ilk özellik, şüphesiz sağlam bir imana sahip olmasıdır. Davet yükünü ancak Allah’tan gelen vahiyle irtibat halinde olan ve Rasûlullah aleyhisselam’ın sünnetini birebir yaşayan davetçiler omuzlayabilirler.
Şüphesiz İslam’a davet yolu yolların en doğrusu, en şereflisi ve uğrunda fedakârlık yapmayı en çok gerektirenidir. Müslüman şahsiyet bu davet yolunda fedakârlık yaptıkça sırat-ı müstakime yaklaşır, Allah katında derecesini arttırır. Canlıların en şereflileri arasına girer.
Davetçi, davet ettiği şeyin gerçekliliğine inanan kişidir. Bu da ancak sürekli bir şekilde ilahi emirleri emretmekle gerçekleşir. Allahu Teâlâ’nın: “Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzeldir?” (Fussilet, 33) ayetini okuduğumuzda Allah’a davet eden kişi “En güzel sözlü kişi” olduğundan dolayı O’na davet etmeyenden daha üstün olduğunu anlarız.
İnsanları Allah’a çağıran Müslüman davetçi vaktinin büyük bir kısmını adeta cennet bahçelerinde dolaşarak geçirir. Çünkü kendilerini Allah’a çağırdığı kişilerle bir arada bulunduğu anlar, meleklerin çepeçevre kuşattığı, Allahu Teâlâ’nın rahmetinin bürüdüğü zikir anlarıdır, Allah’ı anma meclisleridir. Böyle anlarda ayrıca Allah azze ve celle, onları kendine yakın olan sevgili kullarının arasında anar.
Davet görevini yerine getirdiğimiz müddetçe insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmet olduğumuzu unutmamalı, asla ve asla iyiliği emredip kötülükten sakındırmak görevini terk etmemeliyiz. Bizleri en hayırlı ümmet olmaya sevk eden davranışları terk etmemeliyiz. Eğer terk edersek Allah’ın bizleri yok edip yerimize bizden daha hayırlı topluluklar var edebileceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız. Bizi bu hayırlı yoldan alıkoymak isteyen insanların saldırı ve davranışlarına aldırmamalıyız. Önümüze çıkan zorlukları sadece hatalarımız olarak değil hak-batıl mücadelesinin bir gereği olarak görmeliyiz. Kınayıcının kınamasından korkmadan yolumuza devam etmeli, Allah’ın kendisinden korkulmaya daha layık olduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız.
Davası uğruna her türlü zorluklara sabreden örnek nesiller olmadan bir davanın başarıya ulaşması imkânsızdır. Kurtuluş yolunun en önemli görevini kuşanan örnek ve öncü nesil, davasına yürekten inanan ve Allah’a derinden bağlı olan rehberler olmalıdır. Yeryüzünden fitne kaybolup din yalnız Allah’ın oluncaya kadar mücadele eden erler olmalıdır. Kalbi davet ve cihat aşkıyla yanan, davası uğrunda her türlü imkânını seferber eden sahabe nesli gibi olmalıdır.
Allah’a davette temel mesele iman meselesi; yani Allah’ın varlığı, birliği ve O’na kulluk meselesidir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a davet eden Müslüman’ın bu anlayışı insanlara ulaştırması ve onların kalplerini Allah bilgisiyle diriltmesi ve onları Allah’a itaate teşvik etmesi onun imanını sürekli taze tutup imanını arttırır, kalbini de daima Allah azze ve celle’ye bağlı kılar.
İslam ümmeti tebliğ ümmetidir, onlar iyiliği emretme kötülüğü yasaklama ümmetidir. Allah’ın dinini tebliğ eden salih kullar vesilesi ile ümmet ilerler, yıldızı parlar, milletler içinde yükselir, Allahu Teâlâ onlar vesilesiyle ümmetin yeryüzündeki devamını sağlar.
Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki; ya iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarsınız yahut da Allahu Teâlâ kendi katından üzerinize bir azap gönderir de artık ona dua edersiniz ama duanıza cevap verilmez.”[1]
Müslüman davetçi Allah’a davette O’nun diniyle ilgili önemli ve temel hususları seçer. Konuşmalarında Kur’an ayetleri ile Hadisi şerifleri delil getirir. Şurası açık ve malumdur ki Allah azze ve celle’nin kelamının ve peygamber aleyhisselam’ın hadislerinin tüm varlıklar üzerinde çok güzel etkileri vardır. Hele hele dinleyiciler üzerinde… Bir de bununla birlikte Müslüman davetçinin kalbi dilinden etkileniyorsa…
Davetin başarıya ulaşabilmesi için muhtevanın da sağlam olması gerekir. Zira muhtevası sağlam olmayan bir davetin başarıya ulaşması imkânsızdır. Muhtevası bozuk dava/davet dünyada yalancı-sınırlı bazı başarılar elde etse de toplamda Allah katında başarısızlığa mahkûmdur. Bizler de davetimizin muhtevasını tevhidî referansları merkeze alarak oluşturmalıyız. Bu çerçevede vahyi merkeze alan, bu vahyi en uygun tarzda yaşayan ve Kur’an’ın açıklaması olan Rasûlullah aleyhisselam’ın yaşantısını örnek kabul eden bir davet bilincine sahip olmalıyız. Çünkü bu bilince sahip olmayan davet, muhteva itibariyle batıl bir davettir. Muhtevası batıl olan davetin akıbeti de batıl olacaktır. Dolayısıyla insanları sahih kaynak olan Kur’an ve bunun pratik karşılığı olan sünnete davet etmeliyiz. Kur’an ve sünnetin konuşulduğu, hayata aktarılmak istenildiği ortamları oluşturup var gücümüzle bu meclisleri genişletmeliyiz. Bu sahih metodun bizlere kazandıracağı avantajlardan sonuna kadar faydalanmalıyız. Allah’ın ayetlerinin hatırlatıldığı darul Erkamları çoğaltmalıyız. Bu ortamlardan aldığı güçle başka darul Erkamlar oluşturacak şahsiyetler kazanmalıyız.
Nitekim Rabbimiz “Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Rasûlü’ne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal, 24) diye buyurmaktadır. Biz de topluma hayat verecek çağrıda bulunan Allah ve Rasûlü’nün takipçileri olduğumuza onları inandırmalıyız. Davet edilenin mesaja tabi olabilmesi için asıl amacımızın onlara hayat vermek olduğunu net olarak izah etmeliyiz. Bunu başarabilmek için de hayat verecek yegâne yol olan Allah ve Resul’ünün yoluna davet etmeliyiz. Kur’an’a davet etmeliyiz.
Dinini öğretmek için halkın kendisine gelmesini bekleyenler gerçek davetçiler değildirler. Hedefe ulaşmak isteyenler yerinde oturup beklemezler, hedefe doğru hareket ederek yol alırlar. Evinde ya da iş yerinde rahat oturup temennilerde bulunmak hedefe ulaşmanın yollarından biri değildir.
Müslüman davetçi toplumdaki iyi insanları gözetleyip takip etmeli, onlarla konuşup tanışıp ziyaretlerine gitmeli, böylelikle onlara İslami çalışmaları yerleştirmeye çalışmalıdır. Büyük İslam davetçisi Ahmed bin Hanbel’in takip ettiği üslup bizler için bu konuda büyük bir örnek olabilir. Ahmed bin Hanbel bir yerlerde salih, takva sahibi, hak üzere yürüyen, Allah’ın emirlerine itaat eden bir kimse olduğunu duyunca onu araştırır, onunla tanışmaya ve ahvalini öğrenmeye çalışırdı.”[2]
Tarih boyunca Müslüman davetçilerin durumu hep böyle olmuştur. Bugünün Müslüman davetçisi Allah’a davet yolunda imkânları ve zamanı dâhilinde zaman zaman yolculuk yapmak suretiyle vaktini, çabasını, malını ve bedenini canı gönülden bu uğurda kullanmalıdır. Şehrinin mahallelerini, ülkesinin şehirlerini zaman zaman çeşitli vesileler edinerek dolaşmalı ve insanlara İslam’ın evrensel mesajını ulaştırmalıdır. Müslüman davetçi çeşitli beldelere yapacağı seyahatler sayesinde İslam milletleri, onların manevi durumları ve İslam âleminin problemleri hakkındaki bilgisini arttırmalıdır. İnsanlara tebliğ ederken ve hayrı onlara takdim ederken kendisine yardımcı olması ve yöneltilen sorulara doğru bir şekilde cevap verebilmesi için, ilim öğrenmeye ihtiyaç duyar. İyiliğe davette ve kötülükten nehiyde davetçinin mutlaka ilim sahibi olması gerekmektedir. Her Müslüman bildiği kadarıyla Allah’a davet etmekle sorumludur.
İlmin dibi görülmeyen bir deniz gibi olduğunu, ne kadar dalmaya çalışırsanız çalısın asla sonuna ulaşamayacağınızı okuyup öğrendikçe anlarsınız. Öyleyse ilmi bitirmek ve sonuna ulaşmak mümkün değildir. O zaman yapılacak şey ilme devam etmekle birlikte davet faaliyetlerine de devam etmektir. “Hele bir ilim tahsilimi tamamlayayım, dört dörtlük bütün ilimleri öğreneyim sonra da insanlara tebliğ ederim” düşüncesi şeytanın, davetçiyi yolundan alıkoyduğu vesveselerdendir. Belki de Allah ömrü kısa takdir etmiştir. O zaman hayır ve sevap nasıl elde edilecek?
İnternette gördüğüm bir video beni çok etkilemişti. Siyahi bir kişi Müslüman olmuş ve ağlaya ağlaya daha yeni öğrenmiş olduğu Fatiha sûresini dili döndüğünce okumaya çalışıyordu. Okumayı bitirdikten sonra ise şöyle demişti: “Allahu Teâlâ bu dinin tebliğ edilmesini emretmektedir. Benim de bildiğim sadece bu kadarı…” Subhanallah! Daha yeni Müslüman olan kişi bile bu dinin tebliğ edilmesinin farkında iken bize ne oluyor da bunca bilgi birikimine rağmen hala sus pus bir kenarda oturuyor ve bu dinin tebliğinden uzak kalıyoruz? Her birimiz o Müslüman kadar bu dini anlayabilseydik bugün dünya Allah’ın izniyle çok daha farklı olur ve meydan misyonerlere, ateistlere, deistlere ve benzeri sapık kimselere kalmazdı. Şunu iyi bilelim ki: “Aslanların olmadığı yerde çakallar kral olurmuş.” Çakallara terk ettiğimiz yerlerde gün geldiğinde rahat bir şekilde dolaşamayacağımızı asla unutmayalım.
Aynı zamanda, davet çalışmalarının kapsamı daha da genişletilmelidir. Zamanlarımızı geçirdiğimiz işyeri, bina, köy, mahalle veya şehirler birer davet merkezi haline getirilmelidir. Özellikle İslam’ı anlatmakla mükellef olduğumuz ilk çevre olan aile ve akrabalara karşı sorumlulukları gücümüz nispetinde yerine getirmeliyiz. Bu çerçevede akrabalık bağları güçlendirilmeli, davetin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Her nerede ve hangi zamanda olursak olalım davetin boynumuzun borcu olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
İslam’a ve Allah’a davet yolunda Müslüman davetçiyi yorgunluk, bitkinlik, elem, yolculuk, uykusuzluk, mal ve can kaybı korkusu gibi şeyler, yaratılış gayesini ve görevini yapmaktan asla alıkoymamalıdır. Çünkü bunların hepsi onun ahirete kadar uzanan yolculuğundaki yararı kesin ve tartışılmaz salih amelleridir. Bunlar onun Arasat meydanında kurtuluş ve hayalini kurduğu yüce makamlar için din gününün sahibi olan Allah’a göstereceği delilleridir. Bu tür şeylerin davetçiyi alıkoyması bir yana o, yorgunluğunda rahatlığı, eleminde lezzeti, harcamasında kazancı, malını ve canını ortaya koymasında garantili karşılığı ve mükâfatı bulacaktır.
Müslüman davetçi hüsnü kabul görmediği zaman ümitsizliğe ve gevşekliğe kapılmayacağı gibi dinleyiciler tarafından sözlerine artan bir alaka gördüğünde ise nefsine gurur ve kibir gelmemesine dikkat edecek ve kendini buna alıştıracaktır. Davetçi şunu bilmelidir ki, kedisine düşen sadece davettir, yoksa insanların çağrıya icabet edip etmemeleri onu ilgilendirmez. Çünkü hidayet Allah azze ve celle’ye aittir.
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Peygamberin üzerine düşen sadece tebliğ etmektir.” (Maide, 99)
Yine bir başka ayette de: “Ey Muhammed! Şüphesiz ki sen istediğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğini hidayete erdirir” (Kasas, 56) buyurmaktadır.
Müslüman davetçi muhatapları tarafından bazı sıkıntılara uğratılabileceğini bilmeli ve buna rağmen çağrısına devam etmelidir. Zira Allah’ın Rasûlü Muhammed Aleyhisselam böyle yapmıştır. Müşriklerin eziyetlerine sabretmiş ve onlara şöyle dua ederek karşılık vermiştir: “Allah’ım! Kavmimi hidayete erdir. Çünkü onlar bilmiyorlar.”
Bu konuda Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman aranızda düşmanlık olan kimse sana samimi bir dost gibi oluverir. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur.” (Fusssilet, 34-35)
Müslüman davetçi, davet ettiği kimselerin sevgisini kazandığı ölçüde asli görevinde başarılı olur. Eğer Allah azze ve celle, davetçi kişiyi muvaffak kılıp onun sözünü birçok insanın hidayetine vesile kılarsa artık o kişi Allahu Teâlâ katında büyük bir sevaba nail olmuştur. Rasûlullah aleyhisselam’dan rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın senin sayende bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için Arap’ın kızıl develerinden daha hayırlıdır.”[3]
Müslüman davetçi muhataplarına söylediği sözlerdeki güzel ve etkili manaların kendi kabiliyeti ve gücünün mahsulü değil Allah’ın kendisine verdiği gücün bir sonucu olduğunu bilmelidir. Bunu bilirse büyüklenmez aksine Allah karşısında küçülür. O’ndan korkar, O’na şükreder ve güzelce O’na sığınır. Allah azze ve celle de onun başarısını kat kat arttırır.
Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah’tan korkun zira Allah size öğretiyor.” (Bakara, 282)
Müslüman davetçi Kur’an tilaveti, zikir, farzlar yanında nafile ibadetlerle takviye, özellikle de gece namazı ve gece kıyamı ve kıraati ile Allah’tan bağışlanma ve yardım dilemelidir. İnsanları hidayete ulaştırayım derken kendi nefsini ikinci plana asla atmamalıdır. Ayrıca tüm bu konularda iyi örnek sergilemelidir ki insanlar hayatı, dini, yaşamayı, Kur’an’ı, sünneti, ibadetleri ve zikri ondan öğrensinler.
Bize en güzel örnek olan Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun takipçileri olan mücadele önderlerinin yaşantılarına baktığımızda, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, hakkı ve sabrı tavsiye etme, davet veya cihad sorumluluğunun asla kesintiye uğramadığını görmekteyiz. Bu örnekliklerden uzaklaşmak doğal olarak mücadelede tahribata yol açmaktadır. Tahribat sonucu tembel, bedel ödemekten kaçan, sahip olduğu imkân ve konfordan Allah rızası için ödün vermeyen, cemaat bilinci ve kardeşlik ruhunu kaybetmiş, ilim peşinde koşmayan, temel kulluk vazifelerini unutan ve bütün bunlarla beraber mücadeleden kopuk, bireysel yaşamı önceleyen nesiller yetişmektedir.
Rabbimiz bizleri davet bilincinin farkında olan, dünyanın her yerinde İslâm sancağını dalgalandırmak uğruna gecesi ve gündüzüyle bu yolda gayret gösteren, Peygamberi metotla hareket eden ve onun yolunun takipçileri olan salih Müslümanlardan eylesin.
Hasan el-Benna ve Günümüz Davetçilerine Nasihatleri
Üstad el-Benna 20. yüzyılda ortaya çıkan ve Müslümanları perişan eden problemleri maddeler halinde hazırlayarak hem kendi dönemi için hem de sonradan gelecekler için rahat bir yol açmıştır. Bu maddelerin hepsini baş tacı ettiği Kur’an ve Sünnet ile delillendirme yoluna gitmiştir. O, Müslümanların sahabiler dönemindeki gibi bir hayat yaşamalarını arzu ediyor, bunun için var gücüyle çalışıyordu. Müslümanları daldıkları gaflet uykusundan uyandıran davetinin büyük gayesi parçalara ayrılmış İslam topraklarını bir an önce hürriyetine kavuşturmak ve Müslümanların bir yönetim altında toplanmasıydı.
Hasan el-Benna çıktığı bu büyük mücadele sahnesinden İslam’ı bir bütün olarak eline almayı başarmış, ifrat ve tefritten uzak bir çalışma yolunu seçmişti. Laf yerine amel ve davranışların etkili olacağını vurguluyordu.
İslam’ın ahlak boyutları çerçevesinde ve içine yanlış bir itikad karışmamış olan bir tasavvuf anlayışını savunuyor ve bu fikirlerini hem kendi hayatında hem de çalışmalarında en bariz şekilde gösteriyordu. O, davanın üzerinde duracağı temellerden birisinin de ahlak kurallarına riayet etmek ve bunlarla amel etmek olduğunu duyuruyor ve bunun çok önemli olduğunu belirtiyordu.
Bunun yanında maddi alanlarda da hiç küçümsenmeyecek ilerlemeler ortaya çıkıyordu. Açılan fabrikalarla halka iş imkânı sunulup diyalog kuruluyordu. Davanın ayakta durmasının önemli etkenlerinin başında İslam için sarf edilecek malın önemini gayet iyi kavramış, bu alanda da gayret göstermiştir.
Hasan el-Benna’nın kaleme aldığı ve günümüze ışık tutacak en değerli eseri ise “Yirmi Düstur”dur. Üstad bu kitapçıkta itikadi, ahlaki ve ameli mevzuları gayet güzel bir şekilde açıklamıştır. Hasan el-Benna’nın tüm eserleri “Risaleler” adıl kitapta toplanmıştır. Hayatı boyunca Müslümanlara fayda vermek için çalışan üstad ölümünde de kaleme aldığı sözleri bizzat yaşayarak örneklik göstermiştir. Yapmış olduğu çalışmalar ve açmış olduğu çığır her geçen gün gelişmiş ve yeryüzünün çeşitli yerlerinde meyvelerini vermiştir.
Allah kendisini razı olduğu kullar arasına koysun. Bizlere de bu makamı nasip etsin, âmin.
[1]. Müslim, Kitabu’l İman, c.1
[2]. İbnu’l-Cevzi, İbn-i Hanbel’in Menkıbeleri, s. 208
[3]. Buhari 7/3468; Müslim, 2406/34