Kavramlar – Mahmut Varhan / 2019 Mayıs / 78. Sayı
Hak Din ile Batıl Beşeri Dinler Arasında Karşılaştırma
Hak din ile batıl dinler arasında karşılaştırma yapmaktan maksat, hak dinin yakînî bir şekilde hakkâniyetinin ve batıl dinlerin de yakînî bir şekilde butlânının açığa çıkması, bu hususta kalplerinde hastalık bulunan şüphecilerin şüphelerinin giderilmesi ve batıl dinlerin mensûpları aleyhinde hûccetin îkâme edilmesidir. Bu ve benzeri pek çok hîkmetlerden dolayı Kur’an ve sünnette hak ile batıl arasında birçok yönden karşılaştırmalar vârid olmuştur.
“Ey zindan arkadaşları! Ayrı ayrı tanrılar mı, yoksa kahhâr (evrenin mutlâk hâkimi) ve bir Allah’mı daha iyidir?” [1]
1) Kaynağı îtibâriyle hak din îlahî ve semâvîdir. Allah katında tek makbûl din İslam’dır. Beşeri dinler ise yer kaynaklı olup, insan hevâsının ve şeytânî vesveselerin ürünüdür. Beşerî sistemlere göre doğrunun ve iyinin tek kaynağı insan aklı\hevâsıdır. Esâsen akıl, bütün evrenin kulluk ettiği Rabbû’l-âlemîn’e kul olmayı gerektirmektedir. Bundan dolayıdır ki Kur’an’ı Kerim sürekli akletmeye gönderme yapmakta ve akledenlerin mutlaka Allah’ı bulacaklarını ve O’na kulluk edeceklerini bildirmektedir. Dolayısıyla Beşerî dinlerin kaynağı akıl olmayıp insan nefsi, hevâsı ve şeytandır. Beşerî dinlerin tabileri de dünyalık menfaatlerini gözeten menfaatperest, nefislerini tatmin etmek için çalışan şehvetperest, hevâlarını ilah edinen ve hakikatte şeytana kulluk eden kimselerdir. Nitekim şu Âyet’i Kerime’de onların hakikatte şeytana kulluk ettikleri beyan edilmiştir: “Ey suçlular/ mücrimler, siz de (cehennemlikler olarak) bugün ayrılın! Ey Ademoğulları! Size, ‘Şeytan›a ibadet (kulluk) etmeyin! O sizin apaçık düşmanınızdır.’ diye bildirmedim mi? Sadece Bana ibadet (kulluk) edin. İşte dosdoğru yol budur! Nitekim (Şeytan) sizin bir çoklarınızı dalâlete düşürdü; böyle iken aklınızı kullanmaz mıydınız? İşte bu size îhtâr edilen cehennemdir. Kafirlik ettiğinizden dolayı bugün onu boylayın!”[2]
2) İslam’ın en temel esası, tevhid inancına sahip olmak ve Allah’ın peygamberlerine itaat etmektir. Allah’a ibadet etmek ve bu kulluğun nasıl yapılacağı konusunda peygambere itaat etmek Müslüman olmanın en temel şartıdır ki; kelime-i şehadet bunu ifade etmektedir. Tevhid inancına göre her şeyin yaratıcısı Allah’tır. Her şeyin sahibi ve maliki Allah’tır. Her şeyin rızkını temin edip bahşeden Allah’tır. Bütün sebepleri ve sonuçları yaratıp meydana getiren Allah’tır. Zerrelerden güneşlere kadar küçük-büyük her şeyin varlığı, bekası ve çalışma nizamı direkt olarak Allah’ın ilim, irade ve kudretine dayanmaktadır. Yaratma da emretme de Allah’a aittir. Dolayısıyla kullarının yaşama tarzını belirleyen, onlar için hayat nizamı koyan, ferdi, ailevi ve toplumsal hayatları için kanunlar vazeden, onlara emreden ve yasaklar koyan da onların hakiki Malik’i ve Rezzak’ı olan Allah azze ve celle’dir. Allah’ın şeriatını, O’nun kullarına ulaştıranlar ise; yine O’nun seçtiği peygamberlerdir.
Beşerî sistemlerin esası ise ya kâinatın varlığından daha parlak ve kuvvetli bir hakikat olan Allah’ın varlığını inkâr etmek veya O’nun varlığını kabul etmekle birlikte sıfatlarında O’na ortak koşmaktır. İşte beşerin işlediği en büyük cürüm ve zulüm budur. Diğer bütün zulümler bu zehirli kökten türeyen ve acı meyveler veren dallar mesabesindedir. Kafir ve müşrik olan toplumların peygamberlere ve onların Allah’tan alıp insanlığa hediye olarak getirdikleri ilahi mesaja/vahye karşı vahşice mücadeleleri Hz. Nuh’un kavmiyle başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. İlahi nizama başkaldıran serkeş ve isyankâr kafirler ve müşrikler mağlup olup cehenneme atılacak ve hayırlı akıbet muttakilerin olacaktır!
3) Tek hak din olan İslam her açıdan kâmil, kâfî ve şâfîdir. İslam hayatın tüm olaylarını kapsayan şumûllü bir dindir. İslam; vatan, hükümet ve ümmet olarak devleti ifade ettiği kadar, güç, rahmet ve adaleti ifade eden ahlak, kültür, kânun, ilim ve yargıdır. İslam; madde ve servet olduğu kadar kazanç ve zenginliktir. Cihad ve davet olduğu kadar ordu ve düşüncedir. İslam; sağlam bir akide ve samimi bir ibadettir. Bütün bunlar İslam için aynı şeylerdir.[3]” İslam, insanın ruhu ile bedeni arasında mükemmel bir denge oluşturan fıtrat dinidir. “Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslamiyet’i seçtim.’’[4]
Batıl olan beşeri sistemlerde ise hakiki bir akideye, gerçek bir ibadete ve üstün bir ahlaka yer yoktur. İnsan ruhu ya inkâr edilmiş veya ihmal edilmiş olup sadece insanın bedeni yönüne ve cesedinin şehvetlerine/istek ve arzularına önem verilmektedir. Dünya hayatının gayesi ve hakikati unutulmuş olup ancak zahiri ve maddi yönü imar edilmektedir. Şehvet, servet ve şöhret uğruna her türlü haksızlık meşru görülmekte ve tüm ahlaki ilkeler çiğnenmektedir. Kâğıt üzerinde yazılan insan haklarının gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktur. Çünkü kalbi ve vicdanı ölmüş olan insan, zekasını sadece diğerlerinin haklarını çiğnemek için kullanmaktadır. “Onlar dünya hayatının sadece maddi yönünü bilirler, ahiretten ise habersizdirler.” [5]
4) Tek hak din olan İslam’a göre kuvvet haktadır ve haklı olan kuvvetlidir. Nitekim İslam’ın ilk halifesi olan Hz. Ebubekir radîyallâhu anhu, İslamî Siyasetini deklâre ettiği ilk hutbesinde şöyle demektedir: “Sizden zayıf olup hakkı yenmiş olanlar, haklarını alıp kendilerine teslim edinceye kadar benim nezdimde kuvvetlidirler. Sizden kuvvetli olup ta haksızlık yapanlar, mazlumun hakkını onlardan alıncaya kadar benim nezdimde zayıftırlar.” Dolayısıyla İslam’a göre halifeyle köle, kuvvetliyle zayıf hak önünde eşittir ve şeriat mahkemesi onları huzurunda eşit derecede muhakeme eder. Buna delil olarak pek çok tarihî örnek vardır.
Batıl beşerî dinlerde ise, hak kuvvette olup kuvvetli olan haklıdır. Güç ve iktidar sahipleri ne kadar haksızlık ve zulûm yaparlarsa yapsınlar, kanunlarla kendilerini korumaya alırlar. Esef verici olan ise, zulme maruz kalan batıl din mensuplarının da bu zâlimleri meşrû hak sahipleri görmeleri ve hatta onları kutsal varlıklar olarak görmeleridir. Tarih boyunca dünyanın en büyük zalim ve tiranları, batıl dinlerin kılıfı ile tanrılaştırılmış ve halkı sömürmeleri meşru bir hak olarak benimsenmiştir. Son üç asırda ve özellikle yaşadığımız ahir zamanda komünizm, kapitalizm, laiklik ve demokrasi dinleri uğruna 100 milyonlarca insan haksız yere katledilmiş ve insanlığın çoğunluğu, azgın bir azınlık tarafından tarihte benzeri görülmemiş bir şekilde sömürülmüştür. Demokrasi dininin tanrıları olarak kabul edilen batılılar, bütün bu mezâlimi demokrasi dini için yaptıklarını iddia ederek zulümlerine meşru bir kılıf çekmek istemekte ve kendilerini haklı görmeye çalışmaktadırlar. On milyonlarca Müslümanın katili olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ülkeleri ve onların da ağababaları olan İsrail işgal devleti terörist kabul edilmezken; bu zâlimlere karşı kendilerini savunmak için çırpınan Müslümanlar ise Müslüman denilen devletler tarafından bile terörist sayılmaktadır.
5) İslam’ın sosyal hayat için vazettiği en temel kanun, iyilik ve takva hususunda teavun/karşılıklı yardımlaşma, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmama prensibidir. Bu prensibin gereği olarak bütün Müslümanlar arasında karşılıklı kardeşlik hukuku tesis edilmiştir. Diğer taraftan akrabalar arasında ve komşular arasında birtakım haklar ve vazifeler belirlenmiştir. Ayrıca Müslüman olsun zimmi (İslam devletinin gayr-i müslim vatandaşları) olsun toplumun bütün bireyleri arasında birtakım haklar ve vazifeler belirlenmiştir. Gerçek bir İslam toplumunda her bir Müslüman fert, kendi menfaatinden daha çok İslam toplumunun maslahatını düşünür ve en az kendi yararı kadar diğer Müslümanların da menfaatini düşünür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Sizden biri, kendisi için sevip razı olduğu şeyi kardeşi için de istemedikçe (gerçek manada) iman etmiş olamaz.’’[6] Böylece İslam toplumu karşılıklı hürmet, merhamet, sevgi, kardeşlik, şefkat, yardımlaşma ve diğergamlık toplumudur.
Beşeri sistemlerin sosyal hayatta vazettiği en temel kaidelerden biri de toplum bireyleri arasında insafsızca bir rekabettir. Bu serbest rekabet kanunu, toplum bireyleri arasında acımasız bir çekişme, menfaatler üzerinde sürtüşme ve dünyevi çıkarlar uğruna düşmanlık ve çatışmayı meydana getirmiştir. Suç oranları görülmedik bir şekilde artmış, cinayetler, ihanetler, gasp, hırsızlık, mafyalar, uluslararası suç örgütleri her tarafa yayılmıştır. İnsan insanın kurdu haline gelmiştir. İnsanların menfaatperest, çıkarcı ve serkeş olan nefisleri başkalarının canlarına, mallarına ve ırzlarına karşı mütecaviz ve saldırgan olmuştur. Hürmet-merhamet, sevgi-saygı, karşılıksız yardımlaşma, diğergamlık unutulmuş; toplumsal huzur da ortadan kalkmıştır. ’’Çokluğunuzla övünmek, kabirlere girinceye kadar sizi oyaladı.”[7]
6) İslam, toplumlararası ilişkiyi akide ve inanç birliğine göre ayarlamıştır. Bütün Müslümanları -ırkları ne olursa olsun- kardeş kabul etmiştir. Bu kardeşliğin gereği olarak İslam tarihi boyunca çeşitli ırklardan oluşan İslam toplumu, samimi bir uhuvvet ve umumi bir selamet çerçevesinde birlikte yaşamışlardır. Birbirlerinin selameti ve kurtuluşu için ırk farklılığına bakmadan canlarını ve mallarını feda etmişlerdir. İslam’a göre ırkları ne olursa olsun bütün kafirler de tek bir millettir. İslam, Vela/dostluk ve Bera/düşmanlık ilkesini bu temele dayandırmıştır. Çünkü Müslümanlar Rahman’a kulluk etmekte, kafirler de şeytana kulluk etmektedirler.
Beşeri sistemlere göre toplumlararası ilişki ırk esasına dayanan mücadele ve çekişmedir. Böylece Beşeri Dinleri benimseyen bütün toplumlar, başka toplumları yutmak ve haklarını çiğnemekle beslenen milliyetçilik ve ırkçılık hastalığına yakalanmışlardır. Bütün zemin, adeta toplumlararası güç ve galibiyet mücadelesi, birbirini yutmak ve sömürmek savaşının verildiği bir sahaya dönüşmüştür. Esef verici olan şudur ki, bir zamanlar İslam bayrağı altında tek bir ümmet olan Müslüman toplumlar da İslam hilafeti kaldırıldıktan sonra ulusalcılık ve milliyetçilik hastalığına yakalanmış ve batının onlara enjekte ettiği bu zehirden lezzet almaya başlamışlardır. Batılıların eliyle Müslüman toplumlar arasına çekilen sınırlar, zamanla onları birbirinden koparmış ve başlarında bulunan münafık ve mürted yönetimlerin çıkarları sebebiyle birbirlerine düşman olmuşlardır. Ancak Allah’ın rahmeti ile muamele ettiği şuurlu ve bilinçli Müslümanlar müstesnadır ki; onlar da toplumların azınlığını teşkil etmektedirler.
7) İslam’ın ferde/bireye gösterdiği hedef ve gaye, fazilet ve dünya-ahiret saadetidir. İslam, Allah’tan korkan, iffet ve haya sahibi bir ferd yetiştirmeyi amaçlar. Faziletli bir birey olmayı, dünya ve ahiret saadetini kazanmayı gaye edinen bir ferdin, içinde yaşadığı topluma ancak yararı olur. Böylece toplumda fazilet, güzel ahlak, saadet ve huzur yayılır. Allah’tan korkan ve O’nun kullarından haya eden fertlerden oluşan bir toplumda, ihlaller, fesat ve suç oranı asgari seviyeye inecektir.
Beşeri sistemlerin ferde/bireye gösterdiği hedef ve hayatın gayesi ise, şahsi çıkar ve menfaattir. Şirk ve küfürle Allah’tan bağı koparılmış, ahirete iman etmeyen bir birey, başkalarına iyilik etse bile çıkarını ve menfaatini gözeterek iyilik eder. Allah’tan korkmayan, O’nun kullarından utanmayan bireylerin oluşturduğu bir toplumda suç oranları en yüksek seviyeye çıkar. Rezalet, sefahet ve sefalet kanser gibi toplumun bütün damarlarına yayılır. Bütün bireyler şahsi ve dünyevi çıkarlarını gözettikleri için toplum bireyleri arasında hased, haksız rekabet, düşmanlık ve çıkar merkezli çatışmalar alabildiğince yayılır. Şahsi menfaatlerini önceleyen bireyler, bencillik ve cimrilik hastalığına yakalanır ve birbirlerinin canlarına ve mallarına kastederler. Toplumda faiz ve karaborsacılık yayılır, toplumun temel ihtiyaçları hususunda bile tekelcilik oluşur. Nitekim günümüzde ilaç ve gıda gibi en temel ihtiyaçlar dahi belirli kesimlerin tekelindedir. Böylece toplumda haksız rekabet, huzursuzluk, düşmanlık, kargaşa, karışıklık ve çatışmalar artar. Bütün bunlar da toplumu felakete ve helak olmaya sürükleyecektir.
8) İslam, insanlığın yarısını oluşturan kadınlara fıtri vazifelerini yüklemiş; iffet, haya ve tesettüre riayet etmelerini onlara emretmiştir. Kadına, annelik ve aile eğitimi görevini yüklemiş, aile yuvasının tanziminden onu sorumlu tutmuştur. Zaruret ve hacet olmadıkça aile yuvasından dışarı çıkmamasını ve erkeklere karışmamasını tavsiye etmiş, modern cahiliyyenin dayattığı şekildeki karma hayat anlayışını yasaklamıştır.
Beşeri sistemlere ve eski-yeni bütün cahili dinlere göre kadın açılmalı ve hayatın bütün alanlarında erkeklere karışmalıdır. Kadının da erkeğin yapabildiği bütün işleri yapması ve erkekle birlikte dışardaki hayat mücadelesine katılması gerekir. Kadın da bütün ağır işlerde çalışmalı, erkeğin yaptığı bütün işleri yapmalı ve hatta erkek gibi savaşmalıdır. Böylece kadınlar erkekleşmiş, esef vericidir ki erkekler de kadınlaşmıştır. Yabancı kadın ve erkeklerin karmasından sadece fesat artmış, iffet ve haya perdesi yırtılmış ve zina her tarafa yayılmıştır. Namusların payimal edilmesi neticesinde pek çok aile yuvası yıkılmış, boşanma oranlarında patlama olmuş ve ihanetlerin birçoğu da cinayetle sonlanmıştır. Kadın fıtri vazifesini terk edince; fıtratı bozulmuş, reklam aracı haline getirilmiş ve erkekleri de baştan çıkarmıştır. Böylece arsız, iffetsiz, hayasız, fuhuş kanserine yakalanmış bozuk bir cahiliye toplumu ortaya çıkmıştır.
İşte İslam ile cahili dinlerin ayırıcı farklarından biri de kadın meselesine bakış tarzları ve kadına verdikleri konumdur. İslam’a göre kadının asli mekânı, aile yuvasının içidir. Asil görevi de annelik ve çocuk eğitimidir. Kadının fıtri vazifesi, şer’i farizası ve bedeni ziyneti tesettürdür. Beşerî/Cahili sistemler ise kadının evinden çıkıp çalışmasını ekonomik bir güç, açılıp saçılmasını da modernlik ve çağdaşlık olarak kabul etmekte; annelik, haya, iffet ve edep gibi mefhumları çağdışı ve yobazlık olarak görmektedirler.
9) İslam, toplumdaki sosyal adaleti ve gelir dağılımını zekâtı farz kılmak, faizi de haram kılmakla sağlamıştır. İktisadi alanda toplumların selameti, saadeti, huzuru ve gelir dağılımındaki adalet ancak zekât müessesesinin doğru bir şekilde tanzim edilmesi ve faiz kurumlarının kapatılması ile mümkündür. Çünkü zekât, Allah’ın zenginlere lütfettiği malın bir kısmını onlardan alıp fakirlere ve muhtaçlara vermektir. Böylece toplumun zengin tabakası, muhtaç olanlara rahmet, şefkat, merhamet ve ihsan nazarı ile bakacak; muhtaç olanlar da onlara hürmet ve muhabbet nazarıyla bakacaklardır. Cimrilik, hased ve kin alevleri sönecek ve toplum selamete kavuşacaktır. Faiz ise mütref kesimin, muhtaç tabakayı sömürmesi ve ellerinde bulunan birkaç kuruşa da göz dikerek onlardan çalmasıdır. Dolayısıyla faizci bir toplumda zengin tabaka, muhtaç kesimi tahkir eder, küçümser ve ihtiyaçları sebebiyle onları sömürür. Buna karşılık muhtaç kesim de cimri ve tamahkar zengin tabakaya hased, kin ve düşmanlık besler. Böylece toplumda karışıklıklar ve hatta ihtilaller meydana gelir. Bu son asırda kapitalizme karşı komünistlerin eliyle işçi sınıfı bu şekilde tahrik edilmiş ve milyonlarca insan öldürülmüştür. Tarihte ve günümüzde buna benzer örnekler sayılamayacak kadar çoktur.
İstisnasız bütün beşeri dinlerde ve cahili sistemlerde faiz ekonomik hayatın temel taşıdır. Zekât diye bir müessese zaten yoktur.
10) İslam, insanlığın Allah’ın dışında bir takım nesnelere ve kimselere ibadet etmekten kurtarılıp Allah’a ibadet etmeye, dinlerin/sistemlerin zulmünden kurtarılarak İslam’ın adaletine, dünyevileşmenin darlığından/sıkıntısından kurtarılıp dünya ve ahiretin genişliğine kavuşturulması amacıyla Allah yolunda cihadı emretmiştir. Cihad, rahmet ve adaletin diğer toplumlara da ulaşması için verilen çabadır. Cihad, insanlığın şeytanın izine takılarak cehenneme gitmemesi ve ipini şeytanın elinden kurtarıp cennet yoluna dönmesi için verilen mücadeledir. Cihad, insanlığın şirk, küfür, zulüm, faiz, zina, içki ve kumar gibi masiyetlerin pençesinden kurtulup iman, istikamet, güzel ahlak , erdem ve medeniyete kavuşması için canları ve malları feda etmektir. Özetle cihad, almaktan önce vermektir. İşte İslam’ın cihad anlayışı budur.
Beşerî sistemleri benimseyen toplumlar ise düşman toplumları yıkıma uğratmak, tahrip etmek, çökertmek, zelil kılmak ve sömürmek için savaşmaktadırlar. Onlara göre savaşın tek kuralı vardır; o da galip gelmek uğrunda bütün insani kuralları çiğnemek ve her şeyi mübah görmektir. Zira galip geldikten sonra bütün kuralları tekrar ele alacak ve istedikleri gibi belirleyeceklerdir. Çünkü mağlup olan tarafın hiçbir hakkı ve hukuku yoktur. Batılıların bu son asırlarda Müslüman milletlere karşı giriştikleri savaşlar bunun en açık delilidir. Tarihte de haçlılar, Moğollar, birinci ve ikinci dünya savaşları gibi bunun pek çok örnekleri bulunmaktadır. Beşerî sistemlere mensup olanların savaş ahlakları da işte budur.
[1]. Yusuf, 39
[2]. Ya-sin, 59-64
[3]. Hasan el-Benna, Risaleler: 474
[4]. Maide, 3
[5]. Rum, 7
[6]. Buhari-Müslim
[7]. Tekasür, 1-2