Başyazı – Mahmut Varhan / 2016 Aralık / 49. Sayı
Din’i mübin’i İslam’ı kemale erdiren Allah’a hamdolsun. Allah’ın bu kâmil şeriatını en güzel bir şekilde tatbik eden ve ilâhî Kitab’ı tafsilatlı bir şekilde beyan eden Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’e, bu uğurda canlarını ve mallarını vererek ona yardım eden ehl-i beyt’e ve ashab’ı kiram’a salât ve selam olsun.
İmdi; Allah Azze ve Celle’nin insanlık için razı olduğu ve kemale erdirdiği İslam dini eksiksiz ve kusursuz bir hayat nizamıdır. Allah’ın Kitabı, Rasûlullah’ın Sünneti ve bu iki ana kaynak ışığında tesbit edilen diğer şer’i deliller, müctehidler tarafından derin bir incelemeye tâbi tutularak mükemmel İslam şeriatı beyan edilmiştir. Şer’i şerifin bünyesinde bulunan pek çok mes’elenin hükmü bizzat Kur’an ve Sünnet naslarıyla beyan edilmiştir. Diğer bir takım mes’elelerin hükmü de, ilmi ehliyet ve dini emanet sahibi olan İslam müctehidleri tarafından yine Kur’an ve Sünnet’in şahitlik ettiği diğer şer’i deliller ışığında açıklanmıştır. İslam tarihi boyunca her yeni bir mes’ele ortaya çıktığında, bu mes’elenin hükmü ehliyet ve emanet sahibi fakihler tarafından şer’i deliller ışığında açıklanmıştır. Bu müctehid ve fakihlerin hepsi şer’i şerife tam bir şekilde bağlı, Allah Azze ve Celle’den korkan, herhangi bir siyasi, askeri veya iktisadi tesir altında kalmayan, Allah’ın şeriatını beyan etmekten başka bir maksat gütmeyen, peygamberlik müessesesinin varisi olma hassasiyetiyle hareket ederek bu mübarek mirası koruma endişesi taşıyan ihlaslı kimselerdi. Bu ve benzeri vasıflara hâiz olmadan farklı tesirler altında kalarak din adına konuşmaya yeltenen müctehid ve fakih müsveddeleri de zaman zaman ortaya çıkmıştır, ancak bunların hiçbiri ümmeti Muhammed’in kabulüne mazhar olamamıştır. İlahî irade sadece ihlaslı olan ehliyet ve emanet sahibi âlimlerin nübüvvet mirasına varis olmalarını onaylamış ve bu mübarek insanların ümmet kabulüne mazhar olmalarını takdir buyurmuştur.
Bununla beraber İslam’ın asliyetini ve safiyetini bozmaya yönelik hareketler sürekli ortaya çıkmış ve bazı noktalarda kendilerince bir takım yenilikler ortaya koymuşlardır. İtikadî, amelî veya ahlâkî (tasavvufî) sahada birçok bozulmaların meydana gelmesine sebep olan çeşitli reformlara imza atmışlardır. Bu hakikate rağmen dinde reform ıstılahı ancak Avrupa’daki rönesans hareketinden sonra İslam âleminde kullanılmaya başlanmıştır. Bu son yüzyıllarda müslümanların zayıflaması, İslam’ın, müslüman toplumlar üzerindeki hâkimiyet ve nüfuzunu yavaş yavaş kaybetmesi ve özellikle de 20. yüzyılın başlarında şeriat hukukunun ilğa edilmesi ve hilafetin kaldırılması neticesinde reform hareketleri de güçlenmiş ve dinde reform çığırtkanlıklarını ayyuka çıkarmışlardır. Öyle ki, batılı müsteşriklerden beslenen bu reformcular İslam âlemindeki üniversitelerin bünyesinde açılan ilahiyat fakültelerini doldurmuşlardır. Müslüman toplumların paralarıyla ayakta duran bu üniversitelerde yuvalanmış bulunan bu reformcular, müslüman toplumların dinine kasdetmekte ve dini sulandırmak anlamına gelen ılımlı İslam projesini yürütmektedirler. Müslüman toplumların belli bir kesimine etki etmeyi başaran bazı reformcular da Kur’an ve Sünnet’e aykırı, naslarla kayıtlı kalmayan, şeytani bir özgürlükle nasları te’vil ederek bâtıl yorum kapısını açan dini cereyanlar meydana getirmişlerdir. Bunun neticesinde öyle vahim bir hal meydana gelmiştir ki, müslüman toplumların büyük bir kesimi dinine karşı güvensiz bir tavır takınmış ve aydınlanmış(!) Avrupa’nın karşısında aşağılık psikolojisine kapılmışlardır. Bu da büyük ölçüde dinden kopmaların meydana gelmesine sebep olmuştur.
Binâenaleyh dinde reformun mahiyetini ve reformcuların hakikatini beyan etmek dini bir sorumluluk halini almıştır. Biz de bu sorumluluğumuzu yerine getirmek için bu konuyu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız. Allah Azze ve Celle bütün müslüman toplumları bu hastalıklı ve neticesi vahim hareketlerin şerrinden muhafaza buyursun!
1- Reform Nedir Ve Dinde Reform Olur Mu?
Reform kelimesi Fransızca bir kelime olup; düzeltme, iyileştirme, yenileme ve ıslahat anlamlarına gelmektedir. Bu kelime, ortaçağda hıristiyanlığın iyice bozulması ve kilise mezaliminin dayanılmaz safhalara çıkması üzerine Avrupa’da başgösteren ıslahat hareketleri için kullanılmıştır. Bozulmuş ve insanlık âlemi için bir işkence haline dönüşmüş olan dinlerini ıslah etme ve daha iyi bir duruma getirme anlamında reformize etmişlerdir. Dinlerine müdahale ederek düzeltmeye çalıştıkça daha çok bozmuşlar ve bir din olmaktan çıkarmışlardır. Artık hıristiyanlığın hayatla bir ilgisi ve hıristiyanların da dinleriyle bir bağları kalmamıştır. Bu da göstermektedir ki reform, bozulmuş bir şeyi düzeltmek anlamında kullanılan bir ıstılahtır. Böyle bir cerrahi ameliyat ancak bozulmuş ve insanlık bünyesi için kansere dönüşmüş bâtıl dinler üzerinde icra edilebilir. Her yönüyle kâmil olan ve bozulmanın her türünden münezzeh bulunan hak din İslam’ın ise böyle bir şeye asla ihtiyacı yoktur. Böyle bir şeye teşebbüs etmek onun kemâlini ve cemalini bozmak anlamına gelir. Zira eksik, bozuk ve çirkin olan bir şeyi mükemmelleştirmek ve güzelleştirmek için cerrahi ameliyata tâbi tutmak mümkün iken; mükemmel, her şeyi tam ve güzelliğin zirvesinde bulunan bir şeyi cerrahi ameliyata tâbi tutmanın onu bozmak, kusurlu hale getirmek ve çirkinleştirmekten başka bir neticesi olmaz.
Şunu da belirtmek gerekir ki, yahudilik ve hıristiyanlık gibi asılları itibariyle hak olan ve ilâhî vahye dayanan dinler, insanlar tarafından müdahale edilerek reform ameliyelerine maruz kaldıkça sürekli deforme olmuşlar ve asli hüviyetlerini tamamen kaybederek bâtıl dinler sınıfına dâhil olmuşlardır. Dolayısıyla ilâhî vahye dayanan hak dinlere yönelik yapılacak her reform ameliyesi, muhakkak o dini deforme edecektir. Sonuç olarak insanlık âlemini hakka ve hidayet yoluna ulaştırabilecek tek hak din olan İslam’ın ne reforma ne de reformcu hareketlere ihtiyacı yoktur. Avrupalıları taklit ederek İslam dininde reformculuğa soyunanlar, hem dinleri hakkında azim bir cinayet işlemekte hem de bu çirkin hareketleriyle hak dinle olan bağlarını iyice zayıflatıp koparma yoluna girmiş bulunmaktadırlar.
2- Allah’ın İslam Ümmetine Olan En Büyük Nimetlerinden Biri De Dini Kemâle Erdirmesidir
Yukarıda belirttiğimiz üzere İslam dini kâmil ve eksiksiz olduğu için reforma muhtaç değildir. Zaten Allah’ın dini üzerinde reform yapmak beşerin haddi de değildir. Reform yapma iddiasıyla ortaya atılanlar sadece kendileri ve onlara uyanlar hüsrana uğramakta ve İblis’in izinden giderek cehennem yakıtı olmaya kendilerini hazırlamaktadırlar. Allah’ın dini ise kıyamete kadar her türlü reformdan/deformdan korunarak kâmil bir şekilde bâki kalacaktır. Zira Allah Teâlâ bu dini kemâle erdirdiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Bugün dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam’ı seçtim…” (Mâide: 3)
İmam Malik rahimehullah şöyle demektedir: “İslam’da bir bid’at çıkararak onu güzel gören kimse, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risalet görevinde ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ: “Bugün dininizi kemâle erdirdim…” buyurmaktadır. Dolayısıyla o gün dinde olmayan bir şey, bugün de dinden değildir.” (1)
Dinimizin en temel esaslarından biri de Kur’an ve sünnete, selef’i salihinin yoluna ittibâ ederek; bid’atlardan sakınmaktır. Dinimiz kâmil olduğundan dolayı ne fazlalığı ve ne de eksikliği/eksiltmeyi asla kabul etmez. Bundan dolayı dinde aslı bulunmayan her düşünce, itikad, amel ve hüküm bid’at kabul edilir ve sahibinin yüzüne savrularak reddedilir.
Nitekim Hz. Âişe validemizin rivayet ettiği hadis’i şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Her kim bizim şu işimizde (dinimizde), onda olmayan bir şeyi ihdas ederse; o şey reddedilir.” Diğer bir rivayet şöyledir: “Her kim emrimize (şeriatımıza) uygun olmayan bir amel işleyecek olursa; o amel reddedilir.” (2)
İrbâd b. Sâriye’nin rivayet ettiği hadiste de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “… Muhakkak ki benden sonra yaşayanlarınız, pek çok ihtilaflar göreceklerdir. Böyle bir durumda benim sünnetime ve hidayete erdirilmiş râşid halifelerin sünnetine yapışınız, azı dişlerinizle (bütün gücünüzle) bunu ısırın (buna sarılın). Sonradan ihdas edilecek işlerden/bid’atlardan sakının. Muhakkak her bir bid’at dalâlettir.” (3)
Yine Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Sizin aranızda iki şey bıraktım, bunlara tutunup sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapmazsınız: Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünneti…” (4)
Bizim muhtaç olduğumuz tek şey, Kur’an ve sünneti doğru bir şekilde anlamak ve en güzel şekilde tatbik etmektir. Çünkü dünyada izzet ve ahirette selamet/saadet sadece buna bağlıdır. Tarih göstermiştir ki, müslümanlar Kur’an ve sünnete sarıldıkları ve şeriatı ğarrayı tatbik ettikleri ölçüde izzete kavuşmuş, bu hususta ihmalkâr davrandıkları oranda da zillete maruz kalmışlardır.
Diğer taraftan Hz. İsa’nın hak olan dininde reform yapan Pavlos ve Peygamber Efendimiz’in getirmiş olduğu hak din İslam’da aynı reformu yapmayı deneyen Abdullah b. Sebe’ gibi tahrifçilerin mesleğini sürdüren oryantalistlerin vesveselerine kapılarak sünnet’i seniyyeye ve bu konuda selefimizin yapmış oldukları büyük çalışmalara kem gözlerle bakan mukallitlere deriz ki: Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsa’nın pak dinlerini tahrif eden yahudi ve hıristiyan müsteşriklerini taklid etmekle ne kazandınız! İnsaflı olun ve Allah Teâlâ’nın dinini, O’nun düşmanlarından değil de Allah’ın dininin bayraktarlığını yapan Rabbani âlimlerimizden öğrenmeye gayret edin. Şunu bilin ki ilim dindir ve kimlerden alındığı çok önemlidir. Bundan dolayı dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin. Eğer Allah’ın dinini tahrif etmeyi kendilerine vazife bilmiş müsteşriklerden ve onların yetiştirdiği gönüllü mukallitlerden alırsanız, dininizi ifsat etmekten başka hiçbir neticeye varamazsınız ve Allah’ın gazabıyla karşı karşıya kalırsınız.
3- Zamanın Değişmesiyle Fetva Değişir Mi?
Dine uymak yerine dini kendi hayat tarzlarına uydurma yolunu tercih eden, müslüman halkları din’i mübin’in ahkâmını tatbik etmeye yönlendirmek ve bu zor işin meşakkatlerine tahammül etmek yerine halkın gönlünü hoş edecek fetvaları zorla dinden elde etmeye ve bu yolla halkın içinde itibar kazanmaya çalışan bu reformistlerin dayanaklarından biri şudur: “Zamanın değişmesiyle fetva da değişir.” Aslında çok değerli olan bu kaideyi yanlış anlayarak ve yersiz kullanarak âdeta moda diliyle “zaman sana uymazsa sen zamana uy” demektedirler.
Evet, bu kaide doğrudur ve “mecelle’i ahkâm’ı adliye”de şöyle ifade edilmiştir: “Zamanların tağayyürü (değişmesi) ile ahkâmın tağayyürü (hükümlerin değişmesi) inkâr olunamaz.” Peki değişmesi bir hakikat olan bu hükümler hangi tür hükümlerdir? Hangi hükümler din’i mübin’i İslam’ın sabit hükümleri olup asla değişim kabul etmezler? Âlimlerin bu konudaki sözlerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’i Seniyye’nin nasları ile belirlenen, icma ile sabit olan ya da illeti mansus (nassın içinde belirtilmiş) olan kıyas yoluyla sabit olan hükümler değişmez. Âlimlerin “mansûsât (nasla belirlenen hükümler)” tabiri ile ifade ettikleri bu tür hükümler kıyamete kadar bâki olup bütün insanları bağlayıcıdır. Zamanların ve mekânların değişmesiyle asla değişim kabul etmezler. İnsanlara düşen bu tür hükümlerle oynamak değil, onlara tâbi olmaktır. Fakat istihsan, mesalih’i mürsele, istishab ve hassaten örf gibi fer’i delillere binâ edilerek müctehidler tarafından belirlenen ictihadî hükümler; zamanın ve mekânın değişmesiyle değişebilirler. Yani aslî delillerle sabit olan hükümler değişmez olup; bazı fer’i delillerle sabit olan hükümler değişmeye kâbildirler. Tabi ki böyle bir tağayyürün de belirli bir takım şartları bulunmaktadır. Yoksa rastgele, ilmi ehliyeti ve dini emaneti bulunmayan kimseler tarafından yapılması asla olacak bir şey değildir.
Teessüf ki, İslam tarihi boyunca ortaya çıkan ve dinde yenilik peşinde koşan ehliyetsiz ve emanetsiz kimseler, sürekli sabit naslarla oymaya yolunu tercih etmişlerdir. Te’vil baltasıyla yontup biçmiş ve inkâr balyozuyla birçok nassı kendilerince yerle bir etmişlerdir. Ayet’i kerimeleri te’vil ve hadis’i şerifleri inkâr noktasında âdeta uzmanlaşmışlardır. İşte tüm ehli bid’atın kaidesi şudur ki, mezheplerine muhalif gördükleri ayetleri te’vil ve hadisleri ise inkâr etmek… Bizim şu son yüzyılımızda yahudi ve hıristiyan müsteşriklerden ders alan reformcular ise, bu işi iyice ayyuka çıkarmış ve neredeyse dinle olan bütün bağlarını koparmışlardır. Onlar için kullanılabilecek en güzel ifadelerden biri “dini tamir davasında bulunan din tahripçileri” (5) ifadesidir.
4- Tecdid Hadisi Çerçevesinde Tecdidin Hakikati
Herhangi bir kıymet’i ilmiyesi bulunmayan bu modern reformistler, dini müceddidler rolünü oynamayı da ihmal etmezler. Dini tahrip ederlerken, dini tecdid ettiklerini iddia etmekten geri durmazlar. Yahudi ve hıristiyan müsteşrikleriyle kol kola girip, İslam dininin tek hak din olma özelliğini zedeleyecek ve İslam’ı yahudi ve hıristiyanların nezdinde ehlileştirecek bir proje olan dinlerarası diyalog ve ılımlı İslam projesinin taşeronluğunu yaparken İslam dinini ihya ettiklerini zannederler. Bu konuda en büyük hizmeti sebkat edenlere en büyük payeleri ve en şa’şaalı lakapları verirler. Bu tahripkâr kimselere, müslümanların imamları muamelesini yaparlar. Doğuda ve batıda medya araçları vasıtasıyla bu sinsi kimselerin isimlerini ve lakaplarını parlattıkça parlatırlar. Bütün bu ihanetleri yaparken de utanmadan hakikatlı bir hadis’i şerife dayandıklarını iddia ederler. Bu hadis’i şerif, meşhur tecdid hadisidir. Önce hadis’i şerifi kaydedelim, sonra da hakikatlı manasını açıklamaya çalışalım.
Ebû Hureyre radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle bu ümmet için her yüzyılın başında, onun için dinini tecdid edip yenileyecek bir kişi (veya kişiler) gönderecektir.” (6)
Bir şeyi tahrip etmenin, onu tecdid etmekle hiçbir ilgisi olmadığı gibi; bu hadis’i şerifin de reformcuların iddialarıyla uzaktan yakından hiçbir alakası yoktur. Zaten reformcular meslekleri icabı bu hadis’i şerifin hakikatini de İslam âlimlerinden ve hadis şârihlerinden öğrenecekleri yerde, bunun anlamını müsteşriklerden öğrenmişlerdir. Bundan dolayı bunu da tahrif etmişlerdir. Âlimlerimizin bu hadis’i şerif hakkında yaptıkları izahatların özeti şöyledir:
Bu hadis’i şerif göstermektedir ki, Allah Azze ve Celle her asırda bu ümmetin dinini koruyacak, sünneti ihya edecek, bid’atleri ortadan kaldıracak, bâtıl fırkalara set çekecek ihlaslı, ilmi ehliyete ve dini emanete sahip kullarını ortaya çıkaracaktır. İslam ümmetinin hayatının herhangi bir alanında bir bozukluk meydana gelecek olursa ve dini yaşamlarında bir tahribat oluşursa, bunu ıslah edecek ve tahribatı ortadan kaldırıp tamir edecek bir nesil ortaya çıkacaktır. Ümmet’i Muhammed’in tarihine baktığımızda bu anlamda ıslah ve tecdid hareketleri kopukluk olmadan süregelmiştir. Tabi ki bu, asr’ı saadetteki gibi bir inkılabın ve ıslahatın yapılacağı anlamına gelmez. Zira o, insanlık tarihinde mutlak hayrın, rahmet ve adaletin ideal numunesi olarak bir defa gerçekleşmiştir. Bu ümmetin ilmi, ahlâki, ictimai ve siyasi hayatında meydana gelen tahribatları tamir ve ıslah edecek büyük liderler sürekli çıkmışlar ve çıkmaya devam edeceklerdir. Zira yeryüzünde hayır, rahmet ve adaleti temsil eden tek ümmet bu ümmettir. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Benim ümmetimin misali, yağmur gibidir. Başı mı hayırlıdır sonu mu bilinmez” (7) Diğer bir hadis’i şerifte şöyle buyurmaktadır: “Allah Azze ve Celle sürekli bu dinin (tarlasından) bir takım filizleri yetiştirecek ve onları kendisine itaat edilmesi hususunda istihdam edecektir.” (8) İlâhî rahmetin bereketli yağmuruyla beslenecek ve filizlenecek olan bu mübarek ıslah ve tecdid nesli hiç kesilmeden devam edecektir.
Bu tecdid neslinin vazifesini ve mahiyetini şu hadis’i şerif de gayet güzel bir şekilde açıklamıştır: Avf b. Malik radıyallahu anh dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Yahudiler yetmiş bir fırkaya bölündüler. Bunlardan bir tanesi cennete, yetmiş fırkası ise cehenneme gireceklerdir. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya bölündüler. Bunlardan yetmiş bir fırkası ateşte, yalnız bir fırkası cennette olacaktır. Muhammed’in nefsi elinde olan Zât’a yemin olsun ki, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan bir fırkası cennette, yetmiş iki fırkası ise ateştedir.” Denildi ki: “Ya Rasûlallah! Bunlar kimlerdir?” Şöyle buyurdu: “Cemâat ehli olanlardır.” Tirmizi’nin rivayetinde bu soruyu şöyle yanıtlamıştır: “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz yol üzere bulunanlardır.” (9) Görüldüğü gibi dini tecdid yapacak bu mübarek insanlar, dinin naslarıyla oynamak şöyle dursun, böyle bir cinayete imza atacak bütün bid’at fırkaları arasından sıyrılacak ve asr’ı saadetteki sırat’ı müstakim üzerinde devam edeceklerdir. Ayrıca tüm bid’at fırkalarıyla da mücadelelerini sürdüreceklerdir. Bu hususu da yine tecdid hadisiyle yakından alakalı olan şu hadis’i şerif vurgulamaktadır:
Muaviye radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah her kim hakkında hayır murad ederse, onu dinde fakih kılar. Şüphesiz ben sadece bir taksim ediciyim, asıl veren ise Allah’tır. Bu ümmet Allah’ın emri/dini üzerinde dimdik ayakta devam edecektir. Onlara muhalefet edenler, onlara bir zarar veremeyeceklerdir. Allah’ın emri gelinceye kadar bu böylece sürüp gidecektir.” (10) Mütevatir bir şekilde bize ulaşan bu hadis’i şerifin bütün lafızlarını dikkatlice incelediğimizde açıkça şunu görürüz: Dini ıslah ve tecdid yapacak olanlar, ilim ehli ve cihad ehli olan mübarek bir nesildir. Zira din hidayet rehberliği yapan bir Kitab ve bu Kitab’ın ortaya koyduğu şeriatı koruyan bir kılıçtan ibarettir. Islah ve tecdide soyunanlar kâfirlere şirin gözükeceklerine bu pek ciddi ve çok zor olan meydana atılsalar hem kendileri için hem de ümmet›i Muhammed için daha hayırlı olacaktır.
5- Reformun Çeşitleri Ve Reformcuların Kısımları
Öncelikle bilinmesi gerekir ki, İslam bütün hayatı kuşatan bir dindir. İnsanlık hayatını ilgilendiren her hususla alakalı bir nizamı ve hükmü vardır. Yeri göğe bağlayan ve dünyayla ahiret irtibatını kuran engin ve geniş bir perspektife sahiptir. Hayatın maddi-manevi bütün yönleri; itikadi, ahlâki, iktisadi, ictimai ve siyasi her yönü; ilmi ve ameli her açısı şeriatta bir hükme bağlanmıştır. Böylece şeriat, insanlık hayatının her yönünü düzene sokmak ve insanların hayat tarzlarını belirli bir nizama bağlamak için Allah’ın seçip razı olduğu adalet ve rahmet dinidir. Bu söylediklerimize dair Kur’an ve Sünnet’in açık nasları ve İslam tarihi boyunca müslüman âlimlerin ortaya koymuş oldukları ilmi ve ameli miras kesin bir hüccettir.
Bu apaçık hakikate rağmen İslam tarihi boyunca ortaya çıkan bazı kimseler, şeriatı ğarranın bu kâmil ve kapsayıcı yapısına kanaat getirmemiş ve şeytanların vesveselerine kapılarak kendilerince bazı yenilikler yapmaya çalışmışlardır. Kur’an ve Sünnet’e aykırı ve şeriatın temel maksatlarına ters olan bir takım bid’atler ve kendilerince reformlar ortaya koymuşlardır. Ancak bütün bunlar, her yönüyle kâmil olan hak dinin üzerinde gerçekleştirilen reformların tabiatı gereği müslüman toplumların hayatında çeşitli sıkıntılar meydana getirmiş ve İslam toplumunu daha çok bozmuştur. Bu da bilinçli reformcular olan zındıklar taifesinin istemiş olduğu bir sonuçtur.
Bu zındıklar sürekli olarak ifsat hareketlerini ıslah olarak nitelemiş ve müslümanlar arasında çıkardıkları fitnelere reform ve uzlaştırma kılıfını giydirmişlerdir. Nitekim bu zındıkların ilk nesli olan münafıklara: “Bu yerde (ülkede) bozgunculuk yapmayın!” denildiği vakit, “Biz düpedüz ıslahatçıyız” derler. Dikkat edin! Onlar kesinlikle bozguncudurlar; fakat farkında değildirler!” (Bakara; 11-12) Aynı şekilde tağutun hükmünü Allah’ın hükmüne tercih eden ve küfür kanunlarını Kur’an ahkâmına önceleyen bu münafıklara, neden böyle yaptıkları sorulunca; bunu ancak iyileştirmek ve uzlaştırmak için yaptıklarını söylemekteydiler. Bu konuda şu ayetleri dikkatlice okumak yerinde olur: “Onlara: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Rasûl’üne gelin” denilince; münafıkların senden büsbütün yüz çevirdiklerini görürsün. Böyle iken onlar, elleriyle yaptıkları (kirli) yatırımlardan ötürü başlarına bir musibet gelince halleri nice olur? Sonra da sana gelip: “Biz, sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istemiştik’’ diye Allah’a yemin ederler!” (Nisâ; 61-62)
İşte bu münafıkların takipçileri olan ve İslam tarihi boyunca taife taife ortaya çıkan bid’at ve dalâlet fırkaları da aynı metodu izlemişlerdir. Onlar da aynen ataları olan bu münafıkların yaptığı gibi ortaya çıkardıkları bütün fitne, fesat ve bozgunculuklarına ıslah, iyileştirme ve uzlaştırma kılıfını giydirmişlerdir. Açıkça küfür yolunu tercih etmek yerine zındıklık mesleğini seçmiş ve sinsi bir şekilde İslam toplumu içinde her türlü küfür, şirk, bid’at, fitne ve fesadı yaymaya gayret etmişlerdir. Bütün bu faaliyetlerini de ıslahat ve reform perdesi altında gizlemeyi başarmışlardır.
Şimdi de bu bid’at ve dalâlet fırkalarının kendilerince yenilik yaptıkları bir takım reform suretindeki bozgunculuklarına birkaç örnek verelim:
a) Şeriat ile Yunan hikmet felsefe ve mantığını uzlaştırmak; nübüvvet mirası ile filozofların hezeyanlarını tevfik edip bir araya getirmek. İslam tarihinin ilk dönemlerinde Yunan hikmet ve felsefesi Arapça tercüme edilmiş ve kalbi hastalıklı bazı kimseler Kur›an ve Sünnet’ten yüz çevirerek bu Yunan kültür mirasını hazmetmeye yönelmişlerdir. İşte şeriat ile felsefeyi mezcetme şeklindeki bu reform, pek çok fitneler ve çok büyük bir fesat meydana getirmiştir. Birçok bid’at akımlarının asıl hastalığı buradan kaynaklanmaktadır. Daha erken dönemde ortaya çıkan Mu’tezile, Cehmiyye, Kaderiyye ve Mürcie fırkaları bu hastalığın kurbanlarıdır. Daha sonraları ise İhvânu’s-Safa bu felsefi akımı sürdürmüş, İbni Sina, Farabi ve İbni Rüşd gibi zeki kimseler bu felsefe zehirinin kurbanı olmuşlardır. Bütün bunlar aklı nassın önüne geçirmişlerdir. 19. ve 20. yüzyıllarda da Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve bu ikisinin tilmizleri bu yolu sürdürmüş, Kur’an ve Sünnet’teki birçok nassı felsefe, mantık ve kusurlu akıllarına kurban etmişlerdir. Bu fitne ve fesat akımının karşısında ise İmam Ebû Hanife, İmam Şafiî, İmam Ahmed, Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, İmam Gazali, İbni Teymiye ve Mustafa Sabri Efendi gibi pek çok ehli sünnet âlimleri amansız bir mücadele yürütmüş ve tecdid hareketini temsil etmişlerdir.
b) Diğer bazıları ise kendilerince şeriat ile hakikati uzlaştırmaya çalışmışlardır. Esasında şeriat hakikat, en büyük hakikat de şeriattır. Fakat bu sapıklar şeriat ile hakikati ayırarak, peygamberlerin getirdikleri ilme şeriat, kendi iddialarınca evliyaların sahip oldukları gerçeğe de hakikat demişlerdir. Hakikat dedikleri şeyi de şeriattan daha değerli kabul etmişlerdir. Bundan dolayı velinin peygamberden daha üstün olacağını söylemişlerdir. İşte bu da büyük bir sapıklığa yol açmış ve birçok bid’at ehli tarikatın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Vahdet’i vücud inancını ortaya atan ve sünni tasavvuf mirasına felsefe zehirini katan İbni Arabi, İbni Seb’in, İbni Fârıd ve Celaleddin er-Rûmi ve Hallac-ı Mansur gibi kimseler bu ekolü temsil etmişlerdir. Masum imamlar inancını benimseyen bütün Şia taifeleri de bu bâtıni meşrebin temsilciliğini yapmışlardır. Bir taraftan bütün bunların karşısında diğer taraftan da azgın bir maddeciliğe karşı Hasan el-Basri, Cüneyd-i Bağdadi, İmam Gazali, İbnü›l-Cevzi, Abdulkadir Geylani, İmam Rabbani ve Şah Veliyyullah Dihlevi gibi Kur’an ve Sünnet merkezli bir tasavvuf yolunu sürdüren ehli sünnet âlimleri mücadele etmiş ve tecdid hareketini temsil etmişlerdir.
c) Bir takım kimseler de şeriat ile siyaseti uzlaştırmaya çalışmışlardır. Hakikat şu ki şeriat, insanların hayatını âdil bir şekilde düzene sokmak, onları bütün hayır yollarına irşad etmek ve tüm şerli yollardan onları sakındırmak için gelmiştir. Bu da göstermektedir ki şeriat, âdil bir şekilde insanları yönetmek anlamındaki doğru siyaseti de kapsamaktadır. Fakat mevzu bahis ettiğimiz bu kimseler kendi siyasi emelleri uğruna şeriatın pek çok nassını te’vil etmiş ve bâtıl yorumlarla gerçek mecrasından saptırmışlardır. Raşidi hilafet döneminden hemen sonra başlayan saltanat sisteminin ihtiras sahibi kralları ve onlara yalakalık eden saray mollaları bu akımı temsil etmişlerdir. Siyasi ihtiraslar uğruna yüzbinlerce müslümanın kanına girilmiş, ırzlar çiğnenmiş ve mallar talan edilmiştir. İslam tarihi boyunca sürekli bölünüp parçalanan ve ayrıştıkça ufalıp yok olan müslüman toplumlar bu siyasi ihtirasların kurbanı olmuşlardır. İslam tarihi boyunca ortaya çıkan tüm zalim sultanların çevresinde dinden onlara referanslar bulan saray mollaları da olmuştur. İşte bu iki taifenin ifsad edici faaliyetleri neticesinde ve siyasi hırsları sonucunda İslam ümmeti o kadar zayıflamıştır ki, şu son asırlarda düşmanlarına her açıdan mağlup olmuş ve zilletin her çeşidini tatmıştır. Bizim asrımızda müslüman toplumların siyasi, iktisadi ve askeri idaresini ellerinde bulunduranların mürted şebekeler olmasına rağmen dinden bunlara referans bulmaya çalışan münafık tiynetli hocalar mebzul miktarda bulunmaktadır. İşte bütün bunlar şer›i şerifi siyasi ihtiraslarına uydurmaya çalışan ve ılımlı bir İslam meydana getirmeye gayret eden modern reformculardır. Bütün bunların karşısında ise Ömer b. Abdülaziz, Nureddin Mahmud Zengi, Salahaddin Eyyubi, Seyfuddin Kutz, İzz b. Abdüsselam, Alparslan, Sultan Abdülhamid Han ve benzeri âdil yöneticiler ve salih âlimler mücadele etmiş ve siyasetlerini şeriata hizmet esası üzerine kurmaya gayret ederek siyasi anlamda tecdid hareketini temsil etmişlerdir.
————————
1. İmam Şâtıbi, el-İ’tisam: 1/65-66
2. Buhari: 2697; Müslim: 1718
3. Ebû Dâvûd: 4607; Tirmizi: 2676. Hasen-Sahih bir hadistir.
4. İmam Malik, Muvattâ: 1718
5. Ahmet Davudoğlu Hoca’nın bu konudaki kitabının adıdır.
6. Ebû Dâvûd: 4291. Sahih bir hadistir.
7. Tirmizi: 3086; İmam Ahmed, Müsned: 12327. Sahih bir hadistir.
8. İbni Mâce: 8. Hasen bir hadistir.
9. bkz: Ebû Dâvûd: 4596 – 4597; Tirmizi: 2832; İbni Mâce: 3992; İmam Ahmed, Müsned: 16937. Sahih bir hadistir.
10. Buhari: 71