Osmanlı Sonrası İslam Dünyası – Muhammed Eyüp / 2020 Aralık / 97. Sayı
Osmanlı Sonrası İslam Dünyası serisinin son yazısını kaleme alırken, esasen ülkemizdeki Müslümanlar için büyük önemi haiz bir yaklaşımı benimsemek istedik. Bu da Türkiye’nin, tüm dünyadaki Müslümanların mücadelesinin bir parçası olmasıydı. Birçok defa bizler “İslam dünyasını”, “mazlum coğrafyaları”, “İslami mücadeleleri” gündemimize alırken, bu minvalde Türkiye’yi aklımıza getirmeyi ihmal etmişizdir. Oysa ki Türkiye, tüm bunların odağında olan bir coğrafyadır. Bu paralelde Türkiye’deki tüm Müslümanların, bu coğrafyada geçmişten bugüne süregelen mücadeleleri göz önüne alması elzemdir.
Türkiye, dünyada İslam denilince akla gelen, Müslümanların en köklü geçmişe sahip olduğu coğrafyalardan biridir. Haddi zatında, 11 aydır devam ettiğimiz yazılara konu olan “Osmanlı”nın da merkezi bu coğrafyadır.
Okuyucuya Bir Not
Yazıya girmeden önce, yazı serimizde 11 aydır devam ettiğimiz anlatım tarzından başka bir tarzla anlatım yapacağımızı belirtmek isteriz. Zira Anadolu’nun İslamlaşması, Türklerin Anadolu’ya gelişi, Osmanlı’nın kuruluşu gibi meseleler çoğu kişinin zaten hakkında malumat sahibi olduğu konulardır. Bu konulara girmemiz halinde hem yazımızı ilgilendirmeyen uzun tarihi tafsilatlara dalmak, hem de asıl gayemizden uzaklaşmak gibi olumsuz durumlarla karşı karşıya kalacaktık. Bu sebeple biz bundan ziyade Osmanlı hilafetinin çöküş sürecini, Türkiye’de İslami yapı ve hareketlerin geçmişini ve bugün içerisinde bulundukları durumu ele almaya çalışacağız.
Osmanlı Devleti’nde Islahat Krizi
Şüphesiz ki hem İslami esaslar hem de beşerî bilimler ittifak edecektir ki her toplumun, her devletin bir ömrü vardır. Devletler de insanlar gibidir, kuvvet ve dirayetli devirleri olduğu gibi zayıf ve ölümle yüz yüze olduğu devirleri de vardır. Bu şekilde Osmanlı Devleti de kuvvetiyle kıtalara hükmettiği çağlar geride kaldığı zaman yıkılmaya yüz tutmuştur. Doğaldır ki bu yıkılışın birçok sebebi vardır. Osmanlı; siyasi, askerî, idari, iktisadi, İslami, sosyal, ideolojik, teknolojik birçok kulvarda dünyanın gerisinde kalmaya başlamıştır. Aynı zamanda dünya üzerinde değişen dengeler Osmanlı’nın yıkılma sürecinde büyük rol oynamıştır. Osmanlı’nın yıkılışına etki eden hususlar başka araştırma ve yazıların konusu olduğundan, biz burada bunlara derinlemesine temas etmeyeceğiz.
Duraklama emarelerine uzun müddet şahitlik eden Osmanlı, bu duruma karşı önlemler alma hususunda uzun müddet gecikmiştir. Ancak 17. yüzyılın başlarında bazı ıslahat girişimleri olsa da bu girişimler belirli menfaat çevreleri tarafından engellenmiştir. Bu engellenmelerin en bariz örneklerinden birisi, 1622 yılında yeniçerilerin, ifsad olmuş Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırmayı tasarlayan II. Osman’ı (Genç Osman) katletmeleridir. Önemli ıslahat fikirlerine sahip olan II. Osman’ın 18 yaşındayken katledilmesi, Osmanlı’da ıslahat hareketlerinin maruz kaldığı karşılığın dehşet verici bir örneğidir. Bu gibi sebeplerle ıslahat hareketleri, Osmanlı sistemi henüz ıslah edilebilir durumdayken yapılmaya çalışılsa da engellenmiştir. Vaktinde yapılamayan müdahale, sistem içerisindeki iltihap ve cerahati büyütmüş, sistem adeta kangren olmuştur. Şüphe yok ki kangren olmuş bir sistemi ıslah etmek de mümkün olamaz. Bu şekilde Osmanlı’da ıslahat hareketleri henüz ilk aşamalarında sabote edildiği için, sistemi kurtarmaya geç kalınmıştır. Daha sonra yapılan ıslahat hareketleri ise başarılı olamamıştır.
Beyhude Islahat Girişimleri
Devam eden yıllarda Osmanlı’nın duraklama süreci hızlanmış, dünya güçleri günden güne kendilerini geliştirirken Osmanlı her anlamda geri kalmıştır. Osmanlı’nın bu geri kalmışlığını kabul etmesi 17. yüzyılın sonlarına kadar tehir edilmiştir. Maalesef Osmanlı bu geri kalmışlığı tamamen kabul edip ciddi bir ıslahat için kararlar almaya başladığı zaman, sistem tamamen kangren olmuş ve ıslah edilebilirliği kalmamıştır. Bu olumsuz duruma ek olarak Osmanlı, ıslahat usulünde Batı’yı taklit etmek gibi daha olumsuz bir tavır benimsemiştir.
17. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti, ıslahatın ilk adımları olarak Avrupa şehirlerine elçiler gönderme, öğrenciler yollama ve buradaki kurumları taklit yoluna başvurmuştur. Bu minvalde, Osmanlı’nın yıkıldığı döneme kadar Osmanlı sosyal yapısı içerisinde ıslahat hareketlerine dair iki temel kesim meydana gelmiştir. Islahat yanlıları ile gelenekçiler. Bu iki kesimin tartışmaları arasında Osmanlı ıslahat hareketleri sürdürülmeye çalışılmıştır. Reform yanlıları arasında Batı’nın değerlerinin de benimsenmesini savunanlar, reform karşıtları arasında da ıslahata kökten karşı olanlar öne çıkmıştır. İfrat ile tefrit arasında Osmanlı maalesef makul ve elzem reformları yapmak gibi bir harekette başarılı olamamıştır.
Osmanlı’daki ıslahat sürecinin esas safhasını, III. Selim ve II. Mahmud’un saltanatları dönemi olan 1789-1839 yılları arasındaki 50 senelik devir oluşturmuştur. Bu devir “Osmanlı modernleşmesinin” esası olarak kabul edilir. Osmanlı bu süreçte Batı’yı örnek alarak hızlı bir şekilde ıslahatlara imza atmış, özellikle eğitim ve askerîye alanında reformlar yapılmıştır. Bu dönem, Sultan II. Abdülhamid devri ile beraber bugüne dek uzanan bir etkiye sahiptir. Bu devirde temelleri atılan, II. Abdülhamid ile doruğa çıkan askerî ve eğitimsel reformlarla yeni bir sınıf doğmuştur. Bu sınıf, Osmanlı’nın son devrinden bugüne uzanan, Batılı anlayışı benimseyen bürokratik ve askerî kesimlerde etkin olan bir sınıftır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarını oluşturan ve bugüne dek kendilerini muhafaza etmiş sınıf ve kesimlerin ilk temellerinin bu devirlerde atıldığını söylemek mümkündür.
Büyük çapta reformlar tasarlayan III. Selim, bunların tamamını hayata geçiremeden yine bir yeniçeri isyanında katledilmiştir. Ancak geniş ölçekli reformların temelini atmış, bunlar kendisinden kısa süre sonra tahta geçen II. Mahmud tarafından hayata geçirilmiştir. Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, yeni ordu sistemi, eğitim sistemleri, yeni giyim tarzı organize edilmiş, Osmanlı hızla Batılılaşmaya başlamıştır. Bu süreç ilgili tarih kitapları üzerinden okunabilir.
Devam eden yıllarda Osmanlı’nın anlayışını temelden değiştiren Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Meşrutiyet ilanları gibi gelişmeler yaşanmıştır. Bunlarla beraber Osmanlı bir yandan sistem olarak Batılı hale gelirken, bir yandan da İslami temel esasları terk etmeye başlamıştır. Bu devre hâkim olan bir anlayışı Ziya Paşa şu ifadelerle özetlemiştir:
“İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki,
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı.”
Gerçekten de İslam dini adeta Osmanlı’nın geri kalmasına sebep olarak görülmüş, Osmanlı Batı dünyası ile entegre olma yönünde reformlar yapmış, ayrıca ülkedeki azınlıkların isyanlarının önüne geçmek, iktisadi durumunu düzeltmek için ciddi tavizler vermiştir. Osmanlı’nın beyhude reform çabaları bir yandan İslam’dan uzak bir bürokratik-askerî sınıf doğururken, bir yandan da Osmanlı Devleti’ni içeriden yıkılma sürecine itmiştir. II. Abdülhamid döneminde zirveye çıkan reform girişimleriyle Osmanlı yüzünü Batı’ya dönmüş, bürokratik-askerî sınırlarda gayri İslami anlayış ve davranışlara rastlanır olmuştur. Özellikle Fransız etkisi artarken ve Fransa’ya çok sayıda öğrenci gönderilirken, Osmanlı’da hâkim sınıflar gayri İslami düşünceler artmıştır. Bunlar Osmanlı Hanedanı’na ve saraya da sirayet etmiştir. Bu neticede bazı ilmi çevreler ve taşradaki ilim adamları haricinde Osmanlı bir yandan yıkılırken bir yandan da İslam’dan uzaklaşmıştır.
Osmanlı’nın Çöküş Yılları
Osmanlı Devleti, II. Abdülhamid’in saltanatının 1909 yılında sona ermesinin ardından, devletin tamamen yıkıldığı 1923 yılına dek İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından fiilen idare edilmiştir. II. Abdülhamid yıllarında gerek iç gerekse dış gelişmeler paralelinde İslam coğrafyası parça parça işgal edilmiştir. Osmanlı’nın gücü uzun yıllar bu bölgeleri korumaya yetse de artık gücü tükenmiş ve çöküşe geçmiştir. Bilhassa İttihat ve Terakki yönetiminin içerisindeki şahsi ve hizbi ihtilaflar, aynı zamanda II. Abdülhamid devrinin ve İttihatçıların dış politikadaki eksiklikleri çöküşü hızlandırmıştır. Uzun yıllardır Osmanlı’nın elindeki Balkanlar, Kafkaslar, Afrika, Mısır, Yemen, Kıbrıs gibi toprak parçaları bir bir elden çıkmıştır. I. Dünya Savaşı başladığı yıllarda Osmanlı Devleti çöküşün eşiğine gelmiş haldedir. Burada dikkati çekmek gereken bir husus da Osmanlı’nın çöküşünün ne denli uzun sürdüğüdür. Osmanlı, yaklaşık 2.5 asır sürede yıkılmıştır. Osmanlı’nın önemli devlet adamlarından Keçecizade Fuat Paşa, Avrupalı devlet temsilcileriyle bir görüşmesinde şu ifadelerle bu durumu özetlemiştir:
“En büyük devlet Osmanlı Devleti’dir. Zira yıllar yılı siz dışarıdan, biz de içeriden bu devleti yıkmak için elimizden geleni yaptığımız halde bu devlet hala ayakta kalmaya muvaffak olabilmişse, şüphesiz Osmanlı Devleti’nden daha büyük, daha güçlü ve daha mukavim bir devlet tasavvur edilemez.”
Gerçekten de dış devletlerin saldırılarına, Osmanlı devlet adamlarının da şerli ve dirayetsiz tutumlarına rağmen Osmanlı’nın yıkılması asırlar almıştır.
Nihayetinde içi tamamen boşalan, iktisadi, askerî, siyasi, idari, dini, fikri olarak çöken Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda yaşanan mağlubiyetin ardından fiilen de çökmüş, Batılı devletlerce işgal edilmiştir. Bu durum, bizim 11 aydır devam etmeye gayret ettiğimiz yazı serisine de kaynaklık eden hali ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’nın işgal edilmesi, İslam ümmetinin bugüne dek devam eden zillet sürecinin en esaslı ilk adımıdır. Osmanlı Devleti ve hilafeti yıkılmış, İslam coğrafyası paramparça edilmiş, bu topraklarda İslam’dan uzak, Batılı zihniyette ve kukla yönetimler tesis edilmiştir.
Başkent İstanbul’un işgali ve Osmanlı topraklarının taksimi ile, Osmanlı Devleti fiili olarak son bulmuştur. 1922-1923 yıllarına kadar kâğıt üzerinde devam etse de sahada kendisini gösterecek herhangi bir hükmü kalmamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğuşu
Dünya Savaşı’nda yaşanan yenilgi, bu yıllardan önce de Osmanlı’nin askerî, siyasi ve idari olarak çökmeye yüz tutması, son olarak yaşanan işgal, fiilen Osmanlı Devleti’ni yıkmıştır. Bu süreçte diğer İslam coğrafyalarında olduğu gibi Anadolu’da da kurtuluş hareketleri başlamıştır.
Anadolu’daki Müslümanların İslami gayreti ve bağımsızlığa olan tutkunlukları, bu bağımsızlık hareketine temellik etmiştir. Ancak burada belirtilmesi gereken en önemli husus şudur. Dünyanın geri kalanında ve diğer İslam coğrafyalarında olduğu gibi her bağımsızlık hareketine öncülük eden bir kesim, bir sınıf bulunmaktadır. Tabandaki kitlelerin inancı, düşüncesi, değerleri ne olursa olsun, değişim ve bağımsızlık hareketlerine öncülük eden kesimlerin fikirleri bölgeleri şekillendirecektir. Anadolu’da sürdürülen bağımsızlık hareketlerinde de Osmanlı’nın son döneminde oluşan bürokratik ve askerî sınıf öne çıkmıştır. Anadolu’da devam eden “Türk İstiklal Savaşı” kazanılırken, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne söz konusu kesimlerin fikirleri çerçevesinde şekil verilmiştir.
Her ne kadar yeni Türkiye Cumhuriyeti bir “İslam Devleti” olarak kurulsa da yönetici sınıfın reformları Türkiye’nin İslami görünümüne son vermeyi hedeflemiş, ülkenin yüzü Batı’ya çevrilmiştir. Bu kapsamda kılık kıyafet reformlarıyla İslami giyim ve tesettür yasaklanmış, Türklerin 1000 senedir kullandığı alfabe yasaklanarak ortadan kaldırılmış, laiklik kabul edilmiş, İslami uygulamalar bir bir suç haline getirilmiştir. Bu yıllarda çok sayıda İslam âlimi ya idam edilmiş yahut ülkeyi terke mecbur bırakılmıştır. Bu yıllarda yaşananlara birkaç senelik bir olay olarak değil, Osmanlı’nın son birkaç asrının özeti olarak bakmak icap eder.
Menderes Devri, Yasakların Kalkması ve İslam’ın Yeniden Yayılması
Devam eden yıllarda İslam’a yönelik baskılar sürmüş, Türkiye’de İslam adeta suç halini almış ve kökten yok edilmeye çalışılmıştır. Bu durum, ilk kez çok partili seçimlerin yapıldığı ve daha ılımlı bir iktidarın başa geldiği 1950 yılına kadar sürmüştür.
1950 yılında Adnan Menderes’in iktidarıyla İslam’a ve Müslümanlara uygulanan baskı hafiflemiştir. Türkçeye çevrilen ezan yeniden aslına dönmüş, dini eğitimin önündeki engeller kaldırılmaya başlanmış, İslami uygulamalar daha kolay bir şekilde icra edilmeye başlanmıştır. Bu dönemin ardından, yaklaşık 25 senedir baskılar ve sindirme politikalarından kurtulmaya çalışan Müslümanlar zayıf da olsa İslami çalışmalarına başlamıştır.
25 senelik dönemde İslam âleminin geri kalanından kopan ve içe kapanan Müslümanlar, gelenek ve anlayışlarında yaşayan İslam’ı taklit ederek dini yaşamı yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Zaman içerisinde dinlerine daha da yaklaşan Müslümanlar, siyasi taleplerini de dillendirmeye başlamıştır. Bu kapsamda Müslümanların ilk olarak “mukaddesatçı” kimliğiyle, daha çok milliyetçi kesimler içerisinde öne çıktığı görülür. Zira bu dönemlerde Müslümanlara yönelik baskı halen sürmekte ve Müslümanlar taleplerini kendilerine ait çatılar altında rahatça dile getirememekteydi.
1960’lar ve sonrasında gerek Müslümanların kendi içlerinde yaşadıkları gelişmeler, gerek İslam coğrafyasını ve diğer Müslümanları tanımaları, gerekse daha da kuvvet kazanmalarıyla, daha canlı bir İslami atmosfer oluşmaya başlamıştır. Müslümanların artan İslami çalışmaları, İslamcı çevrelerin siyasi eksendeki sesinin yükselmesi gibi etkilerle, 1970 ve 1980’li yıllara gelinirken, Türkiye’de İslam dininde gözle görülür bir canlanma yaşanmıştır.
1980 ve Sonrasında İslam
1970’li yılların sonunda dünyada yaşanan gelişmeler ve Türkiye’de İslami hayatın canlanması, gerçekten hareketli ve hararetli bir İslami kesim oluşturmuştur. Bunlar arasında özellikle üç olayın büyük etkisi vardır. 11 Şubat 1979 İran Devrimi, Kasım 1979 Kâbe Baskını, Aralık 1979 Sovyetler Birliği’nin Afganistan İşgali. Bu olaylar Türkiye içerisindeki Müslümanları oldukça yakından etkilemiş, tüm İslam coğrafyasını içerisine alan hareketlilik Türkiye’de de yaşanmıştır. Özellikle bu yılların ardından, dünyada Müslümanların kıyamları Türkiye’deki Müslümanları daha yakından ilgilendirmeye başlamıştır.
Türkiye’deki Müslümanların İslami faaliyetleri hızlanmış, İslam’ın kültürel ve geleneksel anlayışından ötede gerçek İslami inancı öğrenmeye ve yaşamaya yönelik gayret artmış, İslami yapıların canlı dönemleri başlamıştır.
İslami çalışmaları hayatının temel gayesi edinen, bu dava ile yatıp bununla kalkan, bedel ödeyen, İslam’ı hayatının temeline yerleştiren binlerce Müslüman yetişmiştir. Bu dönemlerde özellikle İslami camianın farklı kesimlerinden onlarca hocanın, alimin, hareket adamının, kalem erbabının emeği büyüktür. Saymakla bitiremeyecek olsak da özellikle 1980 ve 1990’lı yıllarda emekleri Müslümanlara büyük çapta etki bırakan merhum Hasan Karakaya, Timurtaş Uçar, Ali Küçük, Mahmud Aksoy gibi şahsiyetleri anabiliriz. Allah hepsine rahmetiyle muamele etsin.
Ülke içerisinde ve dışarısında Müslümanlar gerçekten önemli çalışmalar yapmış, on binlerin hidayetine vesile olmuş, mazlum Müslümanlara yardım için seferber olmuş, gecesini gündüzüne katmıştır. Her ne kadar bugünkü kadar maddi imkanlara sahip olunmasa, profesyonellik bulunmasa, sayıca az olunsa ve baskı altında olunsa da 1980 ve 1990’lı yıllarda Türkiyeli Müslümanlar adeta “altın çağlarını” yaşamışlardır.
28 Şubat Dönemi
Bu yıllarda devam eden baskılar 1990’lı yılların ortalarında artarak sonlarında doruğa çıkmıştır. Bu kapsamda Müslümanların tesettürü, İslami giyinişleri yasaklanma raddesine gelmiştir. Belirli odakların medya kanalları Müslümanları her gün aşağılamış, tehdit etmiştir. Özellikle, Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkan batıcı askerî ve bürokratik sınıf, Müslümanları siyasi, askerî, idari ve sosyal açılardan baskı altına almıştır.
Müslümanlar, bugün 28 Şubat Süreci olarak andığımız dönemde bu baskılara rağmen çalışmalarına devam etmiştir. Her ne kadar saldırıların boyutu günden güne artsa da Müslümanlar geri adım atmamış, Allah’ın iki vaadinden birini kazanma yolunda amel etmeyi ısrarla sürdürmüştür.
Bu süreçte Müslümanlara yaşatılanlar halen akıllardan çıkmamıştır. Meydanlarda dövülen, başları açılmaya çalışılan Müslüman kız kardeşlerimiz, işkence görenlerimiz, idam ile yargılananlarımız, yurdunu terk etmek zorunda kalanlarımız halen hatırlanmaktadır. Ancak bu yaşananlar doğrultusunda Müslümanların tutumu ve söyleyecekleri söz bellidir. Libya’da işgalci İtalyanlara kan kusturan Ömer Muhtar’ın şu sözü unutulmamalıdır:
“Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız yahut ölürüz. Siz, bizden sonraki nesillerle de savaşmak zorunda kalacaksınız. Bana gelince, ben cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım!”
Türkiye’de İslam ve İslami Yapıların Bugünü
Velhasıl, 28 Şubat Süreci geçmiş, ülkedeki Müslümanlar dünyevi açıdan daha rahat dönemler yaşamaya başlamış fakat bu maalesef Müslümanların gayretine olumsuz etki etmiştir.
Bugün Türkiyeli Müslümanlar halen zorluklar yaşıyor olsalar da gerek dünyanın geri kalanındaki Müslümanlardan, gerekse 28 Şubat’tan çok daha rahat durumdadırlar. Ancak ne yazık ki Müslümanlar buna rağmen eski gayretlerinden ve samimiyetlerinden çok uzaktadırlar. Burada her Müslümanın kendisini sorgulaması, hesaba çekmesi ve bir sonuca ulaşması gerekmektedir. Zira Allah’ın Türkiye’deki Müslümanlara verdiği bu nisbî rahatlık, ahirette hepimiz için bir imtihan vesilesi olacaktır.
Müslümanların ihtiyacı olan, üzerlerindeki bu ölü toprağını atarak Allah yolunda amel etmeye gayret etmek ve samimi olmaktır.
Son olarak belirtmek gerekir ki Türkiye’de İslami yapılar yaklaşık 50 yıldır aktif olarak çalışmaktadır. Bugün Müslümanların yaşadıkları sıkıntılar onları aldatmamalıdır. İslam’ın kökünden yok edilmeye çalışıldığı ve sıfırdan yeniden inşa edilmek zorunda kalındığı bir düzlemde, Müslümanlar her şeye rağmen günden güne iyiye doğru ilerlemektedir. Geçmişte Müslümanlar gün yüzüne çıkmaktan endişe ederken bugün her köşe başında bir Müslüman bulunmaktadır.
Ocak sayısı itibarıyla devam etmeye gayret ettiğimiz bu seriyi noktalarken, Allah’tan niyazımız Müslümanların içerisinde olduğu bu durumlardan ibret alarak hak yolda amel etmeye devam etmeyi bizlere nasip etmesidir. Doğrularımız Allah’tan, yanlışlarımız nefsimiz ve şeytandandır.