Din Kavramı (4)

Kavramlar – Mahmut Varhan / 2019 Ağustos  / 81. Sayı

Sünnet’i Seniyye’den “Sırat’ı Müstakîm” Üzerinde Devam Etmenin Ölçüleri   

Hidayet eyle bizi dosdoğru yola. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna…Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil…” âyet’i kerimesi, hidâyete ererek hidâyet yolu üzerinde sebat etmenin zaruretine delalet ettiği gibi; gazaba uğramış ve doğru yoldan sapmış olan kimselerin yol ve metodlarından sakınmanın da zaruri olduğunu göstermektedir. Evet, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin yoluna tabi olmak için; gazaba uğrayan yahûdilerin, sapık hristiyanların ve bilcümle kafirlerin yol ve metodlarından şiddetle sakınmak gerekir. Zira Allah’a iman etmenin şartı, tâğûtları inkâr etmek ve onların yollarını/yöntemlerini reddetmektir.  Kur’ân’ı kerim ve sünnet’i seniyye’de küfür, şirk ve bid’at yollarından sakınıp; sırat’ı müstakîm üzerinde sebat etmenin ölçüleri beyan edilmiştir ki; bu ölçülerden bazılarını bir önceki yazımızda açıklamıştık. Bu makalemizde de diğer bazıları üzerinde durmaya çalışacağız.

1- Din Samimiyettir

Temim Dârî radıyallahu anhu dedi ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üç defa “Din nasihattir/samimiyettir” buyurdu. Bizler, “Kime karşı samimi olmaktır?” diye sorduk; şöyle buyurdu: “Allah’a, O’nun kitabına, elçisine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır.”[1]

Cennetin yolu olan sırat’ı müstakîm üzerinde ölünceye kadar sebat edebilmek için Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a ve peygamber olarak Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e razı olmak şarttır. Bunun için de kalp selâmeti ve iç âlemin samimi olması gerekir. İşte dinin özü ve dindârlığın rûhu budur. Bu, Cibril hadisinde beyan edilen İslâm, imân ve îhsân makamlarını kapsayan câmi’ bir esastır.

Allah’a karşı samimi olmak; O’nun ilâhiyetine, rubûbiyetine, Esmâ’i Hüsnâsına ve yüce sıfatlarına hakkıyla iman etmektir. O’nun muhabbetini herşeye öncelemek, sadece O’ndan korkmak, O’na tevekkül etmek, O’ndan istemek, sadece O’nun rahmetine umut bağlamak, O’nu ta’zim etmek ve ancak O’dan yardım istemektir. Hülâsa Allah’a hakkıyla ibâdet etmektir.

Allah’ın kitabına karşı samimi olmak; onu öğrenmek, onunla amel etmek ve onun ilimlerini yaymak/öğretmek için gayret etmektir.

Allah’ın elçisine karşı samimi olmak; ona iman etmek, dinin hâkimiyeti yolunda ona yardım etmek, ona son derece saygı göstermek, sünnetini öğrenip onunla amel etmek, onun düşmanlarına karşı mücadele etmek için canı ve malı fedâ etmek ve ona itâat etmeyi cana minnet bilmek ve kurtuluşun tek çaresi olarak görmektir.

Müslümanların yöneticilerine karşı samimi olmak; Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünneti ile amel ettikleri ve şeriat’ı ğarrâyı tatbik ettikleri sürece onlara itaat etmek, onlar için duâ etmek, marûfta onlara yardım etmek, yönetim hususunda onlarla çekişmemek, halkın onların etrafında toplanmaları için gayret sarfetmek, onlara iyiliği emretmek ve münkerden onları sakındırmaktır.

Bütün Müslümanlara karşı samimi olmak; kişinin kendisi için sevip razı olduğu şeyleri onlar için de istemesi, kendisi hakkında kerih görüp istemediği şeyleri onlar hakkında da istememesidir. Müslümanların büyüklerine hürmet gösterip, küçüklerine merhamet etmesidir. Müslümanlara ihsanda bulunmak için çaba sarfetmesi, onların maslahatlarını kendi menfaatine öncelemesidir. Hülasa Müslümanlar arası kardeşlik hukukuna riayet etmesidir.

İşte bu şekilde Allah’a ibadet eden, O’nun kitabıyla amel eden, O’nun elçisine itaat eden ve O’nun kullarının hukukuna riayet eden ve bütün bu hususlarda kalp selâmeti ve gönül samimiyetine sahip olan kimse; muhakkak kurtuluşa erecektir. Nitekim Allah azza ve celle bizlere, İbrahim aleyhisselâm’ın şöyle dua ettiğini aktarmıştır:”(İnsanların) öldükten sonra diriltilecekleri günde beni zelil eyleme! O günde malın da evladın da hiç faydası olmaz; Allah’a sâlim bir kalp ile gelmiş olanlar müstesnâ!” [2]

2- Her Hak Sahibine Hakkını Vermelidir

Fıtrat dini olan İslâm, dengeli bir hayatı emretmiş; huzurlu ve müstakim bir hayat için her şeyin ve herkesin hakkını belirlemiş ve her hak sahibine hakkını vermeyi talep etmiştir. Şu büyük kâinatı bir denge üzere yaratan, hacmi küçük olmakla birlikte kâinatın merkezinde yer alan şu insanın beden sarayını mükemmel bir mizan üzere vareden yüce yaratıcı; insanın ferdi, âilevi ve toplumsal hayatını tanzim eden ve uygulaması hâlinde onun için dünya-âhiret saâdetini te’min eden şeriatını da aynı kusursuz mizan üzere vazetmiştir. Şeriattan kastedilen dünya-âhiret saâdetinin te’mini için, şeriatı hayatlarına tatbik edenlerin bu mizana riâyet etmeleri ve her hak sahibine hakkını vermeleri gerekir. Bir tarafın hakkını tam bir şekilde verebilmek için diğer bir tarafın hakkını asla ihmal etmemelidirler. Sırat’ı müstakîm üzerinde sebat etmek ve dosdoğru nebevi minhacdan sapmamak için bu asla/ölçüye riâyet edilmesi gerekir.

Ebu Cühayfe Vehb İbni Abdullah radıyallahu anhu şöyle dedi: “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Selmân-ı Fârisî ile Ebü’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Birgün Selmân, Ebü’d-Derdâ’yı ziyarete gitti. Bu sırada onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona: ”Bu halin ne?” diye sorunca, kadın “Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez” dedi. O sırada Ebü’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip “Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum” dedi. Selmân “Sen yemedikçe ben de yemem” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selman ona “uyu” dedi. Ebü’d-Derdâ uyudu. Bir süre sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine “uyu” diyerek onun kalkmasına izin vermedi. Gecenin sonuna doğru Selman “Şimdi kalk” dedi ve her ikisi birlikte namazlarını kıldılar. Sonra Selmân Ebü’d-Derdâ’ya şöyle dedi: “Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, Nefsinin hakkı vardır, Ailenin hakkı vardır. Hak sahiplerinin her birine hakkını ver.” Sonra Ebü’d-Derdâ gidip olan biteni Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e anlattı. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de “Selmân doğru söylemiş” buyurdu[3]

3- Dünyevileşmekten Sakınmak

Sehl b. Sa’d es-Sâîdî dedi ki: Bir adam Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek, “Ya Rasûlellâh” dedi, “Bana öyle bir amel söyle ki, onu işlediğim zaman; Allah da beni sevsin, insanlar da beni sevsinler.” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Dünyada zahid ol ki, Allah seni sevsin. İnsanların ellerinde bulunan dünyalığa karşı zahid ol ki, insanlar seni sevsinler.”[4]

Mutlak olarak dünya iyidir ve övülmeye layıktır denilemeyeceği gibi, mutlak olarak dünya kötüdür ve yerilmeye şayandır da denilemez. Fakat dünyanın farklı yönleri vardır ki, bu yönlerden bazıları övülmeye layık iken; diğer bazıları da yerilmeye şayandır. Genel olarak şunu söyleyebiliriz ki: Eğer dünya, insanın yüce Mevlâ’sına yakınlaşmasına vesile olursa; bu durumda dünya övülmeye layık olur. Şayet dünya, insanın yüce Mevlâ’sından uzaklaşmasına sebep olursa; bu halde de dünya, yerilmesi gereken mezmûm bir meta’ olur. İşte dünyevileşmek ifadesi ile kastedilen de dünya ehlinin mübtelâ olduğu dünyanın bu yüzüne kapılmaktır.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bizim için en çok korktuğu şey de budur zaten; Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Benim sizin hakkınızda en çok korktuğum husus(lardan biri de), Allah’ın sizin için ortaya çıkaracağı dünya nimetleri ve süsleridir.”[5]

Dünya nimetleri, bu ümmetin fitne ve imtihanıdır. Bu ümmetin sırat’ı müstakîmden sapmasının en önemli sebebi de dünya malı ve makamıdır. Ka’b b. İyâz dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her ümmetin bir fitnesi vardır; benim ümmetimin fitnesi de maldır.”[6]

Mü’minleri, Allah’a ve Rasûl’üne itaat etmekten ve Allah yolunda cihad etmekten engelleyip uzaklaştıran en büyük sebep de yine dünyanın çeşitli bağları ve zincirleridir; nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz (soy ve sopunuz), elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise; o halde Allah’ın (azap) emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” [7]

Dünya sevgisi/dünyevileşmek, her türlü günahın ve helakın sebebidir; Hasan’ı Basrî rahimehullah şöyle demektedir: “Bütün hataların başı ve sebebi, dünya sevgisidir.”[8] İşte fertlerin ve toplumların gerçek hastalığı ve onların helâkına sebep olan asıl kanser bu dünya sevgisidir.

Ebû Mûsa el-Eş’arî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Dinar (altın) ve dirhem (gümüş para) sizden öncekileri helâk ettikleri gibi; sizi de helâk edeceklerdir.”[9] Ka’b b. Malik el- Ensârî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “Bir koyun sürüsüne salınan iki aç kurt, kişinin mal ve şeref (makam) hırsının dinine zarar verdiği kadar o koyun sürüsüne zarar veremezler.”[10]  Hz. Ömer b. Hattap şöyle demektedir: “Allah Teâlâ hangi kavmin önüne dinar, dirhem, altın ve gümüş hazinelerini serecek olursa; muhakkak onlar birbirlerinin kanlarını döker ve akrabalık bağlarını koparırlar.”

Müslümanların mağlubiyet ve hezimetlerinin en büyük bir sebebi de dünyevileşmeleridir. Nitekim Allah Teâlâ Uhud savaşında Müslümanların hezimete uğramalarının sebeplerini sayarken şöyle buyurmaktadır: “İçinizden kiminiz dünyayı istiyor, kiminiz de âhireti istiyordu…” (Âl’i imrân,152) Peygamber Efendimiz de İslâm Ümmetinin, diğer toplumlar karşısında mağlup olmasının en önemli sebebinin “Vehn” hastalığı olduğunu beyan etmiş; bu kanseri de “dünyayı sevmek ve ölümden hoşlanmamak” şeklinde açıklamıştır.

Bütün bu ve benzeri pek çok tehlikelerine rağmen dünya hayatı süslü ve cazibeli olup, biz insanlara sevdirilmiştir. Âdeta gelin libasına bürünmüş bir cadı gibidir. Nitekim Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Nefsani arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.” [11]  Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki dünya tatlı ve yeşil/çekicidir. Muhakkak Allah sizlri orada halife yapacak ve nasıl iş göreceğinize bakacaktır. Bundan dolayı dünyadan sakının ve (özellikle) kadınlardan sakının.”[12]

Teessüfle belirtelim ki biz Müslümanlar, uyarılmış olduğumuz halde bu dünyevileşme uçurumlarına yuvarlanmış; şehvet, şöhret ve servet hastalıkları kanser gibi bütün benliğimizi yakıp kavurmuştur. Şayet tevbe ile tedavi olmazsak, bu kanser bizi helak edecek ve zarara uğrayanlardan olacağız. Yahya b. Muaz er-Razi’nin şu sözü ne büyük bir hakikattir: “Dünya, şeytanın sunduğu şaraptır. Her kim bu şarabı içerek sarhoş olursa, o bir daha ancak ölüler kampında (kabristanda) kendine gelip ayılır. Fakat pişman olarak, zarar edenlerle beraber o da ziyana uğrayacaktır.”

4-  Sırat’ı Müstakîm  Üzerinde Devam Etmenin Temeli, Helal Lokma ile Beslenmektir

Ebû Hureyre radıyallâhu anhu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. Şüphesiz ki Allah Teâlâ peygamberlere neyi emretti ise, mü’minlere de onu emretmiş ve: “Ey peygamberler! Tertemiz, helal olanlardan yiyin ve salih amel işleyin”[13] buyurmuştur. Mü’minlere de: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tertemiz ve helal olanlarından yeyin”[14] emrini vermiştir. Peygamber Efendimiz daha sonra, uzun uzadıya yolculuk yapan, dağınık saçlı, toz toprak içinde kalan bir adamı anlatarak şöyle buyurdu: “Bu adam ellerini semaya uzatır, “Ya Rabbi ya Rabbi”… diye yalvarır. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Vücudu haram gıdalarla beslenmiştir. Bunun duası nasıl kabul edilir?!”[15]

İnsan için en temel ve hayati mesele, temin edilen rızkın ve bedeni besleyen gıdanın helal ve meşru olması konusudur. Zira beden hem ruhun kalıbı, elbisesi hem de bineği ve şu hayat seferinin sahası olan dünyayı katetme vasıtasıdır. Dolayısıyla bedeni besleyen gıdanın ruh üzerinde muhakkak büyük tesiri olacaktır. Helal yollardan elde edilen ve meşru bir şekilde alınan gıda, ayrı ayrı çiçeklerden Allah’ın lütfu ve keremi ile topladığı ürünleri bala çeviren bal arısı misalinde olduğu gibi, beden ve ruh için bir şifa kaynağı ve âzâlarda salih ameller şeklinde ortaya çıkan bir nur olur. Haram yollarla elde edilen ve gayrı meşru bir şekilde alınan gıda ise, aynı çiçeklerden ve bitkilerden topladığı ürünleri öldürücü zehire çeviren eşek arısı misalinde olduğu gibi ruh için bir zehir ve âzâlarda ortaya çıkan fasid ameller şeklinde bir zulümat olur.

İbni Receb el-Hanbeli dedi ki: “Mü’minin salih ameller işlemeye muvaffak olmasının en büyük sebebi, beslendiği gıdaların helal ve temiz olmasıdır. Amelleri ancak bununla temiz ve güzel olur. Bu hadis’i şerif işaret etmektedir ki, ancak helal gıdayla beslenmekle ameller temiz ve makbul olur. Haramla beslenmek ise, amelleri ifsad eder ve kabul edilmesine mâni olur. Çünkü hadis’i şerifte “Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder” esası takrir edildikten sonra şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz ki Allah Teâlâ peygamberlere neyi emretti ise, mü’minlere de onu emretmiş ve: “Ey peygamberler! Tertemiz, helal olanlardan yeyin ve salih amel işleyin”[16] buyurmuştur. Mü’minlere de: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tertemiz ve helal olanlarından yiyin”[17] emrini vermiştir.”  Burada kastedilen şudur: Peygamberler ve onların ümmetleri, helal ve temiz gıdalarla beslenmekle ve salih ameller işlemekle emrolunmuşlardır. Buna göre helalden beslendikleri sürece, amelleri salih ve makbul olur; beslendikleri gıdalar helal olmayınca, amelleri nasıl makbul olabilir ki?!”

Zâhid Ebû Abdullah es-Sâcî dedi ki: “Beş haslet vardır ki, ancak bunların gerçekleşmesi ile amel tamamlanır: Allah azze ve celle’yi tanıyarak iman etmek, hakkı bilmek, Allah için ihlaslı amel işlemek, sünnete muvafık amel işlemek ve helal ile beslenmek. Bu beş özellikten birisi bulunmadığında amel semaya yükselmez. Şöyle ki; sen Allah Azze ve Celle’yi tanır da hakkı bilmezsen, bunun sana bir faydası olmaz. Eğer hakkı bilir de Allah Azze ve Celle’yi tanımazsan, bunun da sana bir faydası olmaz. Şayet Allah’ı tanır ve hak-hukuku bildiğin halde ameli ihlasla işlemezsen, bunun da sana bir faydası olmaz. Eğer Allah’ı tanır, hak-hukuku bilir ve ameli ihlasla işlediğin halde amelin sünnete/şeriata muvafık değilse, bunun da sana bir faydası olmaz. Şayet bu dört özellik bulunduğu halde beslendiğin gıdalar helal değilse, yine de amellerinin sana bir faydası olmaz.”[18]

Böylece günümüz İslâm toplumları içerisinde sırat’ı müstakîmden sapmaların galip bir hâl almasının temel sebebi anlaşılmış oldu ki, bu da haramdan beslenmenin galip gelmesidir.

5- Dinin Bütünü İman ve İstikamettir

Ebû Amr Süfyan b. Abdullah radıyallâhu anhu şöyle dedi: “Ya Rasûlallah! Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim” dedim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem“Allah’a iman ettim” de sonra da dosdoğru ol!” buyurdu. Ben, “Ya Rasûlallah!” dedim, “Benim için en fazla korkup çekindiğin şey nedir?” Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dilini tutarak “İşte budur.” buyurdu.”[19]

İstikâmet; ifrat ve tefritten sakınıp, vasat yol olan sırat’ı mustakîm üzerinde sebat etmektir. Sağa-sola yalpa vurmadan dosdoğru ve sapasağlam din yolunda yürümektir. Bu da ancak kalbi olsun bedeni olsun Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek, aynı şekilde kalbi olsun bedeni olsun Allah’ın bütün yasaklarından sakınmakla mümkündür. Böylece istikamet vasiyyeti, dinin bütün hasletlerini kapsayan kuşatıcı bir vasiyettir. Mustakîm bir hayat, yakînî bir imanın meyvesidir. İman bütün kalbi kaplayıp, ruhta kökleşerek yakîn mertebsine ulaşınca, istikametli bir hayatı meyve vermesi kaçınılmazdır. Kur’an ve sünnete muvafık ihlaslı ameller işleyen ve istikamet üzere yaşayan bu mü’minlerin dünyada da âhirette de dostları meleklerdir.

Allah azze ve celle bu hayırlı kullarını överek şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak, “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru yaşayanlara melekler gelerek: “Korkmayın, üzülmeyin ve size va’dolunan cennetle sevinin. Biz, dünya hayatında da ahirette de sizlere dostuz. Esirgeyip bağışlayan Allah’ın ikramı olarak (cennette) canınızın çektiği ve dilediğiniz her şey sizindir” derler.” [20]

“Muhakkak ki; “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru hareket edenler için korku yoktur, onlar üzülmezler de. Onlar cennetliktirler. İşlediklerinin karşılığı olarak cennette temelli kalacaklardır.” [21]

Allah Teâlâ, Sahih bir hadiste Hz. Peygamber’in saçlarını ağarttığı belirtilen Hud suresinde Peygamber Efendimiz’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Artık sen de emrolunduğun gibi istikâmet üzere (dosdoğru) ol; beraberindeki tevbe edenler de (emrolundukları gibi istikâmet üzere (dosdoğru) olsunlar).”[22]  Bazı âlimlere göre Hz. Peygamber’in saçlarının ağarmasına sebep olan bu âyet’i kerimedir.

İstikametin temeli, kalbin tevhid akîdesi üzerinde istikamet bulmasıdır. Nitekim Hz. Ebû Bekir es-Sıddık, Allah azze ve celle’nin, “Muhakkak ki; “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru hareket edenler” sözünü “Allah’tan başkasına iltifat etmeyenler” şeklinde açıklamaktadır. Zira kalp Allah’ı tanımak, O’ndan korkmak, O’nu yüceltmek, O’na ta’zimde bulunmak, O’nu sevmek, O’nu irade etmek, O’ndan ummak, O’na duâ etmek, O’na tevekkül etmek ve O’ndan başka her şeyden yüz çevirmek hususlarında istikamet üzere olursa; bütün azalar da Allah’a itaat hususunda mustakîm olurlar. Çünkü kalp bütün azaların sultanı olup, azalar da onun askerleridir. Sultan dosdoğru olursa, onun askerleri ve raiyyesi de dosdoğru olurlar.

Kalbin istikametinden sonra mustakim olmasına en fazla riayet edilmesi gereken organ dildir. Zira dil, kalbin tercümanı ve ondaki manaları ifade aracıdır. İşte bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine soru soran kişiye mustakîm olmasını emrettikten sonra dilini korumasını özellikle ona tavsiye etmiştir. Enes b. Malik dedi ki: Hz. Peygambersallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kulun kalbi mustakîm olmadıkça, imanı istikamet bulmaz. Dili mustakîm/dosdoğru olmadıkça da kalbi istikamet bulmaz.”[23]

Görüldüğü gibi sırat’ı mustakîm üzerinde sebat etmenin en önemli bir sebebi de özü sözü dosdoğru olmaktır. Özünde/kalbinde eğrilik, dilinde yalan olan kimsenin sırat’ı mustakîmden saparak nifak uçurumuna yuvarlanması an meselesidir.

6- Muhkem-Müteşâbih Telakkîsi

Sırat’ı mustakîm üzerinde dâim olabilmek için Kur’ân ve Sünnetteki muhkem (anlamı açık olan) nasları esas/asıl kabul edip, müteşâbih (anlamında kapalılık bulunan) nasları muhkem naslar ışığında anlamak gerekir. Muhkem naslarla amel ederek, müteşâbih ifadelere Allah ve Rasûlü’nün muradı üzere iman etmek gerekir. Ancak muhkem nasları te’vil ederek, müteşâbih ifadeleri dinin esası kabul edenler, İslâm tarihi boyunca çeşitli fitnelere, tefrika ve bid’at yollarına sapmışlardır. Bid’at ehlinin, görüşlerine uymayan âyet’i kerime ve hadis’i şerifler hakkındaki kuralı şudur: Âyetî kerimeyi te’vil, sahih de olsa hadisleri inkâr ederler.

Allah Teâlâ, Sırat’ı mustakîm üzerinde sebat eden ve fitne peşinde koşarak Sırat’ı mustakîmden sapan bu iki tâife hakkında şöyle buyurmaktadır: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. O’ndan bir kısım ayetler muhkemdir. Bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihtir. Ama kalbinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak ve onu te’vil etmeye kalkışmak için onun müteşâbih olanına uyarlar. Hâlbuki onun (müteşâbih ayetlerin) te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz nezdindendir” derler. Olgun akıllılardan başkası ibretle düşünemez. (O ilimde derinleşmiş olanlar derler ki:) “Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma. Bize katından bir rahmet bağışla. Muhakkak Sen bol bol bağışlayansın.” [24]

7- Velâ/dostluk ve Berâ/düşmanlık Prensibi

 İmanın şubeleri arasında “Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek” en başta gelen hususlardandır. Bera b. Âzib radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İmanın en sağlam kulpu, Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir.”[25] Ebû Zer radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”[26]

Allah’ın dostlarına dost olmak ve Allah’ın düşmanlarını düşman edinmek (el-velâ ve’l-berâ), Allah’ın dinine yardım eden mü’minlerin özelliklerinin başında gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte olan mü’minleri şöyle nitelemektedir: “(Onlar) kâfirlere karşı şiddetli ve kendi aralarında merhametlidirler.”[27] Yine Allah Teâlâ, dinine yardım edecek mü’minlerin niteliklerini sayarken “Mü’minlere karşı alçak gönüllü ve kâfirlere karşı izzetlidirler” [28]buyurmaktadır. 

İslâm’a göre dostluk ve düşmanlık kavramlarını iyice anlamak ve bunları hayata tatbik etmek, hayati derecede önemlidir. Bu konu önemli olduğu kadar da derin ve geniş bir konudur. Kur’ân-ı Kerim’de ve Sünnet’i Seniyye’de en fazla üzerinde durulan konulardan biri de budur. Zira İslâm’ın bildirdiği şekilde ifrata kaçmadan ve tefritte kalmadan dostluk ve düşmanlık kavramlarını bilip tatbik etmek mutlak manada maslahatı temin ederken; bu kavramları bilmemek ya da bunları bilerek terketmek ve tatbik etmemek ise, mutlak manada mefsede ve İslâm toplumları için öldürücü bir zarardır. 

Tarih boyunca ve özellikle de günümüzde İslâm toplumlarının başına gelen büyük bela ve musibetlerin çoğunda bu kavramları ihlal etmenin payı olmuştur. Kâfirler, Müslüman toplumların arasından kendilerine yardım edecek dostlar devşirmeden Müslümanlara galip gelememişlerdir. Koyun postuna bürünen ancak kurt kalbini taşıyan bu hainler, kâfirlerin plan ve projelerinin başarılı olması için İslâm toplumunun bünyesini içeriden kemirmiş ve küfrün galip gelmesinde en büyük rolü oynamışlardır. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem döneminde İslâm toplumunun içinde yer alan ve zâhiren Müslüman görünen bu beşinci tabur -ki bunlara Kur’an dilinde münafık denilmiştir- her fırsatta şirk ordusuna gösterdiği dostluğunun gereğini yerine getirmiştir. Fakat ilâhî inayet ve nebevî feraset sayesinde başarılı olamamışlardır. Daha sonraki dönemlerde çeşitli saltanatlar kurulmuş ve bu saltanat dönemlerinde “el-velâ ve’l-berâ (dostluk ve düşmanlık)” esasları doğru bir şekilde işletilmediği, dostluklar ve düşmanlıklar dünyevî birtakım çıkarlar doğrultusunda şekillendiği için Müslümanlar arasında pek çok savaşlar cereyan etmiş ve hatta bir takım gafil ve cahil yöneticiler, kendi Müslüman kardeşlerine karşı kâfirleri yardıma çağırmış ya da münafıkça bir siyaset gereği kâfirlere yardım etmişlerdir. 

Haçlıların batıdan, Tatarların da doğudan çekirge sürüleri gibi İslâm âlemini işgal ve istila ettikleri o karanlık dönemlerde, İslâm âleminin içine çöreklenmiş bulunan Râfizî Şiîler, Nusayrî ve İsmailiyye gibi bütün batınî fırkalar zındıklık ve münafıklıklarını ortaya koymuş ve Müslümanlara karşı Haçlılara ve Moğollara yardım etmişlerdir. Müslümanlar galip geldiğinde matem ilan edip yas tutmuş, putperest Moğollar ve Haçlı hıristiyanlar galip geldiğinde bayram edip sevinmişlerdir. Abbasî hilafetinin merkezi olan Bağdat’ın düşmesinde ve putperest Hülagu tarafından işgal edilmesinde en büyük payı olanlar, İbni Alkami liderliğindeki Şiîler olmuştur. 

Felaketlerin en büyüğü kabul edilen şu son asırlardaki yahudi ve hıristiyanların maddi anlamda mutlak bir galibiyet elde etmelerinde de en büyük payı olanlar, yine dostlarına düşman ve düşmanlarına da dost gözüyle bakan gafil ve cahil Müslümanlardır. İslâm toplumlarının içinden çıkan, Müslümanların tenini taşıyan ve onların diliyle konuşan kimi münafık, zındık ve mürtedler, kâfirlerin dostluğunu kazanarak İslâm toplumlarına düşmanlık etmişlerdir. Münafıkça dehalarıyla da cahil bırakılmış olan Müslüman toplumları kandırmayı ve kendilerine bağlamayı başarmışlardır. Böylece Müslümanların çocuklarından devşirdikleri ordularla, yahudi ve hıristiyanların her türlü plan ve projelerini yürürlüğe koymuşlardır.

İşte bütün bunlardan dolayı Kur’an-ı Kerim’de bu konu tafsilatlı bir şekilde bütün gerekleri ve sonuçlarıyla birlikte ele alınmış, Rabbimiz Celle Celâluhû biz Müslümanlara gerçek dostlarımızı ve gerçek düşmanlarımızı göstermiştir. Dostlarımızla sıkı sıkıya birbirimize bağlanmayı ve asla ihtilaf ve tefrikaya düşmemeyi emretmiş; düşmanlarımızdan da şiddetle sakınmayı ve asla onları dost edinmemeyi emrederek onlara az bir meyli dahi şiddetle yasaklamıştır. 

Son olarak deriz ki: Allah Azze ve Celle, mü’minlerin birbirlerinin velileri olduklarını beyan ederek: “Muhakkak ki iman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler ve (bu muhacirlere) kucak açan ve yardım edenler; işte bunlar, birbirlerinin velisidirler” (Enfâl, 72) buyurmaktadır. Bir sonraki ayet’i kerimede kâfirlerin de birbirlerinin velileri olduklarını “Küfre saplananlar da birbirlerinin veli (destekçi)sidirler” (Enfâl, 73) buyurarak beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Eğer siz de bunu yapmaz (birbirinizin destekçisi olmaz) sanız, yeryüzünde fitne (şirk/anarşi) ve çok büyük bir fesad (bozgunculuk) baş gösterir.” (Enfâl, 73) İşte bu ayet’i kerime el-velâ ve’l-berâ özelliğinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Zira kâfirler ittifakına karşı eğer mü’minler de ittifak içinde hareket etmezlerse, yeryüzünde şirk, küfür, ma’siyet ve fesad hâkim olur. Nitekim günümüzde şirk ve küfrün hakimiyeti zirvesine varmış, fesad ve bozgunculuk her tarafı kaplamıştır. Bundan kurtulmanın yegâne çaresi mü’minlerin velâ ve berâ akidesine riayet ederek düşman olmaları gereken kesimlere -en yakınları olsalar dahi-düşman olmaları ve bu düşmanlığın bütün gereklerini yerine getirmeleridir. Aynı şekilde dost olmaları gereken Allah, Rasûlullah ve mü’minlere de velâyetlerini vererek bu dostluğun bütün gereklerini yerine getirmeleridir. 


[1]Müslim, 55.

[2]Şuarâ, 87-89.

[3]Buhârî, Savm 51, Edeb 86.

[4]İbni Mâce, 4102. İmam Nevevi, isnâdının hasen olduğunu belirtmiştir.

[5]Buharî, 1465, 6427; Müslim, 1052.

[6]İmam Ahmed, Müsned: 17471; Tirmizi, 2336. Sahih bir hadistir.

[7]Tevbe, 24.

[8]Beyhaki, Şuabü’l-İman:10501 (7/338) İsnadı Hasendir.

[9]İbni Hibban,694. Sahih bir hadistir.

[10]Tirmizî, 2376. Hasen-Sahih bir hadistir. 

[11]. Al’i İmran: 14.

[12]Müslim, 2742.

[13]Mü’minûn, 51.

[14]Bakara, 172.

[15]Müslim, Kitâbu’z-Zekât: 2/703;  Tirmizi, Kitâbu’t-Tefsîr: 5/220.

[16]Mü’minûn, 51.

[17]Bakara, 172.

[18]Ebû Nuaym, el-Hilye: 9/310.

[19]Müslim, İman: 62. Ayrıca bkz: Tirmizi, Zühd: 61;  İbni Mâce, Fiten: 12.

[20]Fussilet, 30-32.

[21]Ahkâf, 13-14.

[22]Hûd,112.

[23]İmam Ahmed, Müsned: 3/198 (13048). İsnadında zayıf bir ravî bulunmaktadır.

[24]Âl-i İmrân, 7-8.

[25]Hasen li ğayrihi bir hadistir. İmam Ahmed, Müsned, 18524.

[26]Hasen li ğayrihi bir hadistir. Ebû Dâvûd, 4599.

[27]Fetih, 29.

[28]Mâide, 54.