Deprem: Bela ve Musibete Karşı Manevi Tedbir

Gündem / Analiz – Mehmet İmamoğlu

İnsan; mahiyeti itibarıyla kâinatla ve çevresi ile bir şekilde irtibatlıdır. Evini ve bahçesini sevdiği gibi, koca dünyayı da sever. Sıtmadan ve mikroptan müteessir olduğu gibi, kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Bahçesini sevip arzu ettiği gibi, ebedi cenneti dahi iştiyakla sever ve ister. Bu yapı ve fıtratta olan insan; akıl alakadarlığı ile hayvanların tamamen aksine olarak, yaşadığı âlemin her şeyi ile münasebeti vardır. İşte bu sebepten dolayı; dünyanın imtihan meydanı olması hasebiyle tüm ıstırap, çile ve sıkıntıları, her insanı kültür ve anlayış seviyesine göre, etkilemektedir. Depremler de bunlardan biridir.

Deprem kuşağında olan ülkemizde bu gibi olay ve hadiseler, artık hayatımızın ve yaşantımızın bir parçası haline gelmiştir. Dünyanın sonunun yaklaştığını ve evrenin artık ihtiyarlayarak yükünü taşıyamaz hale geldiğini de düşünürsek; bu gibi afetler kaçınılmaz olup belki de artarak devam edecektir. Bu noktada alınacak maddi tedbirler gayet sınırlı olup, manevî dert ve ıstıraplarımıza cevap verecek mahiyette değildir. Çünkü maddî tedbirler, işin teknik boyutunu ikmal ederken; manevî tedbirler ise meselenin ruhi, fikrî ve hikmet boyutunu ortaya koymaktadır. Bu düşünce ve bakış tarzından farklı bir yaklaşım; âlemin özü ve özeti olan insanı fikren, huzuren ve manen tatmin etmemektedir. Bilakis, tabiatın acımasız çarkları arasında ezilen ve perişan olan bir mahlûk durumuna düşürmektedir.

Deprem ve bunun oluşturduğu etki, insanların günlük deneyimlerinin çok ötesindedir. Zira depremin önceden kestirilemez olması, o anda yaşanan çaresizlik duygusu ve deprem sonrasında karşılaşılan sorunlar, kayıplar, kişilerin üzerindeki etkisini daha da artırmaktadır. Ülkemizi sarsan ve üzen 6 Şubat 2023 tarihli depremin şiddeti, etkilediği bölgenin büyüklüğü, ortaya çıkardığı yıkım ve kayıplar, uzun süre devam eden artçı depremler, kurtarma çalışmalarındaki zorluklar, depremzedelerin barınma gibi sorunları bu felaketin etkisini önceden karşılaşılan benzer felaketlerin etkisinin çok üstüne çıkarmıştır. Yaşanan bu deprem felaketi ile ülkemizin jeolojik açıdan bir deprem kuşağı içinde yer aldığı vurgulandı ve muhtemelen, başta İstanbul’da olmak üzere bazı büyük depremlerin de yakın tarihlerde beklendiği şeklinde bazı açıklamalar yapıldı. Yaşanan bu durumlar, depremle birlikte nasıl yaşanacağı ve maddi-manevi depreme nasıl hazır olunması gerektiği ile ilgili bazı sorunları da beraberinde getirdi.

Deprem Nedir? Ceza mıdır? İbret mi?

Yerkürenin dış kısmında yaklaşık 70−100 km. kalınlığında, litosfer adı verilen bir taş küre vardır. Yerin merkezinde biriken enerji dışa doğru çıkmaya çalışırken bu taşküre dediğimiz tabakayı zorlar. Bu zorlama sonucunda en zayıf olan yerler kırılır ve enerji açığa çıkar. İşte bu esnada şiddetli titreşimler meydana gelir. Bu titreşim ise sarsıntıya dönüşür ki buna ilim dilinde “deprem” adı verilir. Dünyada her gün çok çok hafif (3.0 magnitüdden küçük) büyüklükte ortalama 9000 deprem meydana gelmektedir. 8.0 ve daha büyük değerdeki deprem sayısı ise yılda sadece 1 defadır. 3.0 ile 8.0 arasında yer alan deprem adedi, yılda 56.000 olarak tahmin edilmektedir.

Tsunamilere ve can kaybına yol açan büyük depremlerin sayısının artmasına, her defasında çok nüfuslu büyük şehirleri vurmasına ne engel olabilir? Hele de sismologların ittifakıyla; “Var olan koşullarda depremin önceden belirlenmesi olanaksızdır” denilerek meselenin “gaybî” boyutuna teslimiyet gösterilmişken.

Tektonik, sismik, topografik, coğrafî ve iklimsel yapısı gereği yerkürede doğal afetlere maruz kalmayacak hiçbir toplu yerleşkenin, semavi ya da arzi felaketlerin tamamından emniyette olan hiçbir bölgenin var olamayacağı bir varsayım değil; tarih ve tecrübeye dayalı bir gerçektir. Yeryüzü sakinlerini kuşatan bu kaçınılmaz tablo bile, her türlü tehlike ve afet riskine rağmen varoluş sürecindeki devamlılığın, düzen ve dengenin, aslında “bahşedilmişlik”ten ibaret olduğunu, kâinat üzerindeki “mutlak tasarruf”un yalnızca yüce Allah’a ait olduğunu ve insanın Rabbi tarafından durmaksızın korunup kollandığını ispata yeterli değil midir?[1]

Gezegene bu derece hâkimiyetsizlik ve onun sıra dışı davranışları karşısındaki bunca acziyet, düşünüp ibret alanlar için, Allah’ın kudretini tefekkürde ve O’na kulluk bilincini geliştirmede önemli bir rol oynar. Tefekkür edince görülür ki, önlenmesi mümkün olmayan nice felaketler, insan mantığının alabileceği doğal görünümlü sebep sonuç ilişkileri neticesinde ortaya çıkarlar. Bununla birlikte zâhirî görüntülerinin ardında, pek çok bâtınî hikmeti de taşırlar. En azından her biri, bir “sınama” vasıtasıdırlar. “Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35); “And olsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Ey Peygamber, sabredenleri müjdele! Ki onlar, kendilerine bir belâ geldiği zaman: ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda O’na döneceğiz’ derler. İşte onlara Rablerinden mağfiretler ve rahmet vardır; işte onlar, doğru yola erenlerdir.” (Bakara, 155-157)

Yüce yaratıcının, felaketleri tetikleyen sebep zincirlerini -tıpkı gaybın anahtarları gibi- elinde bulundurduğuna, harekete geçirmek için zamanı ve zemini belirleme yetkisinin sadece kendi zatına ait olduğuna işaret eden çok sayıda Kur’ân ayeti vardır. Özellikle de yeryüzünde fesad ve kötülük çıkararak yaratılış gayelerini unutan, ilahi mesajdan uzaklaşanlara hitap eden bu ayetler, onları dengesini bozdukları şeyle, yani “yeryüzünün bizzat kendisiyle” tehdit ederler. “Kötülük tuzakları kuranlar, Allah’ın, kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah’ın kendilerini yakalamayacağından emin midirler? Onlar Allah’ı âciz bırakacak değillerdir. Veya onları korkutmak üzere yakalayıvereceğinden emin midirler? Demek ki Rabbiniz, elbette çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.” (Nahl, 45-47)

İnkârcılara yönelik olarak indirilen bu ayetlerin müminleri de uyaran; deyim yerindeyse “Rabbin kırmızı çizgilerinden” onları sakındıran yönü de dikkate alınmalıdır. “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu hâlde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır. Yüceler yücesi olan Allah’ın sizi yerin dibine geçirmesinden emin misiniz? O zaman bir bakmışsınız, yer sallanıp çalkalanmaktadır. Yahut O’nun size taş yağdıran bir kasırga göndermesinden emin misiniz? Fakat bu tehdidimin ne demek olduğunu yakında öğrenirsiniz!” (Mülk, 15-17)

Kaçış kapılarının tamamını kapatan böylesine inzar yüklü cümlelerin ağırlığı altındaki insanın önünde, “Allah’a itaat” ve “nimetlerin şükrünü edâ”dan başka bir seçenek kalmamış gibidir. Zira gerek dünya ve gerekse ahiretteki cezanın gerçek muhatabı, O’na kulluktan yüz çevirenlerdir: “Biz nankörden başkasına ceza mı veririz?” (Sebe, 17)

Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir hadis-i kudside Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadırlar: “Rabbiniz azze ve celle diyor ki: ‘Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, ben onlara yağmuru gece yağdırır, gündüz de üzerlerine güneşi doğdururdum. Onlara gök gürleme sesini de hiç duyurmazdım.”[2]

Hz. Ömer’den nakledilen bir başka rivayete göre; “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gök gürültüsü duyduğunda: ‘Allah’ım bizi gazabınla öldürme, azabınla helâk etme, bundan önce canımızı afiyet üzere al!’ diye dua ederlerdi.”[3]

Allah katında Rasûlullah ve ashabından daha mutî kullar ve daha hayırlı bir nesil bulunmadığına, buna rağmen onları bile korkuya sevk eden uyarıcı alâmetler gönderildiğine bakılırsa, Kur’an-ı Kerim’de sözü geçen her dünyevi ceza ve musibetten bir tutam, müminlere de tattırılacak demektir. Bu, münkirler için “ceza, gazap ve azap” alâmeti iken, müminler için “rahmet, bereket ve nasihat” vesilesi olmaktadır/olmalıdır.

Depreme Maddi Hazırlık

İnsan tabiatla ilişkisinde Allah’ın koyduğu kanunlara uygun hareket etmek ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Yerleşim yerlerinin inşa ve imarında doğal afet riskini hesaba katmak, zemin, malzeme ve inşa teknikleri başta olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemleri söz konusu kurallara göre planlamak bu sorumluluğun kaçınılmaz bir gereğidir. Zira tabiatın işleyişini dikkate almayan yapılanmalar afet risklerini beraberinde getirmektedir. Teknolojik gelişmelerin ve bu alana ait AR-GE çalışmalarının ortaya koyduğu kurallara göre inşaat yapmak veya eski binaları güçlendirmek, yapı denetimini sağlamak, iç ve dış mimariyi depremde en az hasar görecek şekilde dizayn etmek, deprem esnasında ve sonrasında daha çok hayatın kurtulmasına yarayacak önlemler üzerinde çalışmak… Bunların hepsi, depreme duyarlı herkesin sıklıkla duyduğu veya okuduğu “maddî tedbirler”den birkaçıdır.

Geçmişte, depremi “tedbirsiz bir tevekkülle” karşılayanlar, hatta başvurulan maddi anlamdaki çarelere “kadere rıza göstermeme” olarak bakanları tenkid mahiyetinde, Süyûtî’nin şu anekdotu dikkate şayandır[4]: “Hanefîlerden Kâdîhân’ın Fetava’sında şunu gördüm: Bir kimse bir evde depreme yakalanırsa, bazılarının zannettiği gibi oradan kaçması ve geniş bir meydana çıkması mekruh değildir. Hatta kaçması müstehaptır. Zira rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem eğik duran yüksek bir duvarın önünden geçerken hızla yürümeye başladı. Kendisine ‘Allah’ın kazasından mı kaçıyorsun?’ diye sorulunca; ‘Allah’ın kazasından kaçışım da Allah’ın bir kazasıdır’ buyurdu. Bir başka rivayette ise Rasûlullah’ın cevabı şöyledir: “Ani ölümden hoşlanmam, korkarım.”[5]

Hicretin 18. yılında Filistin’deki Amevâs/Amvâs köyünde ortaya çıkan ve oradan Şam bölgesine yayılan İslam tarihinin ilk veba salgını sırasında, 36 bin kişilik Şam ordusunu kumanda eden Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’ın, bölgeyi terk etmesini isteyen halife Hz. Ömer’e: “Yoksa Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsunuz?” itirazına, “Evet Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” cevabını vermişti.[6]

Depreme Manevi Hazırlık

Bu ikinci kısım, “maddî tedbir”le çelişmediği gibi, insanları depremin ürpertici tarafıyla yüzleşmeye manen ve ruhen hazırlama, deprem sonrası ortaya çıkması muhtemel ruhsal çöküntüyle başa çıkma görevini de ifa etmektedir. Varoluşun gayesini unutmamak, kâinat üzerindeki gerçek hükümranlığın Allahu Teâlâ’ya ait olduğunu hatırlamak ve “korkuyu fırsata dönüştürmek” adına önem arz etmektedir.

Ebû Bekr bin Ebî Şeybe tarafından mürsel bir senedle doğrudan Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen bir hadis şöyledir: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zamanında Medine’de zelzele oldu. Allah Rasûlü elini yere koyarak ‘Sakin ol! Daha vakti gelmedi!’ dedi ve sonra ashabına dönerek ‘Rabbiniz sizden kendisini razı/hoşnut etmenizi istiyor. O’nu hoşnut ediniz!’ buyurdu.”[7]

Abdullah b. Mesud, valiliği zamanında Kufe’de deprem olunca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilen bu son cümlenin aynısını söylemiştir: “Ey insanlar! Rabbiniz sizden kendisini hoşnut etmenizi istiyor. O’nu hoşnut ediniz!”[8]

Ali b. el-Hüseyin (Hz. Ali’nin torunu) şöyle demiştir: “Küsuf (güneş/ay tutulması) veya zelzeleyle karşılaştığınızda Allah’a sığının, O’na dönün, küsuf namazı kılın. Zelzele olduğunda küsuf namazının arkasından şu ayeti okuyun: “Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. And olsun ki onların nizamı eğer bir bozulursa, kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O halimdir, çok bağışlayıcıdır.”(Fatır, 41) Sonra şöyle deyin: “Ey göğü, izin verdiği hariç, yere düşmekten uzak tutan! Bu musibeti de bizden uzak tut!”. Eğer zelzele çoğalırsa, sakinleşinceye kadar her pazartesi ve perşembe günü oruç tutun. Ve yaptıklarınızdan dolayı Rabbinize tevbe edin. Kardeşlerinize de böyle yapmalarını emredin. İnşallah sükûnete erecektir.”[9]

İbni Abbas radıyallahu anh Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu bildirmektedir: “Bir ayet (olağandışı bir alâmet) gördüğünüzde secdeye kapanın!” Hatta İbni Abbas, bir gün kendisine Safiyye binti Huyeyy’in vefat ettiği haberi verilince hemen secdeye kapanmış, yaptığına şaşıranlara ise bu hadisi okuyarak “Hangi ayet Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in zevcelerinin gidişinden daha büyük olabilir ki?” demiştir.[10] Şu hâlde, her türlü felaket ve afette yapılacak ilk ibadet, (mümkünse) secdeye kapanmak olmalıdır.[11]

Ca’fer b. Burkân diyor ki: “Ömer b. Abdulaziz Şam’da meydana gelen depremden sonra bize mektup gönderdi. Şöyle yazmıştı:

‘Bu sarsıntı Allah’ın kullarını cezalandırdığı bir şeydir. Bütün şehirlere mektup gönderdim ve şöyle dedim: Şu ayın şu günü şu saat çıkınız; isteyen tasaddukta bulunsun. Zira Allahu Teâlâ;

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ ۙ

“Temizlenen, Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kimse kuşkusuz kurtuluşa ermiştir.” (A’lâ, 14-15) buyurmuştur.

Ve babanız Âdem aleyhisselam’ın dediği gibi deyiniz:

قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَٓا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer sen bize mağfiret ve merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’râf, 23).

Ve Nuh aleyhisselam’ın dediği gibi deyiniz:

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ٓي اَعُوذُ بِكَ اَنْ اَسْـَٔلَكَ مَا لَيْسَ ل۪ي بِه۪ عِلْمٌۜ وَاِلَّا تَغْفِرْ ل۪ي وَتَرْحَمْن۪ٓي اَكُنْ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ

“Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum.” (Hûd, 47)

Ve Musa aleyhisselam’ın dediği gibi deyiniz:

قَالَ رَبِّ اِنّ۪ي ظَلَمْتُ نَفْس۪ي فَاغْفِرْ ل۪ي فَغَفَرَ لَهُۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ

“Rabbim, doğrusu ben kendime zulmettim, beni bağışla.” (Kasas,16)

Ve Zü’n-Nûn (Yunus) aleyhisselam’ın (balığın karnında) dediği gibi deyiniz:

وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِي الظُّلُمَاتِ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنْتَ سُبْحَانَكَۗ اِنّ۪ي كُنْتُ مِنَ الظَّالِم۪ينَۚ

“Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum.” (Enbiya, 87)[12]

Sadaka vermenin ve hayır işlemenin Allahu Teâlâ’nın öfkesini dindireceğini ifade eden şu hadis-i şerif, edinilmesi kolay olduğu halde sıklıkla ihmal edilen manevî bir kalkandan bahseder: “Ma’rûf-hayırlı işler/iyilikler, sıkıntılı anlardan/kötü durumlardan korur. Gizli sadaka da Rabbin gazabını söndürür.”[13] Netice olarak; küçük şiddetteki sarsıntılar sonrası daha büyük depremlerin beklendiği zamanlarda, Cenab-ı Hakk’ı hoşnut etmek için “sadaka vermek” (hatta imkânı olanların bir araya gelerek topluca kurban kesmeleri) yerinde olacağı gibi, dört büyük peygamberin dualarının aynısıyla dua edilmesi elzemdir. Bu dualar, ihtiyaç duyulduğu her an okunabilir.

Deprem öncesi sadaka vermek, dua edip yakarmak ve tövbe etmek gibi, “tesbîh etmek, tekbîr getirmek ve salatu selam okumak” da müstehaptır. Yukarıdaki nakillerden, deprem öncesi veya sonrasında yedi tür ibadete devam etmemizin yerinde olacağı anlaşılmaktadır. Nasıl “tesbih” etmemiz gerektiği konusunda ise tavsiye olunabilecek en iyi şey; namaz sonrasında tesbihata başlamadan önce okuduğumuz ilk cümleler olsa gerektir. “Subhanallahi velhamdulillâhi velâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber (Allah’ı tesbih ederim, Allah’a hamd olsun, Allah’tan başka ilah yoktur ve Allah her şeyden büyüktür).” Zira Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Böyle demem, bana güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha sevimlidir.” buyurmaktadır.[14] Bir de “mizanda ağır basan ve dile hafif gelen iki kelime” daha vardır ki onları da unutmamalıdır: Ebû Hüreyre’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İki söz vardır ki onlar dile hafiftirler, terazide ağırdırlar; Rahman olan Allah’a sevimlidirler, bunlar: Sübhânellâhi ve bihamdihî, Sübhânellâhil’azîmi. (Allah’a hamd ederek O’nu noksanlıklardan tenzih ederim, Yüce Allah’ı tenzih ederim”)[15] 

Yine bazı hadis kaynaklarında tespit ettiğimiz iki duanın da depremle ilgili olduğunu ve okunmasında fayda bulunduğunu belirtmeliyiz. Abdullah bin Ömer’den nakledildiğine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, yolculuk esnasında gece olunca şöyle dua ediyordu: “Ey Rabbimin arzı! Senin Rabbin de Allah’tır. Senin şerrinden, sendeki şeylerin şerrinden, senin içinde yaratılmış şeylerin şerrinden ve senin üzerinde yürüyen şeylerin şerrinden Allah’a sığınırım.”[16]

Yine Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma’dan nakledildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah akşam şu duayı ihmal etmezdi: “Allah’ım! Senden dünya ve ahirette bağışlanma ve afiyet dilerim. Allah’ım! Senden dinim ve dünyamda, ailem ve malım hususunda bağışlanma ve afiyet dilerim. Allah’ım! Ayıplarımı ört, korkularımdan beni emin kıl. Önümden, arkamdan, sağımdan-solumdan ve üstümden gelecek felaketlere karşı beni koru. Altımdan gafil avlanarak helâk olmaktan senin azametine sığınırım.”[17]

Sonuç Yerine

Kur’an’a göre, etrafımızı saran, (ga)nimet olarak algıladığımız ve bedelsiz verildiğini sandığımız her şey, gerektiğinde birer cezalandırma vasıtasına dönüşecek biçimde yaratılmıştır: “Göklerde ve yerde bulunanlar hep Allah’ındır. Bu, Allah’ın, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, güzel davrananları da daha güzeliyle mükâfatlandırması içindir.” (Necm, 31) Ayet-i kerime, dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin ahirette karşılıksız kalmayacağını haber verdiği gibi, bu karşılıkların daha dünyadayken alınmaya başlayacağına da işaret etmektedir. Âd kavminin akıbetinden bahseden şu ayeti okuyalım: “Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı ise elbette daha çok rezil rüsva edicidir. Üstelik onlara yardım da edilmez.”(Fussilet, 16) Şu hâlde, gökte ve yerde “doğal afet” kıyafetine bürünerek arz-ı endam eden bütün imtihan vasıtaları, bir yandan “nankörlüğü kınamak”, diğer yandan “sabrı sınamak” için gönderilmekte; aynı anda iki farklı görevi ifa edecek şekilde tecelli etmektedirler. İbni Mesud radıyallahu anh’ın, Kûfe’de vali olduğu sırada kendisine ulaşan deprem haberi üzerine; “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı olan bizler, ayetleri (sıra dışı hadiseleri) bereket sayardık; sizler ise korkutma (tahvîf) sayıyorsunuz”[18] demesinin ardındaki sebep de muhtemelen budur. İbni Mesud bu sözleriyle “Katıksız iman sahibi olan ashab, aniden ortaya çıkan her afeti, derece kazandıran birer mükâfat olarak görürken ve Allah’ı razı etmek için daha çok amel işlemeye teşvik sebebi sayarken; siz iman ve amelinizde nasıl bir eksiklik hissediyorsunuz da korkuya kapılıyorsunuz?” demek istemiş olmalıdır.

Ashab-ı kiram’ın gözünde, “And olsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile deneriz. Ey Peygamber, sabredenleri müjdele!”(Bakara, 155) ayeti ile “Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz.”(Enbiya, 35) ayetinin tefsiriydi depremler. Onlar, başa gelen her musibetin, kendi yapıp-ettikleriyle mutlaka bağlantılı; ama aynı zamanda onlara da kefaret olarak meydana geldiğini biliyor ve buna inanıyorlardı. Afetin mantığını kavramanın en kestirme yolu, neticesine bakmaktı onlara göre: “Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak ihlasla O’na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim ayetlerimizi, ancak hain nankörler bilerek inkâr eder.”(Lokman, 32)

Yüce Rabbimizin cezasından affına, gazabından rahmetine, sarsıntısından sükûnetine kaçabilmek ümidimiz; afetini ibadete, musibetini tevbeye, tahvifini duaya çevirebilmek gayretimiz olmalıdır: “Dua, inen ve inmeyen belaya karşı faydalıdır. Ey Allah’ın kulları duaya sarılınız!”[19]

Ya Rabbi, ülkemizi ve âlem-i İslam’ı sel ve yangın gibi her türlü afetten, kazalardan, belalardan, görünür görünmez felaketlerden muhafaza eyle!

Ya Rabbi, gazabından rahmetine, Senden yine Sana sığınıyoruz. Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail eyle. Bir daha bizlere böyle acılar yaşatma Allah’ım!


[1].  Ahmet Tahir Dayhan, Nebevî Kaynaklar Çerçevesinde Depreme Manevî Hazırlık, Usul İslam Araştırmaları Dergisi, Ekim 2022, s. 36

[2].  Ebû Dâvud et-Tayâlisî, el-Müsned, 4/312 (No. 2709)

[3].  Tirmizî, “Daavât”, 50 (No. 3450)

[4].  Süyûtî, Keşfü’s-salsale, s. 155-156

[5].  Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/356 (No. 8651)

[6].  Buhârî, “Tıbb”, 29 (No. 5397)

[7].  İbni  Ebî Şeybe, Kitâbü’l-Musannef, 2/221 (No. 8334)

[8].  Taberî, Câmiu’l-beyân, 8/98.

[9].  Kazvînî, et-Tedvîn fî ahbâri Kazvîn,  3/498.

[10].  Ebû Dâvud, “Salât”, 269 (No. 1197)

[11].  Ahmet Tahir Dayhan, A.g.m, s. 46

[12].  Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 5/304.

[13].  Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 8/261 (No. 8014)

[14].  Tirmizî, “Daavât”, 129 (No. 3597

[15].  Buhari, Kitâbu’d-Daavât, 65

[16].  Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/132 (No. 6161

[17].  Ebû Dâvud, “Edeb”, 110 (No. 5074)

[18].  Dârimî, Sünen, Mukaddime, 5

[19].  Tirmizî, Deavât, 102